Ana SayfaGüncelErdem Gül: Ben kamu yararı gördüğüm haberi yazmak zorundayım

Erdem Gül: Ben kamu yararı gördüğüm haberi yazmak zorundayım

HABER MERKEZİ – Gazete Karınca’ya konuşan Cumhuriyet gazetesinin Ankara temsilcisi Erdem Gül, Can Dündar ve kendisine 10’ar yıl, CHP’li Enis Berberoğlu’na ise müebbet istenen karara ilişkin açıklamalarda bulundu, duruşmada yargılamayı gerçekleştiren mahkeme heyetinin üç üyesinin de değiştiğine dikkat çekti. Gül, imza attıkları haberlere ilişkin ise “Ben kamu yararı gördüğüm haberi yazmak zorundayım. Yazmamak sansür olur ve işimi doğru yapmamış olurum” dedi.


Röportaj: ALTAN SANCAR


MİT TIR’ları haberleri nedeniyle Cumhuriyet gazetesinin eski genel yayın yönetmeni Can Dündar ile gazetenin Ankara temsilcisi Erdem Gül ve Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İstanbul Milletvekili Enis Berberoğlu’nun yargılandığı davada esas hakkındaki mütalaasını açıklayan Savcı; Can Dündar ve Erdem Gül’e 10’ar yıla kadar hapis, CHP’li Berberoğlu’na ise müebbet ve 10 yıla kadar hapis cezası istedi.

Gazeteci Erdem Gül’e bu davayı ve Savcı’nın kararını, yine basın üzerindeki baskılar ile OHAL koşullarını sorduk.

Erdem Gül, son duruşmada yargılamayı gerçekleştiren mahkeme heyetinin üç üyesinin de değiştiğini belirtti ve hiç tanımadıkları bu heyetin daha önceki yargılamayı yapan ve “devletin gizli kalması gereken sırlarını açıklama” gerekçesi ile kendilerine hapis cezası veren heyet olduğunu söyledi.

Hükümetin kendisi gibi düşünmeyen kesimlerin seslerini kesmek istediğini vurgulayan Gül, Cumhuriyet gazetesinin de bu mecralardan biri olduğunu ifade etti.

Gül, 12 Eylül’de bile sadece gazeteciliğin bir suçlama haline getirilmediğini söylerken “OHAL ile gelinen noktada yazılan ve çizilenlere müebbet veya aylarca hapis getirebiliyorlar” diyerek mevcut baskı ortamına dikkat çekti.

Cumhuriyet gazetesinin Ankara temsilcisi Erdem Gül’ün Gazete Karınca’ya yaptığı açıklamalar şu şekilde.

“Bir koyundan kaç post çıkar”

Gazeteciliğe yönelik baskılara geçmek için geçtiğimiz gün görülen duruşmanızdan başlarsak; Savcılık mütalaasında “MİT TIR’ları” ile ilgili haberiniz nedeni ile hakkınızda “örgüte üye olmamakla birlikte bilerek ve isteyerek yardım etme” iddiası ile 10 yıl hapis cezası talep etti.  Devam eden süreci anlatabilir misiniz?

Halk arasında bir deyim vardır, “bir koyundan kaç post” çıkar diye. Can Dündar ile ben, Cumhuriyet Gazetesi’nde manşet olan birer haber nedeni ile 3 ay tutuklu kaldık ve Anayasa Mahkemesi’nin kararı ile tahliye olduk. Tahliye ardından “devletin gizli kalması gereken bilgilerini yayınladığımız” gerekçesi ile ceza aldık ve dosya Yargıtay’a gönderildi. Ardından, Savcılık haberlerimizin aynı zamanda “örgüte üye olmamakla birlikte bilerek ve isteyerek yardım etme” suçu kapsamına girdiğini belirtti ve bir dava daha açtı. Hakkımızda açılan bu davaların delillerini haberlerimizden oluşturmakta.

Hakkımızda açılan ikinci davanın duruşmaları Eylül ayında başladı ve dokunulmazlığı kaldırılan CHP Milletvekili Enis Berberoğlu da yargılamaya dahil edildi. Çarşamba günü gerçekleşen duruşmamız üçüncü duruşmamızdı ve bir önceki duruşmada tanıkların dinlenmesi yönünde bir karar verilerek bugüne ertelenmişti. Bizler mahkemeye gittiğimizde savcının apar topar mütalaasını verdiğini gördük. Savcılık, mütalaasında bahsi geçen suçlama nedeni ile cezalandırılmamızı talep ederken, mahkeme sürecinde bu örgütün nasıl bir örgüt olduğuna ve nasıl yardım ettiğimize dair bir tartışma ise asla yaşanmadı.

“Mahkeme heyetinin üç üyesi de değişmiş”

Son duruşmaya gittiğimizde, yargılamayı gerçekleştiren mahkeme heyetinin üç üyesinin de değiştiğini gördük. Mahkeme salonuna girdiğimizde karşımızda hiç tanımadığımız bir heyet vardı ve değişen heyet, daha önceki yargılamayı yapan ve “devletin gizli kalması gereken sırlarını açıklama” gerekçesi ile bizlere hapis cezası veren heyetti. Son duruşma sadece 10 dakika sürdü ve dinlenmeyen tanıkların dinlenmesine karar verilerek 1 Mart’a ertelendi.

“Yaptığımız gazetecilik”

Size göre iktidardan “MİT TIR’ları” haberine bu denli ağır tepkiler gelmesinin, hedef gösterilmenizin nedenini neydi?

Haberi yazdığımız dönemde Türkiye 7 Haziran Genel Seçimleri’ne gidiyordu. 7 Haziran öncesinde ve sonrasında şiddetli olaylar meydana geldi. 7 Haziran öncesi Diyarbakır’da HDP mitingine bombalı saldırı gerçekleşti, 7 Haziran ertesinde AKP ilk defa iktidarını kaybetti ve birçok noktada saldırılar yoğunlaşmaya başladı. Bizlerin yaptığı da gazetecilik refleksi ile “Türkiye Suriye’de yaşananlara benzer katliamlar yaşıyorken, yasadışı silah sevkiyatı var mı yok mu?” konusunu haber olarak yazmaktı. Gazetecinin yapması gereken, halkı katliam tehlikelerine karşı uyarmak ve nedenleri anlatmaktı, bilgisini ve belgesini yayınlamaktı. Biz de gazeteciler olarak bunu yaptık. Geriye doğru bakınca anlıyoruz ki konu, hükümetin Suriye politikasının tam ortasında yer alan bir meseleymiş.

Geldiğimiz noktada da Numan Kurtulmuş, “Suriye politikamız baştan sona yanlıştı” dedi. Ancak gelinen noktada hala birçok can yitiyor, katliam korkusu devam ediyor, insanlarımız sokağa çıkmaktan endişe duyuyor ve çok sayıda insan yaşamanın mucize olduğunu düşünüyor.

Haberleri yazdığımız dönemde Batı’da Türkiye’nin IŞİD ile yeterince mücadele etmediği algısı egemendi ve bizim haberler de bu algının bir parçası olarak görüldüğü için bizler hedef seçilmiş olabiliriz. Ancak benim derdim veya niyetim onların sorununun ne olduğu değildir, ben kamu yararı gördüğüm haberi yazmak zorundayım. Yazmamak sansür olur ve işimi doğru yapmamış olurum.

“Hükümet, kendisi gibi düşünmeyenlerin seslerini kesmek istiyor”

Geçmişten bugüne baktığımızda Cumhuriyet sık sık hedef seçilen gazetelerin başında geliyor. Ergenekon operasyonları yapılırken ‘Ergenekonculuk’ suçlaması ile, darbe girişimi operasyonları yapılırken  ‘FETÖ’  suçlaması ile baskına uğradı. Size göre neden Cumhuriyet?

31 Ekim’de operasyon yapıp 10 arkadaşımızı gözaltına aldıklarında suçlamalar arasında hem FETÖ hem de PKK vardı. Son olarak Ahmet Şık alındığında ise örgüt sayısı üç oldu ve insan aklının alamayacağı suçlamalar çıktı ortaya. Ancak benim açımdan durum gayet net: 15 Temmuz sonrası ilan edilen OHAL ile antidemokratik uygulamaların ivme kazandığı ve hukukun askıya alındığı bir ortamda hükümet her türlü ceberutluğu yapabiliyor. OHAL öncesi tüm istediklerini rahatça yapamıyorlardı, fakat geriye doğru baktığımızda da bu süreç vardı. Örneğin, biz OHAL’den önce cezaevine girdik. Hükümet, kendisi gibi düşünmeyen kesimleri ve seslerini kesmek istiyor ki Cumhuriyet de bu mecralardan biri. Ayrıca ben Türkiye’de haber yapmanın da hükümetin gözünde suç olduğunu ve “terör örgütlerine yardım etmek” biçiminde adlandırıldığını düşünüyorum. Cumhuriyet’in de bu sınıfta değerlendirildiğini düşünüyorum.

“Medya denetim yapar”

Tam da bu noktadan baktığımızda, gazeteciliğe yönelen suçlamalar yalnızca muhaliflikten kaynaklı değil gibi. Hükümetin gerçeklerle ve bunların ortaya çıkması ile ilgili bir kaygısı mı var?

Ben gazetecilik mesleğim boyunca, ‘gazeteci muhalif olur’ gözü ile bakmadım hayata. “Muhalefet olmak”, “yandaş olmak” gibi kavramlar siyasi kavramlar. Parti veya sivil toplum örgütleri kurup iktidara yandaş ya da muhalif olursunuz, ama medya kendisini muhalif ya da yandaş diye tanımlamaz. Yorum hakkınız vardır, ancak “haber yapacağım ve gerçeği anlatacağım” diye yola çıkarsınız. Çünkü haber tektir, sağı solu olmaz ve gerçeğin kendisidir. Medya bir denetleme aracıdır.

Hükümetin sürekli olarak “Milli irade yapılacak seçimler ile bizi denetler” demesinin içi boş aslında. Zira halkın gerçek denetleme mekanizmalarına ne kadar sahip olduğu bir tartışma konusudur. Bu süreler içinde gerçek denetimi adli ya da idari denetim mekanizmaları yapar ki Türkiye’de bunlarda bitiriliyor. Buna ek olarak da medya denetim yapar. Çünkü dört ya da beş yılda bir denetlenmek diye bir şey olamaz, denetlenme halk adına her gün olmalıdır. Dünyanın her yanında denetleme aracı olarak görülen medya elbette ki güçsüzleri, elinde iktidar aracı, silah gücü ve birilerini kapatma gücü olmayanları değil, bunlara sahip olanı yani iktidarı denetler. Tam da bu noktada denetlenmek istemeyen de “bu muhalif, bu terörist” der ve haberi de gerçeğin ortaya çıkmasını da istemez.

“Hükümet kendini suçlayanı Silivri’ye alıyor, Ahmet Şık da bunun örneği”

Ahmet Şık geçtiğimiz haftalarda gözaltına alındı ve tutuklandı. Geçmişte Oda TV Davası gerekçesi ile tutuklanırken, bugün de ‘FETÖ’ gerekçesi tutuklanıyor. Ahmet Şık’ın özel olarak hedef alınmasını nasıl görmek gerek?

Bir siyasi iktidarın kedi döneminde yaşananlara dair birtakım siyasi sorumlulukları olur. Hükümet kendi iktidarları döneminde yapılan ve 15 Temmuz darbe girişimine, halkın katline kadar varan yanlışların tüm siyasi sorumluluğunu dönüp “ben yapmadım, bunlar yaptı, kandırdılar” diyerek bunlara yüklüyor. Ahmet Şık’ın yargılandığı dava için de “Ben yapmadım, yargıyı ele geçiren FETÖ yaptı” dediler. Ahmet Şık FETÖ’den mağdur edilmiş bir adam, ama onlar da tutukladılar. Benim tespitim şudur ki hükümet geçmişte kumpaslar ile mağdur olan kesimin sadece FETÖ’yü suçlamasını istiyor, kendilerini suçlayan biri çıkınca da soluğu Silivri’de alıyor; Ahmet Şık da bunun örneğidir.

Tutuklu gazetecilerin cezaevinde büyük zorluklar yaşadıkları belirtiliyor. Sizin tutuklu Cumhuriyet çalışanlarının, gazetecilerin durumları, cezaevi koşulları hakkında bilgileriniz neler?

Geçtiğimiz günlerde çalışma arkadaşlarım ile görüşmek için Adalet Bakanlığı’na bir başvuruda bulundum, ancak herhangi bir cevap alamadım. Aileler ve avukatlarından edindiğim bilgiye göre tutuklu olan gazeteciler, birinci dereceden akrabaları, avukatları ve milletvekilleri dışında kimse ile görüştürülmüyorlar. Silivri Cezaevi’nde OHAL ardından koşulların daha da ağırlaştırıldığını öğrendim. OHAL öncesi sınırsız olan avukat görüş hakkının haftada bir saate indirildiğini, kitap konusunda ciddi sıkıntıların yaşandığını ilettiler. Tüm bunlardan önemlisi de tutuklu gazeteciler mektup alamıyor ve gönderemiyorlar. Ahmet Şık’ın nakiller esnasında susuz bırakılmasına haberleştirildiği için değinmiyorum bile. İddianame hazırlanmadan tutuklanmak peşin bir cezalandırmadır ve uzun süredir bu yaşatılıyor. Ancak OHAL koşullarında mevcut peşin cezalandırmanın ekstra boyutları yaşatılıyor. Cumhuriyet Gazetesi tutuklularının bir süre gazetemizi alamadığını, ancak şimdi aldıklarını biliyorum. Diğer cezaevlerinden gelen mektuplarda ise Cumhuriyet’in verilmemesi gibi sorunların yaşandığı da belirtiliyor.

“12 Eylül bile sadece gazeteciliği bir suçlama haline getirmedi”

Mevcut OHAL durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hukuku asklıya almış bir askeri dönem ile sivil dönemin antidemokratik uygulamalarını karşılaştırmak kötü, ancak 12 Eylül’ü yaşayan birçok isimden “Koşullar 12 Eylül’den bile kötü” sözlerini duyuyorum. 12 Eylül bile sadece gazeteciliği bir suçlama haline getirmezken, OHAL ile gelinen noktada yazılan ve çizilenleri müebbet veya aylarca hapis getirebiliyorlar. 12 Eylül biteli 35 yıl oldu ama Türkiye oralardan çıkabilmiş değil. Bu durum da ülkeyi yönetenlerin üzerine düşünmesi gereken tablo aslında. Evrensel hukuk bakımından hem Cumhuriyet tutuklularının hem de diğer tüm gazetecilerin bir an evvel serbest bırakılması gerektiğini düşünüyorum.