Ana SayfaGüncelBarış Ünlü, Rektörlük soruşturmasına karşı ‘özerklik ve bilim özgürlüğünü’ savundu

Barış Ünlü, Rektörlük soruşturmasına karşı ‘özerklik ve bilim özgürlüğünü’ savundu

HABER MERKEZİ – Akademisyen Barış Ünlü, Ankara Üniversitesi Rektörlüğü’nün hakkında açtığı soruşturmaya karşı savunma yaptı. Ünlü akademik özgürlükler, özerklik gibi akademik değerleri içeren savunmasında okul yönetimine ‘üniversiter değerleri’ hatırlattı.

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyelerinden Barış Ünlü, hakkında açılan soruşturma nedeniyle ifade verdi.

Ünlü, attığı bir e-posta nedeniyle soruşturmalık olmuştu.

Ünlü’ye “üniversite yönetimi ve YÖK Başkanına yönelik ifadeleri nedeniyle” soruşturma açıldığı belirtiliyordu.

Ünlü dün yaptığı savunmasında kendisine yönelik suçlamanın ne olduğunun açık olmadığına dikkat çekerken, yaptığının bazı bilimsel öngörü ve tespitlerde bulunmak olduğunu belirtti, kaldırılan rektörlük seçimlerini anımsatarak da bunun doğruluğunun sonradan ortaya çıktığını söyledi.

Savunmasında Ankara Üniversitesi’nin özellikle Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne yönelik baskılarından örnekler veren Ünlü, Rektörlüğünün hakkında açtığı soruşturmaya karşı, akademik özgürlükler, özerklik gibi üniversiter değerleri içeren bir savunma yaptı.

Mülkiye Haber’in aktardığına göre akademisyen Barış Ünlü’nün savunmasının tamamı şöyle:

İlk olarak, suçlamanın tam olarak ne olduğunun açık olmadığını belirtmek istiyorum. “… yönelik ifadeler” ve “… hedef alan ifadeler” kullandığım söyleniyor. Bir kişi ve gruba yönelik ifadelerin veya bir kişiyi sözle “hedef alma”nın kendi içinde bir suç olmadığı açıktır. Fakat tahmin edebildiğim kadarıyla, bu bir “hakaret soruşturması”dır, yani belli kişilere hakaret ettiğim iddia edilmektedir. Bu iddia bütünüyle temelsizdir. Bahsi geçen e-posta’da kimseye hakaret etmedim. Yaptığım şey -sonradan doğru çıkan- bazı bilimsel öngörülerde ve bilimsel tespitlerde bulunmaktı. Başka bir deyişle, bazı hakikatleri dile getirdim. Aşağıda anlattığım gibi, hakikati hakaret olarak görmek ve öyle algılamak, sorumluluk almamanın ve suçu başkasına atmanın kullanışlı yöntemlerinden biridir.

“Üniversitemiz yönetimine yönelik ifadeler”le başlarsam, buradaki temel kavram “suç ortaklığı”dır. Yani ortada bir suç olduğu iddia edilmekte, o suçun da “üniversiter hayatı bitirmek” olduğu belirtilmektedir. Üniversiter hayattan kastettiğim, üniversiteyi evrensel anlamda bir bilim kurumu yapan üç temel sütundur: İdari özerklik, akademik özgürlük ve ifade özgürlüğü. Bugün bu temel sütunlar, Dünya’nın en saygın ve önde gelen bilim kurumlarının ve genel olarak Dünya akademik kamuoyunun defalarca belirttiği gibi, Türkiye’de siyasal iktidarın ağır bir saldırısı altındadır. Sadece son bir yılda fikirleri nedeniyle yüzlerce öğretim elemanına soruşturma açılmış, yüzlercesi işten atılmış, bazıları gözaltına alınmış ve tutuklanmış, rektörlük seçimlerinde yüzde 90’a yakın oy alan bir rektör adayı atanmamış ve son olarak da 29 Ekim 2016’da Resmi Gazete’de yayınlanan bir Kanun Hükmünde Kararname’yle, Olağanüstü Hal’le hiçbir ilgisi olmayan bir düzenlemeyle, rektörlük seçimleri kaldırılmıştır.

