Ana SayfaYazarlarArif AltanHayata dönen kendini öldürür – Arif Altan

Hayata dönen kendini öldürür – Arif Altan


Arif Altan


Ağır bir yıkımdan sağ çıkmayı başaran kişi, hayata dönmekle aslında kendini öldürmüş olduğunu görür çok geçmeden. Hayata dönüşün belirtileri, varoluşun ilk kıpırtıları, yabancı bir dili ilk kez konuşanın güvensizliğiyle sarf edilen ilk kekeme kelimeler, kurtulmakla hayatına kıydığını henüz anlamayanın şaşkınlığında beliriveren arazlardan başka bir şey değil. Kendi cesedi başında, etrafını şaşkınca izleyenin tuhaf halini düşünün! Her şey, tinin tendeki kıpırtıları dahi bir yük. Ölü olan hayata dönüyor, ama hayata döndüğünde kendini çoktan öldürmüş olduğunu fark ediyor. Bu, Frantz Fanon’un “ilk kurşun” ağırlığı, “kölenin ölümü/dirilişi” teorilerinden farklı bir şey.

Hayır, kendindeki köleyi öldürdüğü için yeni bir şeye dönüşerek kendisi ölmüş olmuyor, dehşet ile birlikte umudun korkudan başka bir anlamı olmadığını, tazelenen umudun en eski, en köklü yıkımı gereksindiğini fark ettiği için olan oluyor. Dehşet de umut gibi yeni bir çehre kazanmalı, ama o ana kadar umut, muhakkak dehşetten daha büyük bir sözcüğe sığdırılmış olmalı. Ama bu bir yanılsama, umutsuzluğa dönüşen umuda karşılık, gerçeğin tamamını kavrayan yıkımın kendisi. Yıkımdan sağ çıkan düşsüz dönüşsüzlüğüne, toplumsal tarihin döngüsü ise kendi hiçliğine her şeyi katarak tamamlanır.

Hayata dönerken, öldürür kendini horlanan. Hayatın kıyısına itilmiş olan, ölümün üzerine bastıktan sonra dehşetin gırtlağından kayarak iner köklerine. Kendini öldürerek hayata dönen, bir dev aynanın önünde özenle prova eder hayatın imbiğinden geçirdiği deneyimi. Büyük cümleleri ağzında doğal görünene dek yontup durur, hecelenip kırpılır bütün dolgun tınılı sözcükler. Böylece dil, kanaya kanaya varır kendi hakikatine. Bir önceki günden kalma dehşetin üstü şefkatle, yepyeni bir umutla örtülür. Ötelenir dehşet, tam da şimdi, şu anda ve bundan sonraki bütün zamanlarda. Bir başka çağda kalmıştır kötü hatıralar. Bugünü dünün tatsız bilgisiyle zehretmemeli, öyleyse geleceğe şimdiden beklentilerden yüklü yepyeni anlamlar vermeli. Fakat nasıl olur bu? İşte dehşetten yeni çıkılmıştır, şaşkınlık büyük bir dengesizlik. Denge! Esas mesele bu, dengeyi bulmak! Hayata dönen, sırf bunun için bile olsa, önce kendini öldürmek zorunda olduğunu bilir hiç düşünmeden.

Gece bütün ağırlığıyla çekilirken zorunluluğu izleyen yeni gün, bütün nezaketiyle kapıyı aralar. Yeni bir gün demek, yeni olan her şey demek, ondan öte yepyeni bir hayat olasılığı demek. Düş medyumları devrede, “bir önceki kötü gün unutulmalı, daha iyiye gidiyoruz, çok daha iyiye.” Bir önceki günün gerilimi, yeni günün ılıman umutları içinde nemlendirilir. Umutsuzluk sağaltılır, yaralar sarılır. Bir önceki günün dehşetinden geleceğin düş bahçelerine kapı aralanır. Bir hataya doğuldu ne de olsa, öyleyse aynı hataya her seferinde farklı bir yönelimmiş gibi yaşlanılabilir. Budur insan! Aldanmadan, kendini aldatmadan olmuşluk hissini duyamaz.

Olmuşluk duygusu, bu öylesine geçiştirilecek bir şey değil. Zamanı parçalamadan, hayatı dakikalara, saatlere, günlere, haftalara, aylara, yıllara bölmeden yaşayamaz insan. Nefes almadan, dakika dakika, gün gün biriken bir acıyla da yürünemez ki! Şiddetli bir baş ağrısının kesintisiz şekilde bir hafta sürdüğünü hayal edemeyiz. Bir saniye dinmeyen, günlerce süren bir diş ağrısıdır dehşet. Hayatın her anını saran bu dehşetin yıllar ve yıllar boyu kesintisiz sürdüğüne kim inanır? Zamanı bölen, kesintisiz dehşeti mi unutulmuşluğun katlanılır ağırlıklarına bölmeyecek! Dehşetten kurtulmalı, mutlu olmalıyız. Mutluluk! İşte her yeni günün başına heyecanla konan, her yeni günün sonunda kendinden geçerek düşürülüveren tılsımlı kelime! Ağrılar ve sızılar içinde, ama hiçbir şey hatırlanmadan, belleğin derin yarıklarına gömülüp kaybolduktan sonra varılan yer, bu yıkımdan sağ çıkan bungun ruhun eriştiği sükunet. Olmuşluk duygusu denir bu mutlak unutmuşluğa.

