Bir kent, bir insan, bir şair ve şiir: ‘Paterson’
HABER MERKEZİ – Kenan Tekeş, Jim Jarmusch’un son filmi ‘Paterson’ı Karınca için kaleme aldı.
KENAN TEKEŞ
Birkaç kez tekrarlayacağım bu ismi yani Paterson ismini, ama siz tek bir isimmişçesine okuyun. Çünkü her şey öylesine iç içe, her şey öylesine eşit ki.
ABD’nin New Jersey eyaletinin her şeyden biraz uzak olan kentinin adıdır Paterson.
Küçük bir kent olan Rutherford’ta sıradan bir kasabada doktor olarak çalışan ve yirminci yüzyıl Amerikan şiirinin en önemli isimlerinden William Carlos Williams’ın (1883-1963) beş ciltlik şiir kitabının adı da Paterson.
Jim Jarmusch’un son filminin ismidir aynı zamanda Paterson.
Filmin başrolündeki otobüs şoförünün adı da Paterson.
Paterson; kenttir, insandır, şiirdir ve şairdir.
Jarmusch, kentten insana, oradan da şiir-şaire uzanan bir güzelleme ile hem de eşit bir güzelleme ile saygı duruşunda bulunur.
Otlardan, ağaçlardan, bulutlardan
kaçıncıdır yansıyan
bu yumuşak sabah güneşi
giriyor poyraza bakan odama
otlar, bulutlar, ağaçlarla
okşayarak duvarları…
Her şeyin eşit bir şekilde iç içe geçtiği bu küçük kentte, haftanın beş günü sabahın altısında, uykusundan uyanan, sevdiği kadını koklayan, bundan da mutluluk duyan, eski bir saati koluna takıp otobüs garına doğru giden, akşam yemeğinden sonra köpeği yürüyüşe çıkaran, hep aynı barda bira içen, fırsat buldukça yazan bir insanın hikâyesinden fazlası değildir anlatılan.
Paterson bir otobüs şoförüdür.
Hayatın ötesinde değil, kenarında kıyısında hiç değil, tam merkezinde nefes alıp verir Paterson, kendisiyle aynı adı taşıyan kentin içinde.
Cep telefonu taşımaz, bilgisayar da kullanmaz. Bir kalemi vardır, bir de defteri.
Orada, burada, şurada vahiy gelir gibi ilham anlarını bekleyenler gibi değil, fırsat buldukça yazar.
Çok sevdiği şair olan William Carlos Williams gibi, gündelik yaşamın dilinden, kendisinin de parçası olduğu hayatın içindeki yaşantılardan yararlanarak yazar.
Çağırıyorlar gidiyorum
yol buz tutmuş
gece yarısından sonra, kar
Katı tekerlek izlerine.
Kapı açılıyor.
Gülümseyerek giriyorum ve
soğuğu silkiyorum üzerimden.
Koca bir kadın
yan yatmış yatağında.
Kadın hasta,
belki, kusuyor,
belki sancılar içinde
doğurmak için onuncu çocuğunu. Sevinç! Sevinç!…
Gördüğü ve duyduğudur yazdıkları sadece. Şoförlüğünü yaptığı otobüsle şehrin bir ucundan bir ucuna gidip gelirken kulağında biriktirdiği seslerdir, yüzlerdir, hissettikleridir, duygularıdır, evdeki kibrit kutusudur…
Yazma eylemi
Yazma eyleminde bulunanın, yazdıklarını yayınlatmak istediği, yayınlattıktan sonra da herkese göstermenin, ulaştırmanın, bilinmenin ve ünlenmenin kaygısıyla hırsını taşıdığı bir zamanda -ki gözümüzü çıkartırcasına yapanlar var- o sadece yazma eyleminin kendisiyle ilgilenir.
Tıpkı yanında uyandığı sabahlarda sevdiği kadını koklamaktan mutluluk duyar gibi, yazma eyleminden de mutluluk duyar. Ya da sevdiği kadının evin içindeki bütün eşyalardan köpeğin tasmasına kadar olan her şeyi boyaması, kapkeklerinin mahalle pazarında satılması veyahut küçük kız çocuğunun yazdığı şiiri kendisine okunmasından duyduğu mutluluk gibi.
Güller vardı, yağmurda.
Koparmayın, diye yalvardım.
Dayanmazlar, dedi kadın.
Ama o kadar güzel duruyorlar ki oldukları yerde.
Ah, hepimiz güzeldik bir zamanlar, dedi kadın,
ve koparıp gülleri tutuşturdu elime.
Onun için, sevdiği kadının yazdığı şiirleri yayınlatma isteğini hep erteler, öteler… Köpeğin, şiirlerini yazdığı defteri parçalaması da, şiirlerini yayınlatmama istediğinde ona belki küçük bir armağan olur. Çünkü şiir defterinin parçalanmış halini gördüğünde yüzünde en ufak bir hayal kırıklığı ve öfke belirmez.
Son söz ve son cümle olarak; Jim Jarmusch’un kulaklarımıza bıraktığı cümlede denildiği gibi, şiirin anadilinde okunmasının ne kadar kıymetli olduğu bir kez daha hatırlatılır:
Şiiri tercüme etmek yağmurlukla duş almak gibidir…
* Yazı içindeki dizeler, şair William Carlos Williams’tan.