Bir cümlede özetlemeğe çalıştığım bu politikalar, kelimenin geniş felsefi anlamıyla ve hatta -eğer yargı bağımsız olsaydı- kelimenin dar hukuki anlamıyla bir suçtur. Çünkü bu politikalar sonucunda üniversiter hayatın üç temel sütunu olan idari özerklik, akademik özgürlük ve ifade özgürlüğü neredeyse yok edilmiştir. Örneğin, işsiz kalan veya baskılardan bunalan yüzlerce öğretim elemanı özgürce bilimsel faaliyetlerde bulunabilecekleri Batı ülkelerine göç etmiş, Türkiye’de kalanlar siyasal iktidarı ve üniversite yönetimlerini eleştiren ifadelerden sakınmaya başlamış hatta bunları kamusal alanda ifade edemez olmuş, siyasal iktidarı rahatsız edebilecek konulardaki konferanslar üniversite bünyesinde düzenlenemez olmuş, siyasal iktidarın üniversitelere yönelik politikasını eleştiren hiçbir öğretim elemanı üniversitelerde yönetici olamaz hale gelmiştir. Ayrıca YÖK siyasal iktidara, üniversiteler YÖK’e, fakülteler de üniversitelere karşı sahip oldukları kısmi özerkliklerini tümüyle yitirmiştir. Tabii üniversite özerkliğini bitirmeye yönelik bu politikalar, bağımsız yargı ve medyayı da baskı altına alan daha genel bir ifade özgürlüğü ve kurumsal bağımsızlık sorununun bir parçasıdır.

Bütün bunlar bir suçsa -ki öyle olduğu kanımca açıktır-, bu suçun ortakları da vardır. Suç ortaklığı (complicity) sosyal bilimlerin sıkça kullandığı bir kavram ve anlamaya çalıştığı toplumsal bir olgudur. Özellikle faşizan veya otoriter devletlerin ve bazen de toplumsal grupların işledikleri büyük ölçekli suçlara (soykırım, etnik temizlik, pogrom, sistematik işkence, servet transferi, tek parti veya tek adam diktatörlüğü vb.) bireylerin ne düzeyde ve ne gibi yöntem, strateji, motivasyonlarla katıldığı önemli bir araştırma ve düşünce alanıdır. Fakat küçük ölçekli denebilecek suçların ortaklığı da incelenmektedir. Örneğin, çocuğuna fiziksel ve psikolojik şiddet uygulayan bir ebeveyne diğer ebeveynin ses çıkarmaması ve müdahale etmemesi gibi. Suç ortaklığının farklı düzeyleri arasında ayrım yapmak da önemlidir. Örneğin suç ortaklığıyla ilgili olarak asıl karar alıcılar ve kararları uygulayanlar arasında bir ayrım yapılmalıdır. Suça doğrudan katılım olmaksızın işlenen ve kendini sessizlikle gösteren ahlaki bir suç ortaklığı da vardır. Yani kişi işlenen suçu benimsemese bile, başına geleceklerden çekindiği için sessiz kalmayı yeğler. En geniş ve genel suç ortaklığı budur. Son olarak suç ortaklığı olduğu gibi, suç ortağı olmamak da vardır ve bu da bir ahlaki karardır. Suç ortaklığı yapmamış kişilerin bunu neden ve nasıl yapmadıkları önemli bir sosyal bilim konusudur. Suça iştirak edenlerin suça iştirak etmeyenlere karşı hınç duyması da yaygın bir fenomendir, çünkü suça ortak olmak istemeyen kişi ortada bir suç olduğunu ve bu suça ortaklık edildiğini söyler ve böylece suç ortaklarının fiili gücüne rağmen ahlaki bir üstünlük kazanır.

Suçu ve suç ortaklığını açıkladıktan sonra, somut olarak Ankara Üniversitesi yönetimine gelmek istiyorum. Bugün Ankara Üniversitesi üniversiteler üzerindeki yoğun baskının önde gelen bir uygulayıcısıdır. Burada sadece mensubu bulunduğum Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden bazı örnekler vereceğim: Son 4 yılda, SBF öğretim elemanlarına ezici çoğunluğu fikirlerinden ve demeçlerinden dolayı olmak üzere 60’dan (soruşturma açılanlardan ikisi, Dekanlıkları dönemindeki eylem ve demeçleri nedeniyle, SBF’nin eski Dekanlarıdır) fazla soruşturma açılmıştır. Hakkında soruşturma yürütülen öğretim elemanlarına yurtdışı görevlendirme izinleri Mayıs 2016’dan bu yana verilmemektedir. Haklarında soruşturma yürütülen 5 öğretim elemanı büyük ihtimalle Ankara Üniversitesi’nin verdiği bir liste yüzünden KHK’yla memuriyetten çıkarılmıştır. SBF bünyesindeki Siyaset Bilimi, İnsan Hakları ve Afrika Çalışmaları gibi yüksek lisans programlarına öğrenci alımı durdurulmuştur. Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi dersi, SBF’nin ilgili kurumlarının ve öğretim elamanlarının fikri sorulmadan ve bunların isteği hilafına, SBF’den bir üstyazıyla alınmıştır. Emniyet güçleri kampüse Rektörlük izniyle defalarca girmiş ve öğretim elemanlarını itip kakmış, gözaltına almış ve onlara hakaret etmiştir. Sadece birkaç örneğini verdiğim bu uygulamalar, bu ülkenin en eski yükseköğretim kurumlarından biri olan Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin özerklik kültürüne ve akademik özgürlük kültürüne indirilmiş ağır darbelerdir.

