Ana SayfaGüncel“Cerablus’un işgalinde mülteciler ‘masum bir gerekçe’ olarak kullanılıyor”

“Cerablus’un işgalinde mülteciler ‘masum bir gerekçe’ olarak kullanılıyor”

"Ölüm Koridorundan Mülteci Pazarlığına: Sığınamayanlar" kitabının yazarı Ercüment Akdeniz, uluslararası 'mülteci pazarlığını' Gazete Karınca'ya anlattı.

Uluslararası Göç Örgütü’nün verilerine göre 1993-2014 yılları arasında Akdeniz’de hayatını kaybeden mültecilerin sayısı 30 bini aştı. 2015 yılında 3 bin 725, 2016 yılının altı ayında ise 2 bin 899 mülteci ülkelerindeki savaştan, şiddetten, otoriter rejimden kurtulmak için Avrupa’ya gitmek isterken Akdeniz ve Ege’nin soğuk sularında can verdi.

En temel insan hakkı olan ‘yaşam hakkının’ açık ihlali olan bu durum Ercüment Akdeniz’in Evrensel Basım Yayın’dan çıkan “Ölüm Koridorundan Mülteci Pazarlığına: Sığınamayanlar” başlıklı kitabının da çıkış noktası. Ercüment Akdeniz iç savaşın yurtlarından ettiği Suriyeli mültecilerin göç yollarında yaşadıkları sıkıntıları, geçiş ülkelerindeki yerel halkla yaşadıkları zorlukları; kamplarda, sokaklarda ve iş yerlerindeki zorlukları birinci ağızdan aktarıyor. “Sığınamayanlar” uluslararası ‘mülteci pazarlığına’ değinirken, göç ve göçmenler meselesini de sınıfsal bir perspektifle ele alıyor.

2014 yılında yayımlanan “Suriye Savaşının Gölgesinde Mülteci İşçiler” başlıklı çalışmasının ardından bu kitabında da titiz bir araştırma örneği gösteren Ercüment Akdeniz “Sığınmayanlar”ı küçük bedeni Bodrum kıyılarına vuran Alan Kurdî’ye armağan ediyor.

‘Transit Ülke’den ‘Filtre Ülke’ye

“Mülteci pazarlığı” aslında dünya ekonomik ve sosyal dengelerini değiştirebilecek nitelikte. Ülkelerinde yaşayamayacak durumda olan insanlar üzerinden gelişen ‘pazarlık’ utanç verici boyutlarda. Öncelikle araştırmalarınızdan yola çıkarak bu konuyla ilgili neler söyleyeceksiniz?

Türkiye için daha önce ‘Transit Ülke’ tanımı kullanılıyordu. Yani geçmişte Afganistan, Pakistan, Uzak Asya’dan gelen, savaştan kaçanlar İran üzerinden Türkiye’ye giriyorlardı ve çıkıyorlardı. Sonra bu yolu izleyen göçmenlere Suriyeliler dahil oldu. Yani giriyorsun ve çıkıyorsun, bu ülkelere ‘Transit Ülke’ diyorlar. Avrupa Birliği sınırlara çitleri kurduğu zaman ve Türkiye’yi Geri Kabul Antlaşması’nı zorladığı zaman artık Türkiye’nin adı değişti. Türkiye artık bir ‘Filtre Ülke’ haline geldi. Bu, şu demek: Büyük bir göç kafilesi geliyor ve göç edenler arasında nitelikli verimli iş gücü ayıklanıp posa bırakılıyor. Dolayısıyla ülke bir filtre durumunu alıyor. Fakat artık giderek Türkiye hükümeti de buna itiraz etmeye başladı. ‘Madem bu kitle kalıcı, madem bu kitle Avrupa’ya da gidemiyor, o zaman nitelikli iş gücünü biz de alalım’ dediler, bir adım daha öteye gidip özellikle Suriyeli göçmen mülteci çocuklarının meslek liselerindeki eğitimi ile ilgili yeni bir kanun çıkardılar. 6-7 sene sonra istihdama katılabilecek 300-400 bin kişilik büyük bir nüfus var. Onları meslek liselerinde eğitiyorlar. Hangisi verimli, hangisi verimsiz mantığı ile değil, gelecekte ne kadarını verimli ve meslek sahibi olarak değerlendirebilirim, sömürebilirim, onun hesapları yapılıyor.

Cerablus’tan Musul’a ‘hesaplar’

Kitapta göç eden nüfusun kimlik ve statü sorunu gözden geçiriliyor. Bilinen 3 milyon insan Türkiye’de hangi statüde? Hangi haklara sahip? Hangi koşullarda yaşıyor? Yaşanan ihlallerin çözüme kavuşacağına dair bir işaret var mı?

