Ana SayfaÇeviriBauman’ın ardından: Ona göre soykırım, modern çağın çok karakteristik bir yaratısıydı

Bauman’ın ardından: Ona göre soykırım, modern çağın çok karakteristik bir yaratısıydı

Bauman 20. yüzyıl ortası “katı modernitesinden” günümüzün “akışkan modernitesine” doğru bir geçişe tanıklık ettiğimizi söylüyordu. Yaşam daha özgür hale gelmişti; daha geçişken ve çok daha riskliydi. Prensipte, çalışanlar sıkıldıkları vakit işlerini değiştirebilirlerdi. Yurtdışına yerleşebilir ve kendilerini alışveriş üzerinden baştan yaratabilirlerdi. Tek bir tıkla yeni cinsel partnerler bulabilirlerdi. Ama devamlılık pek azdı. Bu yeni atmosferde bazıları kazançlıydı; daha önce geçerli olan kurum ve normlar boğucu ve baskıcı olabiliyordu. Peki ama gelgeç bir işgücü, daha eşitlikçi bir kaynak dağılımı mücadelesinde bir araya gelebilir miydi? Alışveriş takıntılı tüketiciler, sorumlu ve ilgili yurttaşlar olma görevlerine geri dönebilirler miydi? Kısa vadeli arzuların motive ettiği sevgililer, bağlılığın değerini öğrenebilirler miydi?


NEIL GROSS

Çeviri: SERAP ŞEN


Sosyolog Zygmunt Bauman’ın 91 yaşında ölümü ile entelektüel dünya nadir bir sezgi ve görüş menziline sahip bir düşünürünü kaybetti. Çalışma tarzı bugün ABD’deki birçok sosyal bilimciden radikal şekilde farklı olan bu düşünürün aramızdan ayrılışı vesilesiyle, mesleğimizin daha fazla üyesinin onu örnek alması halinde kazanabileceklerimizi düşünebiliriz.

Bauman sayısız kitap yazdı ve İngiltere’deki Leeds Üniversitesi’nde yıllarca ders verdi. Kariyerinde görece geç bir aşamada saygınlık kazanan bir bilim insanı oldu. Büyük başarısı 1989’da 64 yaşındayken, dönüm noktası bir çalışma olan “Modernite ve Holocaust” kitabını yayınladığında geldi. Holokost’un uygar Almanya’yı ele geçirmiş bir anti-Semitik çılgınlığı yansıtıp onu atavistik bir duruma geri fırlattığına dair yaygın görüşe karşı, Bauman, soykırımı modern çağın çok karakteristik bir yaratısı olarak tasvir etti.

Erken 20. yüzyılın, bize geniş çaplı fabrikaları, etkili ulaşım sistemlerini, disiplinli işgücünü ve soyarıtımı gibi sözde bilimsel ideolojileri getirdiğini söyledi. Bunlar, anti-Semitizm’le birlikte, Hitler’in kitle kıyımının temel öğeleriydi. Bauman modern çağda elde edilen başarıları, karanlık yanına dikkat göstermeksizin kutlamamamız gerektiğini savundu.

“Modernite ve Holocaust” bir teori ve sentez çalışmasıydı. Hiç veri toplamadı ve bu çalışmada bir metodolojiden söz edilemez. Ancak bu, katkısını en ufak şekilde azaltmadı.

Polonyalı bir Yahudi olarak doğan Bauman, 1939’daki Alman işgali ardından vatanından ayrıldı ve Sovyetler Birliği’ne kaçtı. Orada orduya katıldı ve doğu cephesinde Nazilere karşı savaştı. Savaştan sonra Polonya’ya dönerek akademik kariyerine başladı.

Demir Perde’nin ardında bir sosyolog olmak, Marksist bir uzman olmak demekti. Bauman tam da buydu. Ama sola olan adanmışlığı olmasa da, komünizme duyduğu coşku zaman içinde azaldı. 1960’larda öğrenci muhalefetine destek verince öğretim üyeliğini kaybetti ve ülkeyi terk etmesi istendi.

Sosyolog Max Weber’in çalışmalarının kendisi için mihenk taşı olacağı İngiltere’ye taşındı. Weber’in sosyal bilimlerin kişisel değerleri bilimin dışında tutmayı gerektirdiği fikrini reddetse de, modern topluma dair, bürokrasinin merkezi rolünü vurgulayan görüşlerini ikna edici buluyordu.

Weber bürokrasileri güçlü ama iç karartıcı şekilde gayri şahsi görüyordu. Bauman buna küçük bir ekleme yaptı: Bürokrasi gayri insani olabilirdi. Bürokratik yapılar sıradan Alman askerlerinin moral algısını yok etmişti ve Bauman’a göre Holokost’u mümkün kılan şey buydu. Kendilerine sadece işlerini yaptıklarını, emirlere uyduklarını söyleyebildiler.

