Ana SayfaÇeviriTürkiye ve soykırıma giden yol – Djene Bajalan

Türkiye ve soykırıma giden yol – Djene Bajalan

HABER MERKEZİ – Djene Bajalan, jacobinmag’de kaleme aldığı yazısında Ermeni Soykırımı ile Türkiye’de Kürtlerin bugünkü durumu arasında ‘korkutucu paralellikler’ olduğuna dikkat çekiyor.

Djene BAJALAN

Çeviri: Lokman SAZAN

4 Nisan 1915 Pazar günü, Osmanlı İçişleri Bakanı Talat Paşa, İmparatorluk sınırları içerisinde ikamet eden Ermeni cemaati liderlerinin yakalanarak tutuklanmasını emreder. Harekâtın ilk gecesinde 200’ün üzerinde kişi devlet güçleri tarafından yakalanır ve birkaç gün içerisinde bu sayı 2 bini aşar.

Talat Paşa’nın Osmanlı Ermenilerine karşı geliştirdiği bu “baş kesme” hamlesi, Ermeni cemaatine yönelik daha kapsamlı ve sistematik bir soykırım harekâtının bir parçasıdır ve bu harekâtta 800 bin ile 1,5 milyon arasında insan hayatını kaybetmiştir.

Türk kaynaklarının hüsnütabir ile “tehcir” adını verdiği 1915 olaylarının bir soykırım teşkil edip etmediği konusunun burada tekrar tartışılması gereksizdir. Bununla birlikte, Ermeni Soykırımı’nı ve özellikle “Kızıl Pazar” tutuklamalarını hatırladığımızda Türkiye’de günümüz iktidarının, Kürt Hareketi’nin temsilcilerine yönelik politikalarını -özellikle Kürt halkının yanında duran HDP Eş Başkanları Demirtaş ve Yüksekdağ’ın 4 Kasım’da tutuklanmasını- daha geniş bir tarihsel bağlam içerisine yerleştirmemiz mümkün hale gelir.

Bugün Türkiye’nin Kürt halkına yönelik mevcut şiddet düzeyinin yüz yıl önce Ermenilere karşı yöneltilmiş olan boyuta ulaştığını iddia etmek abartılı olacaktır, ancak inkâr edilemez ve dehşet verici paralellikler taşıdığının altı çizilebilir.

Erdoğan ve Kürtler

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Kürtlerin hakları karşısındaki (nispeten) ilerici duruşu nedeniyle alkışlar topladığı günlerin üzerinden çok geçmedi.

1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana, Ankara’daki Türk milliyetçisi elitistlerle Türkiye Kürtlerinin gerçek ulusal iradesini temsil etme iddiasını taşıyanlar arasındaki çatışma olarak tanımlayabileceğimiz “Kürt Sorunu”, ülkenin başlıca siyasi istikrarsızlık kaynaklarından biri olagelmiştir.

1920’lerde ve 1930’larda genç cumhuriyet, başta 1925’teki Şeyh Sait İsyanı ve 1929-31 yılları arasındaki Xoybun İsyanı gibi milliyetçilikten ilham alan birkaç Kürt isyanıyla karşı karşıya kaldı. Türkiye’nin kurucu babası Mustafa Kemal Atatürk hükümeti tarafından sergilenen duruş ise imha ve inkâr oldu. Cumhuriyet hükümeti, Kürt direnişlerini bastırmak için muazzam yollara başvurdu. Örneğin, 1925 yılında Şeyh Sait İsyanını bastırmak için yapılan askeri harcamalar, devlet bütçesinin tam üçte birini teşkil ediyordu. 1920’ler ve 1930’lar boyunca devletin başvurduğu şiddetin ulaştığı yoğunluğa rağmen Kürt Sorunu hiçbir zaman gerçek anlamda çözüme kavuşmadı.

1940 ve 1950’lerden başlayarak yeni neslin Kürt entelektüel ve aktivistlerinin harekete geçme süreci, 1978 yılında -sadece Türkiye’de yaşayan Kürtler için değil, Ortadoğu’daki bütün Kürtler için ulusal özgürlük mücadelesi veren- Kürdistan İşçi Partisi’nin (daha çok Kürtçe adının baş harfleriyle tanınan PKK’nin) kuruluşuyla doruğa çıktı. İlerleyen süreçte, Türkiye’nin Kürtlerin yaşadığı bölgesi olan Güneydoğu, bir iç savaş ortamının karanlığına gömüldü. 1978 ile PKK önderi Öcalan’ın tutuklandığı 1999 yılları arasında 30 bin insan hayatını kaybetti ve 4 bine yakın Kürt köyü yok edildi.

