Ana SayfaÇeviriMarx’tan ‘Türkiye Üzerine’

Marx’tan ‘Türkiye Üzerine’

HABER MERKEZİ – Karl Marx’ın New York Tribune adlı gazete için aşağı yukarı on yıl boyunca yazdığı yazıları kapsayan “Türkiye Üzerine” isimli kitap Sümer Yayıncılık’tan çıktı. Kitabın çevirmenlerinden de olan Selahattin Hilâv’ın kitap için kaleme aldığı Önsöz’ü yayınlıyoruz.

Karl Marx’ın “Türkiye Üzerine | Şark Meselesi” isimli kitabı, Sümer Yayıncılık’tan çıktı.

Selahattin Hilâv ve Attilâ Tokatlı’nın çevirisiyle yayınlanan kitap, Marx’ın, bundan 164 yıl önce New York Tribune gazetesine yazdığı makalelerden oluşuyor.

Kitap, Osmanlı imparatorluğundan Türkiye devlet yapısına uzanan “stratejik konum” macerasının Rusya, Avrupa ve İngiltere arasındaki çelişkilerin güzergahında nasıl boğuntuya uğradığına ışık tutuyor.

Selahattin Hilâv’ın kitap için kaleme aldığı Önsöz’ü paylaşıyoruz:

Türkleri, Türkiye’nin yönetici sınıfı olarak görmek güçtür

Marx, 1849 yılında Kolonya’da tanıştığı Charles Augustus Dana’nın[1] teklifini kabul ederek, New York Tribune adlı gazete için aşağı yukarı on yıl boyunca, Avrupa ve Asya’daki politik olayları ele alan haftalık makaleler yazmıştı. Amerika’da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. “Türkiye Üzerine”, Marx’ın bu gazeteye, “Şark Meselesi” ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır.

“Türkiye Üzerine”, geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere “Şark Meselesi” açısından ışık tuttuğu gibi Marx’ın Osmanlı İmparatorluğu’nun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bugüne kadar yurdumuzda, Marxcılığın genel öğretisi ve metodu hakkında çeşitli çeviri ve yazılar yayınlandığı halde, Osmanlı İmparatorluğu’nun toplumsal ve ekonomik yapısı hakkında Marx’ın neler düşünmüş olduğu araştırılmamıştı. Bu önsözde, çevirisini verdiğimiz yazılara dayanarak, Marx’ın bu konudaki düşüncelerinin kısa bir döküm ve yorumunu yapmaya çalışacağız.

Marx, “Türkiye’deki Milliyetler” adlı yazıda şöyle diyor:

Türkleri, Türkiye’nin yönetici sınıfı olarak görmek güçtür, çünkü çeşitli toplumsal sınıflar arasındaki ilişkiler, çeşitli ırklar arasındaki ilişkilerden daha az karışık değildir. Türk, şartlara ve bulunduğu yere göre; işçi, ekici, küçük çiftçi, esnaf, derebeylik (feodalite) düzeninin en alt ve en barbar döneminde bulunan toprak sahibi, memur ya da askerdir. Türk, imtiyazlı bir dinin ve milletin mensubudur… Bosna Hersek’te Slav menşeli asilzadeler, İslam dinini kabul etmişlerdir… Bundan dolayı, Bosna Hersek bölgesinde hakim sınıf ve hakim din birbirine karışmıştır.

Demek ki Osmanlı İmparatorluğu’nun sınıf yapısında din önemli bir özellik taşımakta ve milliyet gerçeğini aşmaktadır. Bu imparatorluğun özel sömürme düzeni üzerinde, dinin, çeşitli etnik grupları hakim bir tabaka halinde toplayan ve belirleyen ana ideolojik bağ olduğu düşünülebilir. Marx’ın üretim biçimi olarak gerçek anlamıyla bir derebeylikten değil “derebeyliğin en alt ve en barbar düzeninde” söz ettiğini görüyoruz. Marx’ın bu konuda kesin terimler kullanmayışı dikkati çekiyor.

Haraç Rejimi

“Türk Meselesi”nde de şöyle diyor:

Göçebe devrini yaşadıkları sırada, Türklerin bütün ticareti, kervanları talan etmekten ibaretti; bugün daha medeni hale geldikleri için en keyfi ve ağır vergileri koymaktadırlar.

Yönetici sınıfın, üretime şu ya da bu biçimde katılmaktan çok, üretilenden pay almak yöneliminde olduğu ileri sürülüyor. Bu düşünceler ile Marx’ın Kapital’de açıkladığı ve Doğu Despotizmi’nin ekonomik yapısı olarak gördüğü “Haraç Reimi” (tribute verhaltnis) arasında bir benzerlik bulmak mümkündür. Japon marksisti Jiro Hayawaka’nın da “Haraç Rejimi” ile Asya Tiği Üretim Tarzı arasında bir paralellik bulduğunu belirtmeliyiz.

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki hakim sınıf ile ilgili bir cümlede ise şöyle deniliyor:

Öte yandan Türk tebaası olan Slavlar, beslemek zorunda oldukları bir toprak sahibi Msülüman askeri sınıfın baskısını…

Demek ki hakim sınıfın bir başka özelliği olarak da “askerlik” görülüyor. Ayrıca birkaç satır sonra Ru yönetim sistemi ile yapılan karşılaştırmadan burada, askeri sınıf hakimiyeti sözleriyle anlatılmak istenen düzenin derebeylikle bir ve aynı şey olarak görülmediğini anlıyoruz. Bu iki sistem birlikte bulunabildiği gibi ayrı ayrı da bulunabilir. Marx’ın, genel olarak Doğu’da ve özel olarak Osmanlı İmparatorluğu’nda, adını açıkça söylememekle birlikte, derebeylik düzeninden farklı bir düzenin bulunduğunu düşündüğü belli. Eski Çağ doğu toplumları konusunda Marx ve Engels’in çok daha apaçık ve kesin düşündüklerini ve daha sonraları Asya Tipi Üretim Tarzı deyimini kullandıklarını biliyoruz. Nitekim Engels 6 Haziran 1853 tarihli mektubunda “Ama nasıl olmuş da Doğulular, büyük toprak mülkiyetine, hatta bu mülkiyetin derebeylikte gördüğümüz şekline ulaşamamışlardır?” diye soruyor. Marx da aynı şekilde düşünüyor.

İlgi çekici bir başka düşünce de “Geleneksel Rus Politikası” adlı yazıda yer almaktadır. Marx, “Rum İmparatorları, Sultanlar tarafından kovulup uzaklaştırıldığında, eski Bizans İmparatorluğu’nun ruhu bu hanedan değişikliğinden sonra da yaşamaya devam etti” diyor.

Bizans İmparatorluğu’nun toplumsal yapısı hakkında Marksistlerin yaptığı son araştırmalar, bu düzenin Asya Tipi Üretim Tarzı kapsamı içine girdiğini göstermiştir. Marx’ın, Bizans ile Osmanlı İmparatorluğu arasında bir devamlılık ilişkisi görmesi, bu açıdan ilgi çekicidir.

Osmanlı İmparatorluğu’nda yönetici kadro ile halk arasındaki uçurumu dile getiren şu sözler de sömürenlerle sömürülenlerin sadece dış ilişkilerle birbirlerine bağlı olduklarını ve halkın politi hayata karıştırılmasında dikkatle kaçınıldığını (bu günümüze kadar devam etmiştir ve etmektedir) gösteriyor:

“Öte yandan (Sultan) Çar’a karşı millete başvurmadığı için…” (Rusya ve Batışı Büyük Devletler)

Osmanlı İmparatorluğu’nun toplumsal yapısı ile ilgili en kesin ve ilgi çekici düşünceye, kitabın sonunda yer alan açıklamalarda rastlıyoruz. Riazanov, Engels’in 1890’da Neue Zeit’e yazdığı “Die auswartige Politik des Russischen Zarentums” adlı makaleden şu parçayı almış:

Gerçekten de tıpkı bütün öteki doğu egemenlikleri gibi Türk egemenliği de kapitalist bir toplumla uzlaşmayacak bir şeydir; çünkü elde edilen artık değeri zorba valilerin ve gözü doymaz paşaların pençesinden kurtarmak imkansızdır; burada, burjuva mülkiyetinin ilk temel şartını yani tüccarın malının (mülkiyetinin. S.H.) emniyet altında bulunması halini görmüyoruz.

Demek ki Engels Osmanlı egemenliği ile bütün öteki doğu egemenlikleri arasında, bu açıdan bir fark görmüyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun iç şartları bakımından, kapitalizmin yerleşmesini ve gelişmesini sağlayacak temel şarttan yoksun olduğunu düşünüyor. Bu düşünceye dayanarak Marx ve Engels’in, Osmanlı İmparatorluğu’nu, bir asker-memur kadrosu yönetiminde bulunan ve “Haraç Rejimi”nin ekonomik temeli üzerinde yükselen bir topluluk olarak gördüklerini söyleyebiliriz. “Haraç Rejimi” ya da “Vergi Rejimi” dendiği zaman, halkın üzerinde bir “üstün birlik” olarak yer alış bulunan asker ve memur tabakasının temsilcisi olan devletin artık-ürüne sahip çıkması anlaşılmaktadır. Bu “Doğu Despotizminde” ya da “Asya Tipi Üretim Tarzında” gördüğümüz temel bir özelliktir.

