Borges’in ışıklarla dolu körlüğü
Talan oldu bin bir çeşit alem, silindi
Gitti yüzler (eskiden oldukları gibiler)
yanıbaşımızdaki sokaklar şimdi uzak. Ve de
bu mavi boşluk ki dün derindi
Ama kitaplardır şimdi kalan
Anılarımız da unutkanlıktan ibaret
Şekli aynı, mahveder aklımızı
bir isimden ibaret. Caddelerde
pusuya yatmış kırıklar ve boşluklar
Ve atılan her adım
uçurum olabilir
Ben en ağır mahkumuyum bu hayali zamanın, yok imkanı
bilmenin şafağı veya gurûbu
Gecedir. Kimse yok. Şiirimle
yaşamalıyım bu tatsız evrende
[Jorge Luis Borges, Sonsuz Gül içinden bir bölüm]
“Körlüğümün şüphesiz tırnak içinde ‘işim’ üzerinde bir etkisi oldu” diyen Borges’in tanımlanamaz ve ışıklar içindeki bir körlüğü vardır. Bazen geceden ayaklarla yürür, bazen yardım bekler ya da ah çeker. Ama daima sorar, bulur, kaybeder ve yeniden bulur. Bundandır ki okurken “körleşir” insan biraz ama ışıklar içinde kalır, ateş böcekleriyle hemhal olur. Cebinde koynunda, düş ve uyanıklığında ateş böcekleri, ateş böcekleri olur. Ama aynı zamanda ateş böcekleriyle ölür, ateş böcekleriyle ateş olarak ölür.
Peron iktidara geldiğinde küçük bir kütüphanedeki işinden kovulan Borges’e sokak pazarlarındaki tavuk ve tavşanları denetleme görevi verilir, gözleri pek iyi göremeyen kütüphaneci için ne uygun bir görev! Ama 1959’da Peron iktidardan düşünce Milli Kütüphane yöneticiliğine getirilir, lakin artık sadece sol gözü ışığı biraz seçiyordur ve kütüphanede binlerce kitap vardır artık, göremediği binlerce kitap! Ki bu durumunu Lütuflar şiirinde (Poem of Gifts) şöyle anlatır:
İsyan etmesin, gözyaşı dökmesin kimse
Gösterdi azametini
Tanrı, alay eder gibi muazzam bir tesadüfle
Ona kitabı ve karanlığı aynı anda vererek
Bu ışıksız gözleri efendisi yaptı
Kitaplar şehrinin ve bu gözler olur sadece
Düşler kütüphanesinde
Keşfedilmemiş satırlara sabahın erişemediği…
Sırf Hein’i okuyabilmek için tek başına Almanca öğrenen ve Hein’in şiirlerini gözyaşlarına “boğan” Borges’in Almancayla olan ilişkisi sadece bu kadar iken, “Almanca güzel bir dil ama Almanlar konuşmasa…” diyebilecek kadar ilginç fikirleri de var.
Muazzam tarih ve edebiyat bilinci ve bu bilinci ruhlar duygular dünyasıyla buluşturduğu bir okyanusu da olan Borges; hep, hem bir muamma hem kendi deyimiyle “basit bir adam” hem tanıdık hem yabancı hem şair hem de filozof olarak okur ile ilişkisini ebediyete taşırabilmiştir bence.
Borges’tir işte o, hem çok bilinen, anlaşılan hem hiç bilinmeyen, anlaşılmayan hem hep yanıbaşımızda olan hem sadece “İsrail ve Norveç’i görmek isterdim” diyebilecek kadar gezin olan bir “evrensel varlık”.
Ezber bozan üretkenlik ve yaşam tarzı okurun da ezberbozan bir düşsel patikada sürüklenmesine neden oluyor. Körlüğü ise okura gözlerine “mil çekip” kelime, duygu ve düşünceleri zifiri karanlıkta el yordamıyla buldururken, bir yandan da ay ışığına boğar ruhunu ve gözlerini. Bazen kara gecelerde kara kedi ayaklarıyla sürüklenir okur, bazen alev kanatlı kuşların kanatlarıyla uçar.
Borges’tir o, uçurur, ayaklara taş bağlar, kayalara Prometheus’un yanına çiviler, ansızın beyaz bir tüy tanesinin hafifliğinde yitip giden ya da bir deniz feneriyle “Buradayım!” der geceye ve sulara…
Onun körlüğü genel bir körlüktür; gören, gördüren, buldurup yine kaybettirendir.
Genelde ortalama bir İspanyol iyidir, ahlaki yönden dünyanın en iyisidir(…) Ama Kastil! Kastil conquistadorların (Amerika’yı işgal eden İspanyol askerler) vatanı, hepsi ülkelerimiz üzerinde (Latin Amerika) etkisi olan askerlerin aptal askerlerin, fanatik dindarlık, değişime karşı direnç… Hepsi Kastil’den geliyor. Bizdeki militarizmin ve diktatörlüğün kaynağı…
“Acaba bizim Kastilimiz kim?” sorusunu sormak için yaptığım bu alıntıdan sonra inek gözlerle bile görememeye şartlandıran bu “mutlu-mesut” günlerde, sözü ve manayı Borges’e emanet etmeli derim. Işıklarla dolu körlükle…
Ve son söz:
Benim eserim tozdan ibaret. Ben sadece uluslararası bir hurafe, bir rivayetten ibaretim. Ben diye bir şey yok.
PAYLAŞ:
Tweet