Çatışmalarla geçen bu yıllarda Türkiye hükümeti “Kürt sorunu yoktur” söylemini korurken, hükümet yetkilileri çatışmaları “terörle mücadele”, daha da sıkıştığındaysa “ekonomik kalkınma” yaklaşımlarıyla çerçevelendirdi. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller, 1995’te Daniel Pipes’a verdiği röportajda şöyle diyordu:

Türkiye’de bir Kürt isyanı söz konusu değildir. Terör örgütü PKK üyeleri, ülkemin güneydoğu bölgesinde kadın, çocuk, yaşlı gözetmeksizin masum sivillere saldırmaktadır.

Ancak, 2002 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) seçim başarısı ve Erdoğan’ın 2014 yılında Cumhurbaşkanı seçilene kadar bulunduğu konum olan Başbakanlığa yükselişiyle, devletin Kürtlere yönelik politikalarında ince ama belirgin bir değişiklik yaşandı. 2005 yılının yaz aylarında, o dönem Başbakan olan Erdoğan, Kürt milliyetçiliğinin kalelerinden biri olan Diyarbakır’a giderek “Kürt meselesi benim meselemdir” dedi, Kürt sorununun Türkiye’nin ortak sorunu olduğunu söyledi ve geçmişte hatalar yapıldığını kabul etti. Bu ifadelerin arından Kürt kültürünün ifadesi üzerindeki kısıtlamaların hafifletildiği bir dizi düzenleme yapıldı. Kürtçenin dil okullarında ve üniversitelerde öğretilmesinin önünü açan düzenlemeler yapıldı, devlet televizyonu Kürtçe yayın yapan bir kanal açtı ve İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın tarifiyle Kürt sorununa “daha çok özgürlük ve demokrasi” yoluyla çözüm getirme iddiasıyla “Kürt Açılımı” hükümet tarafından ilan edildi.

Aslında 2013 yılına kadar, Türkiye’de hayli güçlü olan Milli İstihbarat Dairesi’nin Başkanı olan Hakan Fidan dahi, tutuklu bulunan PKK önderi Abdullah Öcalan ile uzun süredir devam eden Kürt İsyanını sonlandırma amacıyla görüşmeler yapıyordu. Elbette söz verilen yasal değişikliklerin pek çoğu büyük ölçüde teoride kaldı ve Kürt hareketi devamlı tehdit altında tutuldu.

2009 yılı Aralık ayında HDP’nin öncülü olan Demokratik Toplum Partisi (DTP) “terörizmi” desteklediği temeline dayandırılarak anayasa mahkemesi tarafından kapatıldı. Dahası, hükümetin Abdullah Öcalan ile yürüttüğü görüşmelerin ne açık bir yasal dayanağı vardı ne de tanımlanmış bir hedefi. Yine de 2010 yılı başlarında Türkiye, ülkedeki “Kürt sorununun” bir tür çözümüne doğru çok yavaş adımlarla ilerliyor gibi bir görünüm sergiliyordu.

Geriye doğru bakıldığında, Erdoğan’ın Kürtlere yönelik açılımının temelinde, ülkenin Kürt nüfusunun tarihsel olarak haksızlığa uğramış olduğu yönündeki güçlü kanaat değil, Kürt oylarını kazanma arzusu olduğu görülmektedir. Kısa vadede, bu amaç başarılı oldu ve AKP, 2007 genel seçimlerinde Güneydoğu’daki Kürt illerindeki oy oranlarını artırdı. Ancak 2009 yerel seçimlerinde hükümetin yasal adımlarının yavaşlığına sinirlenen pek çok Kürt AKP’yi terk etti ve Kürtlerin partisi DTP’nin Diyarbakır belediye yönetimini almasını sağladı.

Hükümetin adım atmakta gösterdiği yavaş ve isteksiz tutum ayrıca Kürt hareketinin parlamenter kanadının popülerliğini zirveye taşıdı ve 2014 yılında birleşerek yeni bir partiyi, HDP’yi oluşturdu.

