Ana SayfaGüncelFeminist bakış açısına sahip altı dizi

Feminist bakış açısına sahip altı dizi

HABER MERKEZİ – Dizilerde kadın temsili sınırlı olsa da bazı yapımlar bunu kırmayı başarıyor ve az da olsa feminist bakış açısına sahip diziler de var. Çatlak Zemin’den Esra Çevik, bu dizileri derledi.


Hazırlayan: ESRA ÇEVİK


Veronica Mars

Veronica Mars, bundan 10 sene önce Amerika’da yayınlanmaya başlayan bir gençlik dizisi ancak alışkın olduğumuz gençlik dizilerinden beklenmeyecek şekilde feminist ögeler içeriyor. Veronica, dizinin ilk bölümünde Amerika’nın %1’i denebilecek yüksek gelir grubundan ailelerin çocuklarının okuduğu bir lisede “ponpon kız” iken en yakın arkadaşı Lilly’nin öldürülmesi onun hayatında bir kırılma noktası oluyor. Şerif olan babasının bu cinayeti çözmeye çalışırken yaptıkları bu aileler arasında tepki çekmeye başlayınca, işinden kovulan babasıyla birlikte yarı-zamanlı olarak özel dedektiflik yapmaya başlayan Veronica, yaşadığı şehirdeki bütün kirli çamaşırları ortaya dökmeye başlıyor ve Veronica bir anda çevresi tarafından istenmeyen biri haline geliyor.

Veronica bu durumu benimsiyor ve aslında doğru yolda olduğunu anlıyor. Dizi boyunca Veronica’nın karmaşık bir karakter olarak gelişmesini takip edebiliyoruz. Sözünü asla sakınmayan karakterimiz taciz, tecavüz ve şiddet gibi Amerikan gençliğinde görülen pek çok soruna hiç çekinmeden burnunu sokuyor ve bu yolda karşısına çıkan erkeklerin düşündüklerinin pek de bir önemi olmadığını onlara göstermesini biliyor. Veronica Mars çok basit olan ancak pek çok dizinin geçemediği Bechdel testinden de A+ alarak geçiyor.[1]

Forbrydelsen

Amerika’da The Killing ve inanmayacaksınız ama Türkiye’de de Cinayet adıyla uyarlanan Forbrydelsen, “nordic noir” yani bir İskandinav polisiyesi. Dizide, cinayet dedektifi Sarah Lund’un bir sezon boyunca bir genç kızın cinayetini çözmeye çalışırken yaşadıklarına tanık oluyoruz. Sarah, oğlu ve erkek arkadaşıyla birlikte İsveç’e yerleşme planları yaparken 19 yaşındaki Nanna Birk Larsen öldürülüyor ve Sarah kendini bu cinayeti çözmeye çalışırken buluyor.  “Mükemmel annelik”ten uzakta, işiyle ailesi arasında denge kurmaya çalışırken bocalayan, cinselleştirilmeden ekrana yansıtılmış bağımsız bir kadın karakter olan Sarah sayesinde Forbrydelsen bizlere ütopik görünen İskandinav ülkelerinde bile kadınların yaşadığı zorlukları dramatize etmeden anlatıyor.

Sarah, İskandinavlara göre bir stereotip olabilecek kadar mesafeli ve soğuk bir karakter. Profesyonelliğini kanıtlamak için resmi giyinmek zorunda hissetmiyor, kazaklarını hiç çıkarmıyor ve sürekli sakız çiğniyor. Kusurlu bir karakter ve dizi Sarah’yı yargılamamıza izin vermeyecek bir şekilde bu kusurları bizlere gösteriyor. Sarah Lund karakterini canlandıran Sofie Gråbøl’un 2008’de Emmy adayı olduğunu da söylemeden geçmeyelim.

Top of the lake

Top of the Lake, Yeni Zelanda’nın göl kenarına kurulmuş bir şehrinde 12 yaşındaki Tui’nin hamile olduğunun ve kendini (ya da bebeğini?) boğmaya çalıştığının ortaya çıkmasıyla gelişen olayları işliyor. Bu davayla ilgilenmek için kendisi de aynı şehirde büyümüş ama daha sonra metropolde kariyerini kurmuş olan dedektif Robin Griffin, Laketop’a geliyor. Oldukça “erkek” bir sistemde çocuk psikolojisi hakkındaki deneyimlerinden faydalanarak ve “profesyonel” kalarak Tui’nin hamileliğini çözmeye çalışan Robin, Tui’nin kaybolmasıyla kendini şehrin en derin ve kirli sırlarının içerisinde buluyor.

Dava çözülmeye çalışılırken erkek şiddetinin, tecavüzün ve ataerkinin maruz kalanlar üzerinde bıraktığı etkiye ve bunun insanların hayatındaki uzun dönem sonuçlarına da tanık oluyoruz. Buna paralel olarak Laketop’taki Paradise adlı arazide, devasa konteynırlarda yaşamaya başlayan bir grup kadını, birbirlerini ve kendilerini “iyileştirmeye” çalışırken görüyoruz. Lider ya da guru olarak görülebilecek ama kendini bu şekilde tanımlamaktan hoşlanmayan GJ adlı karakter çok az repliğiyle çok şey söylemeyi başarıyor ve acımasız da olsa gerçeklere ulaşmalarına yardımcı oluyor. Top of the Lake ikinci sezonu heyecanla beklemenize ve pek çok tabuyu farkında bile olmadan sorgulamaya başlamanıza sebep olacak.