Ayrıca Ankara Üniversitesi, suç ortaklığı kavramı üzerine düşünmek için özellikle ilginç bir örnektir çünkü AÜ yönetimi kendisiyle kıyaslanabilecek diğer üniversitelere kıyasla, örneğin Boğaziçi Üniversitesi, ODTÜ, İstanbul Üniversitesi ve İTÜ’ye kıyasla, çok daha baskıcıdır. Bu üniversitelerin bir kısmı hiçbir öğretim elemanına soruşturma açmamıştır, diğerleri ise soruşturma açsa bile bunu yurtdışı görevlendirmelerine engel olmak için bir bahane olarak kullanmamış, öğretim elemanlarını yurtdışına ders ve konferans vermek üzere göndermeye devam etmiştir. Bu da bize suç ortaklığının kaçınılmaz olmadığını, olsa bile suça katılımın farklı dereceleri olduğunu göstermektedir. Suça cevval bir şekilde katılmakla isteksiz katılmak ya da katılıyormuş gibi yapmak arasında bir fark vardır.

Bu noktadan “üniversite yönetimleri, üniversiter hayatı bitirmek kararına suç ortaklığı yapabilecek nitelikte insanlarla doluyor” sözlerindeki “nitelikte insanlar” ifadesine geçmek istiyorum. Son 150 yıldır çok sayıda sosyal bilimcinin ortaya koyduğu gibi, kişilerin karakteri içlerindeki yaşadıkları yapılarca biçimlenir. Örneğin farklı aile yapıları, diyelim eşitlikçi aile ve patriarkal aile, farklı bireysel karakterler üretir; farklı üretim tarzları, diyelim kapitalizm ve sosyalizm, farklı bireysel karakterler üretir; farklı yönetim biçimleri, diyelim demokrasi ve tiranlık, farklı bireysel karakterler üretir. Çünkü bütün bu yapıların hukuk ve ahlak anlayışı farklıdır ve bireyler o anlayışlara göre, devletten ve toplumdan kabul görmek için, farklı roller takınırlar, bu rolleri içselleştirirler. Örneğin göreli olarak çoğulcu olan toplumlarda, ki bu demokratik bir devlet ve aile yapısı anlamına da gelir, bireylerin kendine özgü bir karakter oluşturmaları için belli bir alan tanınır. Bu bilim ve sanat alanında yaratıcılık anlamına da gelir. Bunun tam zıddında, otoriter veya tekçi toplumlarda, kendine özgü bireylerin yetişmesi neredeyse bir imkânsızlıktır çünkü herkesin aynı veya benzer olması beklenir, benzemeyen ahlaksız ve hain gibi sıfatlarla cezalandırılır. Bu bilim ve sanatta yaratıcılığın olmaması ya da çok az olması anlamına da gelir. Özetle, bireylerin karakterleri ve nitelikleriyle içinde yaşadıkları yapılar arasında doğrudan bir ilişki vardır.

Kişinin içinde çalıştığı kurum veya alanlar da kişilerden belli karakterler ve performanslar beklerler. Örneğin ordular mensuplarından tam bir sadakat ve cesaret beklerler. Yargı kurumu, ideal olarak, üyelerinden bağımsız ve sadece yasalara göre karar vermesini bekler çünkü evrensel modern hukuk anlayışının temeli yargı bağımsızlığıdır. Bu bağımsızlık devlet ve toplum tarafından korunduğu ölçüde, yargı mensupları bağımsız bir şekilde karar verirler ve yargı da bağımsız karar verebilecek nitelikte insanlarla dolar. Fakat bir ülkede yargı bağımsızlığı yoksa veya yok edilirse, bağımsız karar veren yargıçlar zaman içinde çeşitli araçlarla cezalandırırlar veya yıldırılırlar. Geriye, bağımlı karar veren yargıçlar kalır. Dolayısıyla bağımsız yargı ve bağımlı yargıya denk düşen en az iki tip yargıç vardır. Medyada ise, bağımsız medyanın olduğu ülkelerde gazeteciliğin evrensel standartlarına uygun haber yapan bağımsız gazeteciler yükselirken, medyanın bağımlı olduğu ülkelerde o ülkenin standartlarına uygun haberler yapan bağımlı gazeteciler yükselir.