2011 yılında Suriye İç Savaşının çıkmasıyla politik önem kazanan Suriye Kürt Hareketine Erdoğan’ın yaklaşımına Kürt toplumunun daha muhafazakar kesimlerinin de içerisinde bulunduğu karşı pek çok Kürdün duyduğu tepkiden yararlanmayı bildi. 2014 yılı sonbahar aylarında Suriyeli Kürt savaşçılar Suriye’de bulunan Kürt kenti Kobanê’yi IŞİD güçlerine karşı savunurken Türk yetkililer Türkiye’de yaşayan Kürtlerin Kobane savunmasına katılması için sınırları açmayı reddetti. Ne var ki aynı yetkililer Türkiye topraklarından Suriye’ye geçen cihatçı akınını görmezden gelmekten çekinmiyordu. Bugün Cumhurbaşkanı olan Erdoğan’ın soğuk bir kayıtsızlıkla “Kobanê düştü düşecek” demesi, öfkeyi artırdı. Türkiye geneline yayılan protesto gösterileri, Türk yetkililer tarafından şiddet ve vahşetle bastırıldı.

Ekonomi, LGBT hakları ve çevre konularındaki nispeten ilerici duruşuyla HDP’nin popülerliği de artıyordu. Bu tutumlar HDP’nin, 2013 yılında Gezi Parkı protestolarına katılmış ya da sempati beslemiş olan özgürlükçü ve solcu Türkler arasında destek oluşturmasını da sağladı. Böylece, Elazığlı bir Kürt olan Demirtaş ile Adanalı bir Türk olan Figen Yüksekdağ’ın eşbaşkanlığında parti sadece Kürtleri değil, özgürlükçü, solcu, çevreci ve LGBT hakları aktivisti Türkleri de kapsayan bir seçim koalisyonu inşa etmeyi başardı. Partinin tabanını kuvvetli bir şekilde Kürtlerin oluşturduğunu kabul etmekle birlikte, Haziran 2015 seçimlerinde bu koalisyon, daha önce Kürt partilerinin mecliste temsil bulmasının önünde bir engel olan yüzde 10’luk seçim barajının aşılmasını sağladı (HDP yüzde 13,1 oranında oy aldı).

HDP’nin seçim başarısı AKP’nin hayli zararına oldu ve Erdoğan’ın büyüyen gücü karşısında doğrudan bir engel oluşturarak Erdoğan’ın 1982 Anayasasını baştan yazmak suretiyle güçlü bir idari başkanlık sistemi kurmasının önüne geçti (Türkiye parlamenter sistemle yönetilmektedir).

Neredeyse seçim sonuçları alınır alınmaz PKK’ye karşı yeni bir askeri hamle başlatıldı. Tekrar şiddet ortamına girilmesini tetikleyen olaylardan biri de Suriye’de mücadele eden Kürtleri desteklemek için Türkiye-Suriye sınırındaki Suruç kasabasında toplanan bir grup öğrencinin muhtemelen IŞİD’in düzenlediği bombalı bir saldırıyla can vermesi oldu. Bundan kısa bir süre sonra Adıyaman ve Ceylanpınar’da Türk güvenlik güçleri ile Kürt savaşçılar arasında çatışmalar yaşandı ve üç asker öldü. PKK, çatışmalara müdahil olmadığını ilan etse de bu ölümler hükümetin PKK’ye saldırılarını tekrar başlatması için bir alan açtı. IŞİD ile mücadele kisvesi altında Türk hava kuvvetleri Irak’ta bulunan PKK mevzilerine saldırılar düzenledi. Bu esnada Türkiye sınırları içinde, yetkililer Güneydoğu genelindeki kasaba ve şehirlerde Kürt militanlarla çatışıyordu. 2016 baharında bu şiddet dalgası, Türk yetkililere göre 4571 Kürt savaşçı, 450 asker ve polis ve en az 338 sivilin hayatına mal oldu. Yerle bir edilip Türk bayrakları asılan pek çok Kürt kentiyle maddi kayıplar da muazzam düzeylere ulaştı.

Türk kamuoyunda milliyetçi duyguları körüklemesine rağmen, bu çatışmalar HDP’nin sonu anlamına gelmiyordu. 2015 Kasım ayında yapılan ikinci seçimlerde HDP’nin oy oranlarında bir düşüş görülse de yüzde 10 seçim barajının altına inmedi. Aslında, meclis sandalye sayısı bakımından HDP, aşırı sağcı Milliyetçi Hareket Partisi’ni geçerek meclisteki en büyük üçüncü parti oldu.