Sonrasında Bauman ilmi dikkatini, her şeyi sarmalayan kurumların doğası ve rolünün yeniden odak noktası haline geldiği savaş sonrası ve geç 20. yüzyıl dünyalarına çevirdi. Savaş sonrasının istikrara aç insanlarının, yaşamlarını yönlendirmek amacıyla böylesi kurumları – Weber’in bürokrasisinin uysal versiyonlarını – oluşturduğunu savundu. Genç yaşta bir şirket için çalışmaya başlayabilir ve bunun emekli olana dek sizin için sığınılabilecek bir şemsiye olduğunu bilirdiniz. Hükümetler barışı sağlıyor ve muhtaçlara yardım ediyorlardı. Evlilikler topluluk bağları üzerinden oluşuyor ve kalıcı olmaları bekleniyordu.

Ama yüzyılın sonu itibariyle, çeşitli kaynakların basıncı altında, bu kurumlar zayıflamaya başladı. Ekonomik olarak küresel ticaret genişlemiş, Avrupa ve Kuzey Amerika’da imalat düşüşe geçmiş, iş güvencesi ortadan kalkmıştı. Siyasal olarak da değişimler yaşanıyordu: Soğuk Savaş sona eriyordu, Avrupa entegre oluyor ve siyasetçiler sosyal devleti tırpanlıyordu. Kültürel olarak tüketimcilik her şeye nüfuz etmiş görünüyordu. Bauman aşk ve sevgide de – evliliğin zorunlu olmadığı inancının yaygınlaşması ve sonunda çevrimiçi buluşmalara dayanan ilişkilerin popülerleşmesi dahil – büyük değişimler olduğunu not etti.

Bauman’a göre hepsi birbiriyle alakalıydı. 20. yüzyıl ortası “katı modernitesinden” günümüzün “akışkan modernitesine” doğru bir geçişe tanıklık ettiğimizi savunuyordu. Yaşam daha özgür hale gelmişti; daha geçişken ve çok daha riskliydi. Prensipte, çalışanlar sıkıldıkları vakit işlerini değiştirebilirlerdi. Yurtdışına yerleşebilir ve kendilerini alışveriş üzerinden baştan yaratabilirlerdi. Tek bir tıkla yeni cinsel partnerler bulabilirlerdi. Ama devamlılık çok azdı.

Bauman bunların yarattığı sonuçları da ele aldı. Bu yeni atmosferde bazıları kazançlıydı; daha önce geçerli olan kurum ve normlar boğucu ve baskıcı olabiliyordu. Peki ama gelgeç bir iş gücü daha eşitlikçi bir kaynak dağılımı mücadelesinde bir araya gelebilir miydi? Alışveriş takıntılı tüketiciler sorumlu, ilgili yurttaşlar olma görevlerine geri dönebilirler miydi? Kısa vadeli arzuların motive ettiği sevgililer bağlılığın değerini öğrenebilirler miydi?

2003 tarihli “Akışkan Aşk” kitabında, bir paradoks olarak şu son soruyu ortaya attı. Bugün insanların “terk edilmekten ödleri patlayarak, kolayca gözden çıkarılabilir oldukları duygusuyla yaşadıklarını” ve bu nedenle “ümitsizce ‘bağlanma’ arayışında olduklarını” yazdı. Aynı zamanda “‘bağlı olma’ durumundan da sakınıyorlardı” çünkü bunun “ihtiyaç duydukları – evet, doğru tahmin ettiniz – bağlanma özgürlüğünü ciddi şekilde kısıtlayabileceğinden” korkuyorlardı.

Son olarak da, “akışkan modernitenin” iyi davranmadıklarının güçlü bir adama, kesinliği geri getirip kozmopolitliği sepetlemeyi vaat eden bir lidere dönüşmesi riskinden endişe ediyordu.

Bauman’ın çalışmalarının aklı başında her değerlendirmesi, çok fazla konuya el attığını, “kırk tarakta bezi olduğunu” kabul edecektir. Yazdıklarının epeycesi rastgele, aforizmamsı ve tekrar idi. Disipliner sınır diye bir şey tanımıyordu, bir felsefeye, bir edebiyata, bir antropolojiye dalıyordu; bu çok verimli de olabilirdi, amatör de kalabilirdi. Ampirik kanıt diye bir şey tanımazken, hayal gücü ve sezgiler her şey demekti onun için.

Amerikan sosyal biliminde, Bauman gibi düşünürlere pek yer yok. Önde gelen araştırmacılarımız somutu soyuta; kesin şekilde sınanabilecek nedensel iddiaları, bunun mümkün olmadığı tumturaklı teorik tasvirlere tercih ediyorlar. Açıkçası, olguya dayalı bu yaklaşımın lehine çok fazla şey söylenebilir.

Ama Bauman’ın ortaya koyduğu geniş entelektüel yayılım ve vizyondan daha fazla yararlanabiliriz. Özellikle de Avrupalı kitlelerce hevesle tüketilen yazıları, okurların, çağımız ve kendi yaşamları üzerine yepyeni yollardan düşünmesine yardımcı oldu.


Neil Gross’un The New York Times‘tan tercüme edilen bu yazısı Dünyadan Çeviriden alınmıştır.