American Horror Story: Coven

Şimdiden bir kült haline gelmiş American Horror Story’nin 3. sezonu New Orleans’ın mistik atmosferinde geçiyor ve sorunlu genç kızlar için hizmet veren bir yatılı okul süsü verilmiş bir cadı okulunda yaşananları konu alıyor. Dizi, diğer sezonları gibi kendine özgü anlatımı ve sinematografisiyle hem rahatsız edici hem de düşündürücü bir etki bırakıyor. Farklı ırklardan, farklı deneyimlerden gelen, fiziksel olarak birbirinin aynı olmayan ve birer stereotip olarak ele alınmamış kadın karakterleri ve az sayıda erkek yan karakteriyle Coven ayrı bir inceleme konusu olacak kadar çok feminist motif içeriyor.

Aslında doğaüstü güçlere sahip bu kadınların hem bu fantastik evrende ve günlük hayatlarında maruz kaldıkları şiddet ve ayrımcılıklarla mücadelesine tanık oluyoruz hem de en uç ihtimallerle kadınların dayanışmasının sembolik de olsa bir örneğini görüyoruz.

Agent Carter

Agent Carter, 1946 yılında Marvel evreninde geçiyor. SSR adlı istihbarat ajansında çalışan Peggy Carter karakterini daha önceki Marvel filmlerinden Captain America’nın kız arkadaşı olarak hatırlayanlarınız vardır. Marvel da işte tam burdan günah çıkarmaya başlıyor ve dizinin en başından Peggy’nin “bir erkeğin sevgilisi” olarak tanımlanmayacağını anlamaya başlıyoruz.

Erkek çalışma arkadaşları arasında cinsiyetçiliğe ve kadın düşmanlığına en ağır şartlarda maruz kalan Peggy hiçbir erkeğin ona değerini öğretmeye kalkmasına ve kendinden şüphe ettirmesine izin vermiyor. Yakın dostu Howard Stark vatan hainliğiyle suçlanınca Peggy onun adını temizlemek için kendi soruşturmasını yürütmeye başlıyor ve çalışma arkadaşlarının onun hakkındaki önyargısı Peggy için bir avantaja dönüşüyor. Peggy, yeri geliyor tabiri caizse pek çok erkeğin “kıçını tekmeliyor” yeri geliyor etrafındaki erkeklerin “kıçını kurtarıyor”. Böyle erkek egemen bir dünyada hayatta kalmaya çalışırken Peggy ile birlikte biz de kadınların dostluğunun ve dayanışmasının öneminin farkına varıyoruz. Agent Carter beğenildiği kadar eleştiri de topluyor. Televizyon yazarları tarafından pop-feminist bir dizi olmakla eleştiriliyor. Türkiye’deki dizilerle karşılaştırdığımızda bize de “Buna da şükür!” demek düşüyor.

The Fall

Efsanevi The X Files dizisinden de tanıdığımız Gillian Anderson’ı İngiltere-İrlanda ortak yapımı polisiye The Fall’da, başkomiser Stella Gibson rolünde izliyoruz. Hem Stella Gibson ile seri katil Paul Spector’ın kedi-fare kovalamacısını takip ediyoruz hem de artık bıktığımız anti-kahraman cinsiyetçi dedektif stereotipinin aksine feminist bir dedektif olan Stella’nın ders niteliğindeki replikleriyle küçük aydınlanmalar yaşıyoruz.

Stella, “kurban”larının hepsi kadın olan bu seri katili “canavar”laştırmaya meyilli meslektaşlarının ve medyanın içindeki mizojiniyi bir bir ortaya çıkarıyor. Tecavüzcü ve katilleri normal değilmiş gibi gösterip erkek şiddetinin toplumsal temellerini yok sayanlara karşın Stella, Paul’un normal olduğunu, sadece belki de her erkeğin yapabileceği ama yeterince cesur ya da “deli” olmadığı için yapmadığı şeyleri yapabildiğini anlatıyor. Stella’nın bir sahnede kadınlar ve erkekler ile ilgili anlattığı hikâye, The Fall’un basit bir polisiyeden fazlası olduğunu gösteriyor:

Kim olduğunu hatırlamadığım bir kadın bir gün erkek bir arkadaşına “Erkekler kadınlarla ilgili neyden korkarlar?” diye sormuştu. Aldığı cevap “Kadınların bize gülmesinden” oldu. Bir kadın arkadaşına “Kadınlar erkekler ile ilgili neyden korkarlar?” diye sorduğunda ise “Bizi öldüreceklerinden korkuyoruz” cevabını aldı.


[1] Karikatürist Alison Bechdel tarafından oluşturulan filmlerin toplumsal cinsiyet eşitliği açısından değerlendiren test.

Kaynak: Çatlak Zemin