Dehşetten çıkana, neden mutluluk salık verilir? Mutluluk, unutmayı gerektirir de ondan mı? Unutmadan yaşayamayız. Tüm geçmişi unutarak kendini anın eşiğine bırakmayı bilmek gerek! Başınız dönmeden, korku duymadan bir uçurumun kıyısında durmasını becerebilmek, mutluluğun ne olduğunu öğretir. Aksi durumda hiçbir zaman mutluluğun ne olduğu bilinmeyecek veya daha da kötüsü, “başkalarını mutlu kılan” herhangi bir şey de hiçbir zaman gelip kendisini bulmayacak.

Mutlu olmamızı buyururken, aslında unutmamız gerektiğini vaaz eder toplumsal yazgı uzmanlarımız. Durmadan unutmamız gerektiğini hatırlatıp durur bu sağduyu tanrılarımız. Bizi iyi edecek unutma, bizi yok edecek dehşetin gölgesinde bir kıvılcım çakımı erdem aydınlığı. Kurban için her talep erken bir talep, her istek aşırı bir istek, her hak eylemi “meşru” ama gerçekçilikten, ilahi bir düzlemede parlatılan ve hakikatle bağdaşmayan bir eylem! Ne yapmalı öyleyse? Beklemeli, sonsuza kadar beklemeli. Sonsuzluk içinde dehşet, küçücük bir kara noktaya dönüşüp gözlerden kayboluncaya, kıyım kanıksanıncaya. İşte böylece yeni gün de dünün enkazını yok saymamız gerektiği ikazı da yeni günün ilk kuvvetli dileği.

Rüzgarın, güneşli bir vadinin üzerinde sürüklediği bir küçük kara bulut şu an ki umutlu bekleyiş. Bu küçük kara bulutun önünde ve arkasında her şey pırıl pırıldır, sadece kendisi her zaman bir gölge düşürür bulunduğu yerden o kadar. Umudun içinde biriken bu arızi şüphe de silinip gider çok geçmeden. Yeter ki “gerçekçi olalım!” Gerek büyük gerekse de küçük meselelerde kendini sürekli bir hile, daimi bir aldanış olarak sunsa da hayat, eğer mutlaka almak için verse de aslında abartmamak gerek. Yeni günde, her şey bambaşka olacak!

Dehşetten uyanan, uyacaktır bu buyruğa. Dehşet, taşınamaz yıllar yılı. Her an, her saat başı, her gün meydana gelen küçük büyük talihsizlikleri, bütün hesaplamaları boşa çıkaran aldatıcı umutları ve kazalarıyla tiksinsek de bu hayattan, insanın sadece mutlu olmak için var olduğuna ikna olamasak da kulak vereceğiz kutsal yargı bekçilerimize. Değil mi ki hayata dönerek kendimizi öldürdüğümüzü fark ettik, bu yeni dönemi de dehşet içinde tamamlamadan her şeyi unutmayı denemekten geri durmayacağız. Arzu edilen şeyin ne kadar arzu edilmeye değer olduğunu gösterinceye, ya umutla ya da umut beslenen şeyle aldanmamızın geçerli nedenlerine bizi ikna edinceye, bu hayatı, sağduyu rahiplerimizin gösterdiği yoldan ilerleyerek tüketmemiz beklenir bizden. Bir ülkenin tüm ezilenleri yüz yıllardır uymakla yükümlü kılındığı tek toplumsal ilke kanaatkârlık değil miydi? Evet, kanaatkâr olunmalı! Dehşete son verecek hiçbir talep ileri sürülmemeli, kendini öldürdüğünü hayata dönerek fark eden, hayattan hiçbir şey beklememeli!

İnsan, insanın azabı. Bir diğerine havayı, toprağı, suyu zehretmek için yaşar nefes alıp veren her canlı. Azap veren, bu yüzden unutmayı salık verir azap çektirdiklerine. Dehşetin içine kara bir leke, o bir damla zehirli umudu damıtır. “Dehşeti unutun, hiç olmadı öyle bir şey, siz sadece ağarmaya başlayan yeni günün ışığıyla yıkayın yüzünüzü.” Yüzünü ışığa tutan belleğinin tortulardan arındığını, içinin hafiflediğini, enkazın bıraktığı görüntünün yeni bir manzara içinde kaybolduğunu görür. Yangın dinmemiş, yıkım sürüp gidiyormuş, bu kimin umurunda! Aksi düşünülebilir, ama, dehşetin içinde gözlerini açan için, dehşetten arınmış bir hayat olasılığı en büyük dehşet.

Previous post
İmre Azem'den bir OHAL belgeseli: 'Uçurumun Kıyısında Türkiye'
Next post
Küresel ısınmanın sonucu: Antarktika'daki en büyük 10 buzdağından biri koptu