Ne var ki 15 Temmuz darbe girişiminin ardından Türkiye’deki siyasi manzara hızlı bir değişim sürecine girdi. Erdoğan, politik kaos ortamını kullanarak gücünü pekiştirmeye ve medya, bürokrasi, akademi ve tabii ki Kürt hareketi içerisindeki muhalefetin kalan kalelerine saldırılar geliştirmeye başladı. Dicle Haber Ajansı, Azadiya Welat ve Evrensel Kültür dahil olmak üzere Kürt basın kuruluşları kapatıldı. Aralarında Diyarbakır eşbaşkanları Gültan Kışanak ve Fırat Anlı’nın da bulunduğu HDP’li yerel yöneticiler yakalanarak tutuklandı. 2016 yılı Mayıs ayında, başarısız olan darbe girişiminden 2 ay önce yapılan meclis oylamasıyla HDP üyelerinin milletvekili dokunulmazlıkları kaldırıldı. Bu hamleyi yalnızca AKP değil, Türkiye’nin en geniş muhalefet partisi olan Kemalist CHP de destekledi.

4 Kasım gecesi Türk yetkililer yeni elde ettikleri gücü kullanarak Kürt hareketinin “başını kesecek” bir hamle geliştirdi. Bu hamle 101 yıl önce Talat Paşa’nın Ermeni entelektüellere karşı geliştirdiği darbeye benziyordu. Tıpkı Jön Türkler’in Birinci Dünya Savaşı’nı kılıf olarak kulanıp Ermeni sorununu “çözmesi” gibi, Erdoğan’ın da Kürt muhalefeti “temizlemek” için darbe girişimi sonrasında oluşan durumdan faydalandığı görünmektedir.

Kürt çatışmasının ırkçılaştırılması

Türkiye’deki “Kürt Sorununun” önemli olmasına rağmen çoğu zaman göz ardı edilen bir yönü, son on yılda Türkiye’de Kürt kimliğinin kurumsallaşmaya doğru yol almış olmasıdır. Ne var ki Türkiye Cumhuriyeti, yalnızca dolaylı olsa da Kürtlerin ayrı bir topluluk olduğunu tanımaya doğru yöneldikçe paradoksal bir biçimde Kürt halkı şiddetin hedefi olmaya daha açık hale geldi. Bu bağlamda, Ermeni örneğiyle karşılaştırma daha da anlamlıdır.

19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başlarında birkaç nesil boyunca Osmanlı reformcularının, etnik ve dini bağlılıkları ne olursa olsun tüm Osmanlı tebasını kapsayan bir dizi ortak hak ve görev üzerinden bir Osmanlı “ulusu” yaratma çabalarına rağmen, etnik-komünal kimlikler, geç dönem Osmanlı siyasetinin kalıcı bir özelliği olarak kaldı. Bu durum, özellikle dini azınlıklara bir tür yasal özerklik sağlayan bir idari yapı olan “millet” sistemiyle resmi olarak tanınırlık elde eden Ermeniler gibi gayrimüslim topluluklar için geçerliydi. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında bu kurumsal özerklik, (ulusal bağımsızlığı şart koşmasa da) Ermeni ulusal haklarının tanınması için (zaman zaman şiddet içeren devrimci faaliyetler yoluyla) mücadele eden canlı bir Ermeni siyasi hareketinin ortaya çıkması ile güçlenmişti. Osmanlı siyasi elitleri gitgide Ermeni topluluklarını Osmanlı “vatandaşları” olarak değil, imparatorluğun birliğine varoluşsal bir tehdit, Osmanlı siyasi düzenini yıkmak için çalışan beşinci bir sütun olarak görmeye başladı. Bu eğilim, Birinci Dünya Savaşında Osmanlı İmparatorluğunu yönetmiş olan gizli bir subay ve devlet adamı hizbi olan İttihat ve Terakki Cemiyeti (ya da Batı’da daha çok bilinen adıyla Jön Türkler) liderleri arasında yayılan sosyal Darvinist fikirlerle daha da kuvvetli hale geldi. Bu eğilim, tarihsel olarak dini temellerde ele alınan bir topluluğun ırk temelinde ele alınmasına yol açtı. İttihat Terraki Cemiyeti’nin gizli örgütünde (Teşkilât-ı Mahsusa) üye olan Dr. Nazım, 1915’teki bir İTC toplantısında yarı-resmi istihbarat örgütünün Ermenilere yönelik vahşette doğrudan sorumluluğu olduğunu dile getirmişti.

