Ana SayfaYazarlarArif AltanGelirse kurtuluruz – ARİF ALTAN

Gelirse kurtuluruz – ARİF ALTAN


ARİF ALTAN


Eğer Seçimler bir şeyleri değiştiriyor olsaydı onu mutlaka yasaklarlardı.

Ciddiyeti giyindiğinden emin olduğu anda, herkesi çıplak bırakan bir kara mizah cümlesinden fazlasını ima etmişti Emma Goldman.

Kendini boğacak ipi, kendi elleriyle en sağlam düğümü attıktan sonra bunu, boynuyla birlikte büyük bir cömertlikle kölelerine teslim eden bir efendi olmuş mudur hiç? Kara mizah, efendinin kaçınılmaz yazgısından önce kölelerin beceriksizliğine odaklanır çoğu zaman.

Godot’yu Beklerken, Beckett’in sevimli bir ciddiyetle konuşturduğu karakterleri Estragon ile Vlademir’in kendilerini asma sahnesindeki o görkemli an bile, efendinin yazgısından çok, intiharına yöneldiğinde dahi kölenin sakarlıkta inebileceği derinliğe dikkat çeker. Estragon, kendilerini asmak için kemerini çıkarır, pantolonunu tutan ipi çözdüğünde, üstüne bol gelen pantolon bileklerine kadar düşer… Mecbur kalınırsa, eh idare edilebilirdi, ama ondan önce ip sağlam mı bir bakmak gerekirdi elbet.

Bir şeyleri değiştirebilseydi onca sakar ele, bunca kıymetli zarf tutuşturulur muydu? Emma Goldman’ın soğuk gerçekçiliğine, ateşli tebessümünü ekleyen İrlanda asıllı ABD’li komedyen George Carlin, bize işin aslını söylemişti:

Politikacıları unutun. Onlar önemsiz. Politikacılar size seçim hakkı tanındığı fikrini sürdürmek için varlar. Hakkınız yok. Seçim hakkınız yok. Sahipleriniz var. Size sahipler. Her şeye sahipler. Bütün önemli topraklara. Kolektif şirketleri denetliyorlar ve sahipleriler. Uzun zamandır senato, meclis, hükümet binaları ve belediyelerin sahipleriler. Yargıçlar arka ceplerinde. Bütün büyük medya ve haber şirketlerinin sahipleriler. Her sene milyarlarca doları lobileşmek için kullanıyorlar. Onlar tek bir şey istemiyorlar. Eleştirel düşünen vatandaş istemiyorlar. Çünkü bu onların çıkarlarına aykırı…

Seçtiğini sanırken onayladığını, tercihini kullanırken var olanı meşrulaştırdığını anlamak bile bulunduğu kuyunun dışına çıkmayı gerektirir. Her gün yinelenen bir ritüelde işlevini yerine getiremeyen, getiremeyince de gerçekliğin kesinliğinden uzaklaşmaya başlayan hafızanın, zaman içinde tümden çöküşüyle ilgili bütün mesele.

“Bir oy kullanacağım ve her şey bir anda değişecek”(!) Eylemsizliklerine yenilmiş insanları sürüklediği bir ağacın altında Godot’yu Beklerken, Beckett karakterlerinin ağzından aşınmış bir umutla yinelenip duran o aynı yıkıcı umutsuzluk işte. Kimilerine göre Vlademir ve Estragon’un “gelirse kurtuluruz” dedikleri sıradan bir adam, kimileri için ölüm, kimileri için tanrı, kimileri için bir otobüs şöförü, kimileri için hayatın kaybolmuş anlamı, kimileri için bütün anlamsızlıkların ve saçmalıkların sonu olsa da, gerçekte hiçbir zaman gelmeyecek olanın, hiç gelmeyenin ama gelmesi hep beklenenin adıydı Godot.

Seçemiyorken seçtiğini sanmak, belirleniyorken belirlediğine inanmak,  eylemsizliğine yenilmişken olduğu yerde bırakan devinimsizliğini devinimle karıştırmak, en fazla sevinçsizlikte birleşmiş olmanın sevincini verebilir.