Aynı şey üniversiteler için de geçerlidir. Bir ideal olarak üniversitede, bilim insanlarından sadece bilime ve kendi düşüncelerine göre çalışması, eser üretmesi ve görüş bildirmesi beklenir. Bu eser ve fikirler devletin çıkarları ve toplumun inançlarıyla çelişebileceği için, üniversite özerkliği hayati önemdedir. Dolayısıyla üniversitenin özerk olduğu ülkelerde, üniversite özerkliği devletten ve toplumdan gelecek saldırılara karşı korunur ve sadece bilimin çıkarlarına göre hareket eden akademisyenler yükselir, onlara değer verilir. Üniversitenin özerk olmadığı ülkelerde ise -ki bunlar anti-demokratik ülkelerdir-, siyasal iktidarın isteklerine göre hareket eden akademisyenler yükselir. Özerkliği ve akademik özgürlüğü korumaya çalışan akademisyenler ise cezalandırılır ve susturulur, yönetici olmalarına da asla izin verilmez. Özetle, kimlerin hangi kurumda yükseldiğiyle o kurumdan ne türden beklentiler olduğu arasında yakın bir ilişki vardır. Bütün bunlar çok basit fakat aynı zamanda çok önemli toplumsal gerçeklerdir. Bunlar o kadar tartışmasız gerçeklerdir ki, bunlar üzerinden yapılacak bilimsel öngörüler neredeyse her zaman doğru çıkar.

Nitekim soruşturma konusu olan e-posta’da, rektörlük seçimlerinin kaldırılmasına rektör ve senatör olarak kalmak isteyen ve rektör ve senatör olmak isteyen hiç kimsenin karşı çıkmayacağını söylemiştim ve öyle de oldu. Söz konusu e-posta, YÖK resmi internet sitesinde “Türk Yükseköğretim tarihinde ‘ilk kez’ üniversitelerin akademik yılı açılış töreni Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın da teşrifleriyle YÖK himayesinde Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda düzenlendi” diye duyurulan 18 Ekim 2016 tarihli törende Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı konuşma bağlamında yazılmıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konuşmasında, mevcut rektörlük seçimlerinin bir sorun haline geldiğini çünkü üniversitelerdeki hizipleşmeleri, gruplaşmaları, kırgınlıkları artırdığını söyledi. Bu toplantıya üniversite rektörlerinin bildiğim kadarıyla tümü katılmıştır. 

YÖK Başkanı Prof. Dr. Yekta Saraç da bir gün sonra verdiği demeçte, YÖK’ün Kurucu Başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın da rektörlük seçimlerine karşı olduğunu ve bunda ne kadar haklı olduğunu zamanın gösterdiğini belirtmiştir. Ayrıca Prof. Saraç “Cumhurbaşkanımızın o sözleri pek çoğu rektör ve senato üyesi olan o salonda büyük bir alkış ve destek buldu.demiştir.

Aynı e-postada rektörlük seçimlerinin kaldırılmasına -ki henüz kaldırılmamıştı-, siyasal iktidarın isteklerine paralel davranmayan ve o doğrultuda rektör seçmeyen Boğaziçi Üniversitesi ve ODTÜ’nün itiraz edebileceğini de belirtmiştim. Bu iki üniversitede sorun yaşanıyordu çünkü bu iki üniversite belli bir özerklik kültürünü inşa etmiş oldukları için bu özerkliği korumaya çalışıyorlar, aksi takdirde bunun bu iki üniversitenin sonu olacağını biliyorlar. Nitekim tahminim gerçekleşmiş, KHK’yla rektörlük seçimlerinin kaldırılmasına sadece bu iki üniversitenin öğretim elemanları ciddi tepkiler vermiştir. Bütün bunlar bilimsel olarak rahatlıkla öngörülebilirdi ve öyle de oldu çünkü özerklik, yukarıda söylediğim anlamda, kendine has bir karakter rejimine sahiptir. Bu böyle olduğu için, bir rektör adayını yüzde 90’a yakın oyla seçen Boğaziçi Üniversitesi ve rektör adayı cezalandırılmıştır. Yeni KHK’dan sonra 12 Kasım 2016’da Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak atanan profesörün de suç ortaklığı yapacağını şimdiden öngörebiliriz.