Bence öyle bir işaret yok. Geçici Koruma Kimlik Kartı’na sahip insanlar bunlar. Yani yasal olarak sadece böyle tanımlanıyorlar. 1951 Cenevre Sözleşmesi mültecilerin önce sığınmacı sonra mülteci olması için belirli aşamalar koymuş. Vatandaşlığa gelene kadar 33 madde var. 34. Madde de vatandaşlık. Bu maddelerden bir tanesi Geçici Koruma Kanunu ve Geçici Koruma Kimlik Belgesi verilmesi. Türkiye hükümeti ne yazık ki Türkiye’ye gelen 3 milyon Suriyeliyi altı yıldır bu aşamalardan geçirmedi, bekletti. Sadece şimdi Geçici Koruma Kimlik Belgesi verdi. (Durumu defacto kontrol altında tutabilmek için.) Dolayısı ile Geçici Koruma Kanunu ile çıkarılan kimlik belgesi, sığınmacı hakkını ve mülteci hakkını karşılamıyor. Çünkü sığınmacı ve mülteci hakkı onların uluslararası arenada koruma altına alınmaları demek oluyor. Türkiye bunu yapmıyor. Türkiye diyor ki: ‘Ben sana hükümet olarak bir kimlik kartı verdim. Sen benim mahiyetim altındasın. Sana vatandaşlık da vereceğim.’ Belirli bir bölüme vermeye başladılar. O da şöyle olacak: ‘Ya vatandaş olursun ya da geri gidersin. Uluslararası hakları benden talep etme.’

Bundan sonrasına iki tane önemli faktör var. Bir tanesi Musul Operasyonu’na ile ilgili. Bir milyon kişinin gelmesi gündemde. Hükümet burayı yeni bir argüman olarak kullanmak istiyor. İkinci önemli gelişme de hükümetin ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) ile birlikte Cerablus operasyonu ile güneyde bir koridor oluşturması. Burada iki şey yapmak istiyor:

1) Bendeki bu üç milyonu elimde tutmayacağım, bunların bir bölümünü o Cerablus’taki bölgeye yerleştireceğim. Dolayısı ile şöyle bir soru geliyor akla: Altı yıldır statü bekleyen insanların önemli bir bölümünü oraya gönderecekler, onlar statü elde edemeyecekler. Aynı zamanda bu, oranın işgal edilmesi için de ”masum bir gerekçe” olacak.

2) Musul’dan olası gelecekleri de Türkiye’ye girmeden yine bu tür tampon bölgelerde tutmanın bir gerekçesi olacak. Dolayısı ile önümüzdeki süreçte mülteci statüsünü alabileceklerin sayısı çok çok daha düşecek.

‘Geri Kabul Anlaşması’

sığınamayanlarSiz mültecilerle bir araya geldiniz, röportajlar yaptınız, durumlarını takip ettiniz. İzlenimlerinizi aktarır mısınız?

Türkiye’ye gelip Türkiye’de kalan insanlar savaştan kaçmış insanlar. Bu insanların iki duygusu var. Bir tarafları diyor ki, “Bu savaş bitsin, ülkeme geri döneyim.” Bu canlı bir duygu. Ama bir tarafı da şunu söylüyor: “Nereye döneceğim?” Suriye’de savaş bitse, ülkenin kendine gelmesi 20-30 yıl sürecek; iş yok, istihdam yok, ev yok, bark yok. Dolayısı ile geri dönme umudu gerçekçi değil. Bu süreçte bir kuşak kayıp demektir. Bu kuşak ancak başka ülkelerde kendini değerlendirebilir. Yani burada kalıcı olduğunu görüyor insanlar. Ama burada hem ekonomik olarak sorunları var hem sosyal entegrasyon açısından sorunları var hem de gelecek kaygısı var. Çünkü Türkiye’de mevcut işçi ve emekçilerin durumu belli, yoksulluk seviyesi belli. Burada da gerilim yüksek, burada da bir iç savaş tehlikesini görüyorlar ve  ikinci bir travma yaşamak istemiyorlar. Dolayısı ile en güvenli yer Avrupa. Avrupa’ya gitmek istiyorlar. Bu arada gerek Avrupa, gerek Türkiye’de ilerici demokratik güçler, sivil toplum kuruluşları hep şunu savundular: ‘Sınırları kaldırın! Bu insanların savaştan kaçtıkları için istedikleri ülkeye sığınma hakkı var.’ Benim görüştüğüm insanlar sınıra takılan insanlardı. Çok trajik bir tablo. Dolayısı ile bir ‘press’ içindeler. Geri dönemiyorlar, savaş var; ileri gidemiyorlar, sınırlar kapalı.

Sınırdan geçenler ‘Geri Kabul Antlaşması’ uyarınca geri gönderilebiliyor. Yani sınırı geçse dahi sığınma hakkı kesin değil anladığım kadarıyla?

1951 Cenevre Antlaşması 20. yüzyılın en önemli antlaşmalarından biriydi. Geri Kabul Antlaşması bunu çiğneyip atıyor, ihlal ediyor. Diyorlar ki, ‘Bu antlaşma eskidi, bize yeni bir sözleşme lazım’. Örnek olarak ‘Gaziantep Sözleşmesi’ gösteriliyor. Türkiye orada yeni bir model oluşturuyor. Dediğiniz gibi gideni geri gönderme hakkı olduğu için artık orada umut olmaktan çıktı. Denizlerde (Akdeniz ve Ege) ise ‘Fronteks’ güçleri var, Avrupa’yı koruyan militer bir güç. Bu güç şu an mültecileri sınırlardan sokmamak için uğraşıyor. Bu da korkunç bir şey.