Eğer yerel katliamlarla yetinirsek, temizlik genel ve nihai olmazsa, ister istemez sorunlara yol açacaktır. Bu nedenle, Ermeni halkını bütünüyle yok etmek kesinlikle şarttır ve dünyada artık tek bir Ermeni bırakılmayacaktır, Ermenistan fikri dahi akıllardan silinecektir…

Dolayısıyla, Müslümanlaşmak bile (-ki bu hamleyle 1890’ların ortalarındaki pogromlar dizisinde birçok Ermeni öldürülmekten kurtulmuştu) talihsiz Ermeni köylülerin Suriye çöllerine tehcir edilmesine ya da katledilmesine engel olmaya yetmedi. O halde bir asır önceki Ermenilerin durumuyla bugünkü Kürtlerin bulunduğu durumu nasıl karşılaştırabiliriz? Cumhuriyetçi Türkiye’deki siyasi seçkinlerin Kürtlere yönelik tutumu tarihsel olarak soykırım mimarlarının Ermenilere yönelik sergiledikleri tutum arasında biraz farklıdır. Bu ırkçı etnik kavramların Cumhuriyetçi Türkiye’sinde önem arz etmediğini iddia etmek değildir.

1934 İskan Yasası ,”Türk Kültürü”nden olmayanları yurdundan tehcir edilmesine  yasal mekanizmalar sağladı; Kürtler ve “istenmeyen” ötekileri sürgün etmek için  Trakya Yahudilerine yapılanlar gibi büyük etkiyle yasalar kullanıldı.

Aynı zamanda, Mustafa Kemal Atatürk’ün hükümeti Nazi propagandasını Türk tüketimine yeniden hazırlamaya ve Türk ulusunu “kan meselesi” üzerinden nitelendiren Nihal Atsız gibi Türk Irkı üstüncülerinin faaliyetlerini hoş görmeye daha da istekliydi. Daha da ileri seviyede, Kürtler Türklere göre ‘sinsi insanlar, koyu tenli ve kirli insanlar’ olarak kabul edildi.

Buna rağmen, resmi “Kemalist” söylem Kürtleri ayrı/bağımsız bir halk olarak tanımadı. Onları “dağ Türkleri” olarak tanımlamıştır; Türk kökenli fakat “kırma Farsça” formunda konuşan bir halk (Kürtçe, Farsça gibi Hint-İran Dil grubundadır). Dolayısıyla Türkiye’nin Kürtlere yönelik politikası sıklıkla “Kürtlük kavramının ve Kürt politikasının her tezahürü dış güçlerin ajitasyonu sonucu hatalı bilincin söylemidir” dikte edildi.

Bilim insanı Mesut Yeğen’in “Müstakbel Türkler”inden alıntılarsak;

Kürtler Kemalist seçkinler tarafından eğitim yoluyla Türk “medeniyeti” çemberine çekilebilen bir cemaat olarak kabul edildi. Nitekim Kemalist milliyetçiler, Türk milliyetçiliğinin etnik ayrımcılığını inkar etmek  için genellikle Mustafa Kemal’in söylemlerinden istifade edip patolojik bir takıntıyla Türkiye’nin kurucusu tarafından yapılan açıklamayı vurguladılar: “Ne mutlu Türküm diyene”. “Ne mutlu Türk olana” değil. Bu Türk kimliğinin kapsayıcılığını göstermek için kullanılan bir vurgudur.

Elbette, laik odaklı Kemalistler tarafından açıklanan Türk milliyetçiliğin çeşidi olan asimilasyoncu “liberal milliyetçilik”, etnik milliyetçilikten daha az tehlikeli değildir (Hakikaten bu iki kategori arasında kesin bir ayrım yapılsa da). Kemalist uygarlaştırma misyonu, uygun bir şekilde Welat Zeydanioğlu’nun “Beyaz Türk’ün Yükü” diye tanımladığı, Kürt dilini bastırması, Kürt aktivistleri tutuklaması, Kürt çocuklarını toplu olarak kaçırıp zorla yatılı okullara hapsetmesi gibi politikalarla sonuçlandı.