Aslında bu savunmada değindiğim düşüncelerin bir kısmını Eylül 2012’de “Akademi, İktidar ve Suç Ortaklığı” başlığıyla yayımladığım bir yazıda dile getirmiştim. O yazıda, dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın Ankara Üniversitesi akademik yılı açılış konuşması yapacak olmasını şu sözlerle eleştirdim ve bunun ifade özgürlüğüne aykırı olduğunu belirttim:

Her ortamda ve her konuda görüşlerini ifade eden, karşısındaki görüşleri de çeşitli araçlarla baskı altına alan Başbakan’a bir söz de üniversite kürsüsünde vermek … ifade özgürlüğüne aykırıdır. Kendisine özgürce soru sorulamayacağı bir ortamda söz hakkı vermek özellikle böyledir. İktidarlara, özellikle de mutlak iktidarlara, verilen her söz, her kürsü, ifade özgürlüğünü kısıtlar. Çünkü karşısında karşıt görüşten bir ifade yoktur. Mutlak iktidar kendi görüşlerini mutlak doğrularmışçasına ifade eder. Bunun karşısında alternatif görüşler güçsüzleşir, siner ve oto-sansüre başlar. Farklı güç odakları da başbakanın konuşmalarına ve tavırlarına göre sansür uygulamaya koyulur. İktidarın söz söyleme alanı sınırsız bir şekilde genişlerken, muhaliflerinki daraldıkça daralır. İktidarın kimde olduğunun açık bir şekilde her ortamda gösterilmesi ve diğer herkesin iktidarsız olduğunun hissettirilmesi, potansiyel düşüncelere ket vurur ve düşünce özgürlüğünü daha düşünce doğmadan engeller.” (Yazının tümü için bkz.)

Bu ifadeler de doğrulanmış bir bilimsel öngörüyü yansıtmaktadır. O gün bir üniversite çatısı altında Başbakan’ın yapacağı akademik açılışı eleştirmiş ve bunun özerkliğe ve akademik özgürlüklere zarar vereceğini söylemiştim. Bundan dört yıl sonra, akademik açılış bu defa Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda yüzlerce rektörün katılımıyla yapıldı ve o “akademik açılış”tan 10 gün sonra rektörlük seçimleri kaldırıldı.

YÖK Başkanı’nı “hedef alan” ifadelerim ise YÖK Başkanı’nın yukarıda değindiğim demecindeki şu sözleriyle ilgilidir:

Öncelikle şunu kabul edelim; devlet üniversitelerine rektör atamalarından söz ediyoruz. Devlet üniversitelerimizin devasa bütçelerini fonlayan bir yapı var, o da devlet. Devletin, fonladığı üniversitelere yönetici atanmasıyla ilgili yetkisinin büyük ölçüde kısıtlanması tasvip edilecek bir husus değil. Yani fonlayanın, fonladığı kurumun üst yöneticisini de hesap verebilirlik temelinde ataması doğrudur diye düşünüyorum.

Bu görüş, modern devlet, hukuk ve özgürlükler anlayışına, ayrıca Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2. Maddesindeki “Türkiye Cumhuriyeti … demokratik, laik, sosyal bir hukuk Devletidir” ibaresine tümüyle terstir. Modern devlet kimsenin mülkü olmadığı gibi, devlet harcamaları da devletin bir lütfu değil, bir görevidir. Devlet çeşitli şekillerde kurumlara ve bireylere kaynak aktarırken bunu “kendi cebinden” değil, vatandaşlardan topladığı vergilerle yapmaktadır. Dolayısıyla devlet kaynak aktardığı bireylerin özgürlüğüne ve kurumların özerkliğine müdahale edemez. Vatandaşlardan topladığı vergileri yeniden dağıtırken, bu yeniden dağıtımı bir cezalandırma ve yola getirme aracı olarak kullanamaz. Bunu böyle kullanmaya çalışırsa ve bu mantıklı bir yöntem olarak sunulursa, örneğin bir hastaya “ben sana hastanelerde bakıyorum, sen beni eleştiremezsin” ya da bir emekliye “çalışmadığın halde benden para alıyorsun, bir de beni eleştiriyorsun” de denebilir.