Marx’ın yazdıklarını Türk düşmanlığı olarak görmek yanlıştır

Marx ve Engels’in Osmanlı İmparatorluğu’nun  toplumsal yapısı hakkında bu kitapta yer alan yazılara dayanarak yaptığımız bu kısa yorumlamalardan sonra birkaç noktaya daha değineceğiz.

Okurlarımız, çeviride sık sık geçen “Türkiye” ya da “Rusya” kelimelerinden, “Osmanlı İmparatorluğu”nun ve Çarlık Rusyası”nın kastedildiğini anlayacaklardır. Nitekim “Türk” ya da “Türkler” denildiği zaman da genel olarak, “yönetici sınıf olarak Türk ya da Türkler” kastedilmektedir. Fransızca çevirinin metnine sadık kalındığı için bu kelimelerde herhangi bir değişiklik yapılmamıştır.

Marx’ın Osmanlı İmparatorluğu’nu, tarihi gelişme içinde mutlaka ortadan kalkacak bir teşekkül olarak gördüğü ve bundan ötürü statükonun devamında, gericilerden başka kimsenin yararı bulunmadığını düşündüğü için bu teze karşı çıktığı, kitabın sonunda yer alan “Açıklamalar”da belirtilmiştir. Bundan ötürü, Marx’ın yazdıklarını bir Türk düşmanlığı olarak görmek yanlıştır. Nitekin “Türkiye’deki Gerçek Anlaşmazlık Noktası” adlı yazıda yer alan “Osmanlı İmparatorluğu’nun her zaman mümkün olan parçalanması gerçekleştiği takdirde, Türk bağımsızlığını korumak ya da Rusların ilhak projelerini yok etmek…” sözlerinden açıkça anlaşılacağı gibi Marx milli sınırlar içinde Türklerin bağımsız yaşaması gerektiği tezini savunmaktadır. Aynı şeyi Marx’ın gerçek olan Rus düşmanlığı için de söyleyebiliriz. Marx, gericiliğin kalesi olarak gördüğü Rus devletini otuz yıl boyunca kıyasıya eleştirmiştir. Burada eleştirilen tıpkı Türkler konusunda olduğu gibi Rus halkı değil belli bir toplumsal sistemdir. Nitekim Marx, daha sonraları Rusya’da sosyalist akım şaşırtıcı bir şekilde kuvvetlenince bu ülkeyle başka bir açıdan ilgilenmeye başlamıştır. Marx, yaptığı çözümlemelerin, genel olarak sanayi toplumu ile ilgili olduğunu ve sanayi toplumlarının şartları göz önünde tutularak geliştirilmiş olan öğretisinin, bir tarım ülkesi olan Rusya’ya doğrudan doğruya uygulanmasının yanlışlıklardan başka bir sonuç vermeyeceğini bildiği için bu ülkeyi kendine has şartları içinde inceleyebilmek amacıyla Rusça öğrenmiş ve Rusya hakkında düşündüklerini uzun araştırmalardan sonra yazdığı iki mektupta açıklamıştı. Nitekim hayatının son yıllarında, Rusçanın yanı sıra Türkçe de öğrenmişti. Türkçe öğrenmesinin amacı, ülkemizin tarım hayatıyla ilgili gerçekleri incelemek istemesiydi. Marx, Türk köylüsünün Yakın Doğu’da, devrimci ve demokratik bir rol oynayacağına inanıyordu.

Son olarak şunu da belirtmek gerekir:

Marx, bu yazılarında, kapitalist devletlerin ve onlara ayak uydurmaya çalışan Çarlık Rusya’nın, giriştikleri ahlak dışı korkunç mücadelede ne gibi yollara başvurduklarını ve dünyayı aralarında pay etmek için kimi zaman dostluk maskesini de kullanarak neler yaptıklarını düşündürücü bir biçimde ortaya koymaktadır Özellikle, Rum Kilisesi’nin yani Doğu Ortadoks Kilisesi’nin, bu mücadele içinde oynamış olduğu rol bizi doğrudan doğruya ilgilendirmektedir. Yeni sömürgecilik çağında, yani bugün, bu davranışlar başka bir şekil altında tekrarlanmakta; bu roller başka bir görünüş altında oynanmaktadır. Bunu unutmamalıyız.


[1] New York Tribune’un dış haberler yayın müdürü.
Önsöz’deki ara başlıklar Gazete Karınca’ya aittir.

PAYLAŞ:
    WhatsApp'da Paylaş!   Telegram'da Paylaş!     Yazdır   E-Posta Gönder

Önceki Haber
Açlık grevindeki Filistinli tutuklularla 'dalga geçen' Pizza Hut dünya çapında boykot ediliyor
Sonraki Haber
Ermeni müzisyen Tigran Hamasyan: 'Müziğim sevgi dolu ve kökleriyle bağdaşmış bir nostaljidir'