Tecrit

Gazetecilere özgürlük talep ederken, uygulanan tecrit politikasını da onunla beraber işlemek, hukuksuzluğun bu tecrit politikasıyla birleşerek nasıl katmerli bir işkenceye dönüştürüldüğünü de anlatmak, olmazsa olmaz olarak hepimizin üzerindedir.


Akın Olgun


İnsanın tecrit edilmesi ve bunun bir “ehlileştirme” aracı olarak kullanılmasının (ki buna işkence diyoruz) insan ruhunda nasıl derin yaralar açtığını biliyoruz.

Baskıcı, otoriter rejimlerin, iktidarların bu yöntemi muhaliflerin üzerinde en ağır şekilde uygulamasının sadece bedeni değil asıl olarak ruhu teslim almaya dönük olduğu bilinen bir gerçektir ve örnekleri buraya sığmaz.

İktidarın istediği şey; hakikati dile getirirken artık tereddüt etmeniz, onu törpüleyip zararsız hale sokarak etkisiz kılmanız ve muhalif savunularınızı kaygı, korku içine alıp gerçeği iktidar karşısında zararsız hale getirmeniz veya onun bir parçası haline gelerek benzeşmenizdir.

Ülkede “tehlike” olarak görülen siyasi tutsakların “sivil ölümü”nü hedef alan tecrit politikası, F-Tipi cezaevlerinin açılması döneminde çok konuşulmuş, lakin devletin “cezaevi sorunu” başlığı altında projelendirdiği ve medya desteğiyle algılara emzirdiği hücre cezaevleri, çok sonraları kendisinin sıkı savunucularını da içine alarak tecrit denen işkencenin muhatabı haline gelmiştir.  “Zindan” ifadesi, onun zamane savunucularının dahi diline böyle oturmuştur.

Hücre cezaevlerinin muhaliflerin öğütüldüğü bir değirmen olarak düşünülüp, hayata geçirildiği gerçeğini hepimiz biliyoruz artık. Toplumsal duyarlılığın baskı ve zor yöntemiyle geriletildiği, adalet ve hukukun darbe ve benzeri yöntemlerle rafa kaldırıldığı dönemlerde, bu değirmenin hep acelesi olmuştur.

Ahmet Şık’ın, “Bu cezaevinin mimarisini yapan bir insan olmaz” diyerek tarif ettiği “sivil ölüm” hücreleri, artık hayatımızın her alanında inşa edildi, ediliyor.

Tutuklanmış ve hücrelere konulmuşsanız artık bir hakkınız yoktur. “Böyle birşey olabilir mi?” demeyin sakın. Eğer cezalandırmanın amacı, otoritenin veya iktidarın önünde diz çöktürmekse, tutuklu hakları olarak bahsedilen her şey, içeride bir işkenceye dönüştürülür.

En temel haklarınızın dahi size karşı bir silah olarak kullanıldığı ve “dilekçe yaz” denilerek savuşturulduğu (ki bu bir iradeyi kırma yöntemidir) ve insani ihtiyaçlarınızın, şikâyetlerinizin emir komuta zinciri içine alınarak, “arz ederim”le sonlandırıldığı O-hal ile başlar her şey.

Her gün dilekçe yazarak var olan sorunlara bir cevap aramanız, dillekçe yöntemiyle kurulan emir komuta zincirine bağlanmanız, gardiyanın, idarenin otorite dizilimine dâhil olmanızla son bulur. Ruhunuzun, bilincinizin adım adım yönetilir hale getirilmesiyle “ehil” kılınmanızın ilk yolu bununla “arz” edilir.

Havalandırma kapınız açılmayabilir, anahtar kaybolmuştur! Ne zaman bulunacağı ise keyfiyete kalmıştır.

Dilekçe yazmışsınızdır, kaybolmuştur! Tekrar, tekrar yazmanız gerekir ve kaybolmayacağının garantisi yoktur. Keyfiyete kalmıştır.

Sıcak su hakkınız vardır lakin kışın soğuk, yazın sıcak su vererek çıkacaklardır karşınıza.