Bununla beraber, Türk devletinin Kürt varlığını inkarı aynı zamanda alabildiğince soykırım saldırılarından izole etti. Belirli Kürt gruplarına yönelik şiddet soykırım boyutuna ulaşırken -özellikle 1937 ve 1938’deki Dersim Harekatları sırasında-  Kürtler “potansiyel” Türkler olarak görüldüğü sürece, Kürt halkının toplu fiziksel olarak yok edilmesi gündemden çıktı. Sonuçta, bir devletin varlığını kabul etmeyi direndiği/reddettiği bir halk nasıl yok edilebilirdi?

Bu durum AKP döneminde değişti. Son on yılda Kürtlerin  kusurlu ve kısmen olsa da ayrı bir halk olarak tanınması ironik bir şekilde bugün Türkiye Kürtlerine karşı, mutlak olmasa bile muhtemel, soykırım koşullarını yarattı.

Mesut Yeğen 2009’daki yazısında “Türklüğe karşı Kürtlerin statüsü büyük bir değişimin eşiğinde” diye gözlemlemişti. Yeğen’in işaret ettiği nokta Kürtlerin Türk olabileceği yaygın inancının çöküşüydü. Onun yerine Kürtleri “sözde vatandaş” olarak yansıtan milliyetçi basın ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin anlatıları gelişti ve onları sıklıkla  uzun süredir “Türklük” çemberinin dışına itilen Yahudi ve Ermenilerle ilişkilendirerek Yahudi-Kürt, Ermeni-Kürt diye niteledi.

Kürtlerin resmi ikrarla Türklere göre “öteki” olarak kesin ve açık bir şekilde görme eğilimi Kürt kimliğini farkında olmadan (gönülsüz ve yüzeysel de olsa) güçlendirdi.

Artık Türk siyasi liderlerin  Modern Türkiye Tarihinin çoğunu kapsayan Kürtlere yönelik inkar politikasına geri dönmesi imkansız. Bunun yerine, Kürtler bugün hükümet çevrelerince ve Türk halkının büyük bir bölümünce devletin bütün çabalarına rağmen ülkeyi yok etme konusunda eğilimli olarak addediliyor. Dolayısıyla bir asır öncesinde Ermenilere yönelik toplu cezalandırma modeli -muhtemelen Modern Türkiye Tarihinde ilk kez- şu an mümkündür. 1915’te Ermeniler gibi Kürtler de Türk çoğunluğundan ayırt edilebilir “öteki”  bir grup olarak hâsıl olmuş durumda. Bu bağlamda HDP eşbaşkanlarının, yüzlerce entelektüel ve aktivistlerin tutuklanması Talat Paşa’nın Ermeni Cemaatinin “başını kesme” girişimine çarpıcı bir şekilde benzemektedir. Erdoğan yanlıları, tutuklamaları “terörizmle savaş” kumpasıyla yapmak istiyor olabilir; özellikle Avrupa ve ABD’ye haklı göstermek için.

Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi’nin HDP’lileri “lağım farelerine” benzetmesi Türk siyasi seçkinlerin ırkçı ve insanlık dışı tutumlarına dair ipuçları veriyor. PKK ve Türk Ordusu arasında çatışmaların yaşandığı dönemde yapılan böylesi açıklamalar salt Kürtleri ve Türkleri ideolojik sınırlarla ayırmakla zorlamaya hizmet ediyor ve bunu yaparak Kürtleri şimdiye kadar görülmemiş bir şekilde Türkiye’nin Kürt halkına karşı şiddet kampanyasının temellerini atıyor olabilir.

Peki, bu durum soykırımla mı sonuçlanacak? Buna cevap vermek için belki de çok erken. Fakat 2016 yılı, bir zamanlar bir çok şeyin imkânsız olduğunu düşündüğümüz bütün şeylerin gerçekleştiği bir yıl oldu.

Kaynak: jacobinmag

Previous post
Kolektif ve ekolojik bir avlu: Şirince'de Türkiye'nin ilk alternatif Tiyatro Medresesi
Next post
Türkiyeli kadınlara İran'dan şarkılı destek: Sesimizle yanınızdayız