Ama şimdi bölgede yeni bir evredeyiz. Bunu gözden kaçırmamak lazım. Cumhurbaşkanı Erdoğan artık, “Bu Geri Kabul Antlaşması’nı tanımayız” diyor. Avrupa Birliği Bakanı Ömer Çelik birkaç gün önceki açıklamasında, “Geri Kabul Antlaşması’ndan doğan para ve vize muafiyeti konularındaki sorunlar yıl sonuna kadar çözülmezse biz bu antlaşmayı yırtacağız” diyor. Dolayısı ile bu antlaşmanın ne kadar işlevli olduğu da tartışılır. Şu ana kadar Avrupa’yı korudu, fakat köprüler atılabilir.

Burada önemli bir halka daha var. Türkiye savaşa giriyor, sürükleniyor. Dolayısı ile daha büyük göç dalgaları gelecek. Şöyle bir durum çıkabilir ortaya: Avrupa Birliği ve Türkiye arasındaki askeri ve siyasi ilişkiler Ortadoğu’da şu an örtüşmüyor, çakışıyor. Dolayısı ile Avrupa Birliğini sıkıştırmak için mülteci akımını kullanacak gibi görünüyor Türkiye.

İşçiler

Üç milyon gibi bir kitleden bahsediyoruz. Türkiye’de yaşıyorlar, dolayısı ile çalışıyorlar. İş alanlarında durum ne?

Türkiye’de algı şu: “Suriyeliler pistir, asalaktır, çalışmazlar.” Fakat işçi verilerine baktığımız zaman bizzat devletin resmi kurumlarının açıklamaları var. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın var, TÜSİAD’ın var. 400 bin civarında işçi, çalışan var şu an. Bu sayı çocuklar, yaşlılar ve kadınlar çıkarıldığında gelenlerin büyük bir bölümü. Yani aktif çalışan, emekçi bir kitleden bahsediyoruz. Dolayısı ile onlar emek hayatının içindeler. İlk geldiklerinde dil bilmiyorlardı, dolayısı ile çok sömürüldüler. Şimdi dil öğrendiler, giderek kendi aralarında organizasyon kurmayı başardılar, emeklerini satmayı başardılar. Geldiğimiz aşamada bir entegrasyon var ama hala çok daha düşük ücret alıyorlar, en önemlisi güvencesizler. İşçi sağlığı ve iş güvenliği meclisinin önceki günlerde açıkladığı tabloda göçmen işçi ölümlerinde yükselen trend gözler önünde. Onları aynı zamanda en tehlikeli işlere sürüyorlar.

Şunu da eklemek istiyorum: Türkiye’de işsizlik verileri çift haneli rakamlara ulaştı, hükümete yöneltilmesi gereken tepki Suriyeli işçilere yöneltiliyor. Bu da işçiler arasında bir kutuplaşmaya neden oluyor. Çıkış yolu olarak özellikle bunu açmaya çalıştım. Bu kutuplaşmada ve rekabette Suriyeli işçiler de, Türkiyeli işçiler de kaybediyorlar. Bunların bir şekilde kendi aralarında birlik kurmaları gerekiyor. Dayanışma içerisinde olup örgütlenmeleri, sendikalaşmaları gerekiyor. Bunu yaparlarsa emek pazarı bu kadar rekabet dolu olmaz, fakat yapamazlarsa patronlar iki tarafı da çok rahat sömürür. Buna verilebilecek en iyi örnek Almanya. 60’lı yıllardan itibaren giden işçiler örgütlendi, sendikalılaştılar, komisyonlar kurdular ve ortak bir işçi sınıfı olarak sermayeye karşı mücadele ettiler.

Ercüment Akdeniz

Konfeksiyon, matbaa işçiliği, desinatörlük ve grafikerlik gibi işlerde çalışan Ercüment Akdeniz, 1991 yılında girdiği özel yetenek sınavıyla Marmara Üniversitesi Resim-İş Eğitimi Bölümü’nde okumaya hak kazandı. Politik nedenlerle üniversiteyi terk etmek zorunda kalan, evli ve iki çocuk babası olan Akdeniz, kapatılan Hayatın Sesi Televizyonu ve Günlük Evrensel Gazetesi çalışanıdır. Akdeniz, 2014 yılında yayımlanan “Suriye Savaşının Gölgesinde Mülteci İşçiler” başlıklı çalışmasının ardından “Ölüm Koridorundan Mülteci Pazarlığına: Sığınamayanlar” kitabını yazdı.

Previous post
Fransa'dan 'OHAL farkı' açıklaması: Bizde hala yargı bağımsız
Next post
'Amerika' adı kullanılan en eski doküman artık interaktif