Kitap hakkınız vardır ama hakkınızı nasıl kullanacağınız, hangi kitapların cezaevine (size) uygun olup olmadığına ve ne zaman teslim edilip edilmeyeceğine onlar karar verecektir.

Görüş hakkınız vardır, kalın bir camın arkasında, ailenizin, sevdiklerinizin sesinin aylarca, yıllarca bir telefon tınısına dönüşmesi, onlarla kurduğunuz bağı, hislerinizi zamanla mekanikleştirecektir. Üçüncü şahıs hattın diğer ucunda sohbetinize hep teşne kalacaktır. (Çıktığınızda bile bu duygu sizi arada bir yoklayacaktır.)

Dinleniyor ve kayıt altında olduğunuzu bilmek, duygularınızı ve derdinizi anlatırken, kelimelerin içinize sıkışmasını ve içinizin bir bulmacaya dönüşmesini sağlayacaktır. Sürekli kendini çözmeye çalışan veya çözülmeyi bekleyen bir bulmaca haline dönüşmeniz, öfke patlamaları yaratacak, anlaşılmıyor, anlaşılamıyor olma duygusu ruhunuzu çevreleyecek, aslında hiç kimsenin umurunda olmadığınız algısı hızla kendinizi herkesten yalnızlaştırmaya ve daha kötüsü kendinizi yine kendiniz içinde yalnızlaştırıp, kapanmaya sürükleyecektir.

Kimseyi görmek istemediğinize, kimsenin gelmesini istemediğinize dair serzenişler ve öfke patlamaları, çaresizlik duygusuyla birleştiğinde iç dengenizi kaybetmemeniz elde değildir. Aslında bütün hücre sistemi, tecrit, yalnızlaştırma politikası sadece ruhunuzu teslim almayı hedeflemiyor, aynı zamanda sorunun asıl sahibi olan sistem sorgulamasından uzaklaştırıp, suçlu olan sizmişsiniz ve tüm yaşananların sorumlusu kendinizmişsiniz duygusunu da adım adım beyninize yüklüyor.

Dışarıyla mektup yoluyla kurduğunuz iletişim, hücre ve tecridin yarattığı soyutluktan çıkarak, gerçekle kurduğunuz önemli bir bağdır her zaman. Gazetecilere uygulanan mektup yasağı, zaman, mekân ve gerçeklik duygularını kaybetmeleri için uygulanan en ağır tecrit yöntemlerinden biridir.

Metrelerce yüksek havalandırma duvarlarının üstünü tel örgülerle çevrelemek ve yine gökyüzünü görebildiğiniz tek yer olan havalandırmanın üstüne çekilen tel kafes buluşu, gökyüzünü dahi kafeslemeye çalışan bir hırsın, kötülüğün de tarifsiz ifadesidir.

Ağır tecrit ve izolasyonun, hafıza kaybı, okuduğunu anlamlandıramama, sürekli uyuma isteği, iştahsızlık, zaman, mekân ve gerçeklik duygusunu yitirme, halüsinasyon gibi sonuçlar doğurduğu, hücrelerde kalmış olanların anlatımlarında çokça mevcuttur ve hep akılda tutulmalıdır.

Gazetecileri tecrit işkencesine tabi tutanlar, sistematik olarak bu tecridin çeperini genişletiyor ve içeride her talebi bir işkenceye dönüştürerek karşılık veriyorlar.

Gazetecilere özgürlük talep ederken, uygulanan tecrit politikasını da onunla beraber işlemek, hukuksuzluğun bu tecrit politikasıyla birleşerek nasıl katmerli bir işkenceye dönüştürüldüğünü de anlatmak, olmazsa olmaz olarak hepimizin üzerindedir.

Davaların hukuki nedenlere dayanmadığı, iktidarın siyasi kararlarının bir sonucu olduğu gerçekliğinden bakarsak eğer, içeridekilerin ağır tehdit ve tecrit altında olduklarını ve bu tehdidin kırılmasının yolunun esas olarak siyasi bir mücadele ve talep etrafında yapılması gerekliliğinde buluşuruz.