Rüzgarın etkisiyle dalından kopmuş yaprağın hareketi, bize gerçeğine kör, sağır ve yabancı olan, ama yine de öznelliğine inanmış nesnenin canlılığını mı anlatır şimdi? “Tarihin eşyada beliren ifadesi, geçmiş azabın (bir) dışavurumu” olarak kendisini ortaya koyabilirdi ancak.

Haklardan yoksun haklıların ya da halkların, hiçbir söz hakkının olamayacağını daha nasıl bir yıkım kanıtlasın?

Yıkımın söylemediğini, bize masallar anlatsın öyleyse. Yüzyıllar ve yüzyıllar önce Keltlerin Başbuğu  Roma’yı kuşatır. Yedi aylık direnişten sonra tükenen Romalılara Keltlerin Brennus’u (başbuğ) istediği miktar altını ödemeleri karşılığında kuşatmayı kaldıracağını bildirir. Ancak kaçmayıp kentte kalan seksen senatör, altınları tartarken hile yapan Keltlere karşı çıkınca, Keltlerin Brennus’u ağır kılıcını terazinin öbür kefesine koyarak şöyle haykırır: “Vae Victis!” Tercümesi, “zavallı yenikler!” Haklarla donatılmayan haklıların “sözde haklarının”, ulu başbuğların terazinin öbür kefesindeki kılıçlarının ağırlığıyla ölçüldüğü yerde, hileye itiraz eden herkesin “Vae Victis” denilerek susturulacağı o an gelecektir elbet.

Biz “zavallı yeniklerin” anlamakta güçlük çektiği şey, yasaklanmadığına göre oy vermenin asla bir şeyi değiştirmeyeceği gerçeği. Her yıkımın ardından aynı hevesle yinelenen bir ritüelin, bir sonraki felaketi meşru ve kaçınılmaz hale getirdiği görülmüyor mu? Aslında doğru. Öldürülen öldürüldüğünü, soyulan soyulduğunu, tecavüze uğrayan tecavüze uğradığını, işkence gören işkence gördüğünü, aç bırakılan aç bırakıldığını, bu “özgürlük” olmasa başka türlü nasıl unutabilirdi?

Uygar dünyamız, modern pozitif hukukumuz, hukuktan asla faydalanamayacak olan “yeniklerin”, başkaldırma potansiyeli içeren bölücü ve negatif içgüdülerini tahrip ederek ulaşmadı mı bu ruhani aşamaya? Hakim hukuk, biraz da müneccimlik sanatı değil de nedir? “Kendi başına iyi” ve “kendi başına kötü”lerin yaşadığı bu dünyada hukuk da bir başına, “iyi” ve “kötü” sıfatlı bol cümlelerle kurulan karmaşık ve upuzun bir değer yargıları manzumesi, “iyileri” ve “kötüleri” kimliklerine ve niyetlerine göre bir istifleme ve tasnifleme kurumundan öteye geçebilir miydi?

Olsun,  biz durmadan yinelenen aynı anlamsız özyıkım ritüelinde, işlevini yerine getiremeyen, getiremeyince de gerçekliğin kesinliğinden uzaklaşmaya başlayan belleğin, zaman içinde tümden çöküşüne aldırmadan, yine aynı eksilmeyen dirençle o kıymetli oyunu, bizi değerli kılan o aynı aşınmış umutla oynamayı sürdürelim. Çünkü esas mesele, efendi seçmek yerine artık efendiden kurtulmayı denemek değil! Azıcık neşe için, terazinin öbür kefesinde Brennus’un ağır kılıcının durduğunu görmezden geldiysek, bunun kime ne zararı dokunabilir?

Kara mizah, efendinin zalimliğinden önce kölenin gülünçlüğüne yönelmişse bu, “zavallı yeniklerin” aldırmazlığından çok hakikatin ağırlığını da yüklenen yalanın hafifliğiyle ilgili bir şey olsa gerek.

Hafiflemek kimseye ağır gelmediyse, aynı felaketi tercih ettiğimiz her seçimden sonra, eylemsizliğine yenilmiş Beckett’in o gülünç karakterleri gibi hep bir ağızdan aynı sözleri tekrarlayabiliriz öyleyse: “Gelirse kurtuluruz”.

Godot, gerçekte hiçbir zaman gelmeyecek olanın, hiç gelmeyenin ama gelmesi hep beklenenin adı olsa bile.