Açıktır ki bu, modern hukuk, sosyal devlet ve birey özgürlüğü anlayışlarına bütünüyle terstir ve -potansiyel olarak- faşizan bir yapılanmaya katkı sunabilecek ve o yapıyı meşrulaştıracak bir mantıktır. Nitekim bu mantık, modern-öncesi devletlerde görünen, ülkeyi sultanın mülkü, devleti ve tebayı ise sarayın bir uzantısı olarak gören patrimonyal devlet anlayışına denk düşmektedir. Bugün Türkiye’de bu patrimonyal düşüncenin ülkeyi ve üniversiteleri yönettiğini söylemek için sanırım yeterince kanıt vardır. Kaldı ki yönetmiyor olsa bile, yönetiyor olduğunu söylemek hakaret olarak kabul edilemez. Bu bir düşünce ve eleştiridir. AİHM kararlarına göre, kanaat özgürlüğü ifade özgürlüğünün önemli unsurlarından biridir. (Bkz.: Tuşalp/Türkiye no: 32131/08 ve 41617/08, 21.02.2012 para. 43.)

Sözkonusu e-posta’da kanaatlerimi dile getirerek yaptığım eleştirilerin ağır olduğu iddia edilebilse de, modern insan hakları anlayışına göre güç sahibi bireylerin ve yöneticilerin ağır eleştirilere katlanma yükümlülüğü vardır. Bu yükümlülük, demokrasinin ve ifade özgürlüğünün olmazsa olmazıdır. Ayrıca ifadelerin bağlamından bağımsız değerlendirilemeyeceği AİHM ve AYM içtihatlarında sıklıkla dile getirilmektedir. Başka bir deyişle, bir ifadenin hakaret içerip içermediği değerlendirilirken, hem ifadenin bütününü hem de ifadenin dile getirildiği bağlamın bütününü dikkate almak gerekmektedir. (Bkz.: AYM, B.No:2014/12151, 04.06.2015, para.63; B.No:2012/1184, 16.07.2014, para.52; B.No: 2013/2602, 23.01.2014; Dink/Türkiye, no. 2668/07, 6102/08, 30079/08, 7072/09, 7124/09, 14.09.2010; Gözel ve Özer/Türkiye, no.43453/04, 31098/05, 06.07.2010)

E-posta’da geçen ifadelerimi hangi bağlamda söylediğimi bu savunma metninde açıkladığımı düşünüyorum. Kaldı ki e-posta’da dile getirilen eleştiriler ve değer yargıları olgulara dayanmaktadır, yani değer yargıları olgulara ve hakikatlere dayanarak gelişmiştir. (AİHM’in değer yargıları ve olgular arasındaki ilişkiye dair bazı kararları için bkz.: Scharsach and News Verlagsgesellschaft mbH/Avusturya, no: 39394/98, 13.11.2003, para.40; Feldek/Slovakya, no: 29032/95, 12.07.2001, para. 86, 90.) E-posta’da sebepsiz yere kişileri incitmek üzere ifade edilmiş, bağlamsız ve temelsiz bir şekilde geliştirilmiş hiçbir düşünce yoktur.

Son olarak, e-posta’da dile getirdiğim ve burada açmaya çalıştığım düşüncelerim nedeniyle soruşturma açılmasının dahi, Türkiye’de üniversite özerkliği ve üniversitelerde ifade özgürlüğü olmadığının yeni bir kanıtı olarak görüyorum. Üniversite özerkliğinin ve ifade özgürlüğünün olmadığı bir yerde ise, bir akademisyene ifadeleri nedeniyle açılan bir soruşturmanın adil bir şekilde yürütülmesi beklenemez. Bu, olası bir cezanın hakaret ettiğim iddia edilen üniversite yönetimi tarafından verilecek olması nedeniyle özellikle böyledir. Mağdur olduğunu iddia eden bir kişinin veya grubun kendilerini mağdur ettiğini düşündükleri kişiye ceza vermesi modern hukuk anlayışı açısından kabul edilemezdir. Suçun oluşup oluşmadığını ancak bağımsız kurumlar değerlendirebilir. Dolayısıyla siz Sayın Soruşturmacı’nın bu soruşturmayı cezasızlık önerisiyle sonlandırmasını saygılarımla talep ediyorum.

Barış Ünlü

A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi

Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü