Ana SayfaYazarlarElend AydınYazının yalnızlığı – Elend Aydın

Yazının yalnızlığı – Elend Aydın


Elend Aydın


Deminden beri yakamdan “beni yaz, beni yaz” diye çekiştirenler yok oldular. Paris Sıkıntısı (Baudelaire) ile dolu bu boğuk ve yapışkan yaz öğleninde yazacak bir şey yok esasen. Yazmaya yeltenmek ise en büyük gaflet, en büyük aldanmışlıktır. Ama beni aldatıp yazıya çekenler yazı olmuş olsa da buradayım işte. “Aldanırım aldanırım” diyen harika bir şarkının yağmurlu tınılarında kaybolmuşçasına yazmak istiyorum ya da yazmak istemesem de kaçamıyorum. İçimden; “yazma öyleyse, zorlayan mı var?” sesleri yükselse de Marguerite Duras imdadıma yetişiyor:

Yazının yalnızlığı, o yalnızlık olmaksızın yazı ediminin gerçekleşmediği ya da yazacak daha başka ne kaldığı araştırılırken ufalanarak dağılıp giden bir yalnızlık. Yazı, kan yitimine uğruyor, onu yazanın tanımayacağı hale geliyor(…) Bir deliliğin içinde, o deliliğin dibinde neredeyse tam bir yalnızlık içinde olmak ve sizi bundan yalnızca yazının kurtarabileceğini bulgulamak(…) Yazı yabanıl kılıyor insanı. Yaşam öncesi bir yabanıllığa ulaşıyorsunuz. Ve bu size her seferinde aşina geliyor; ormanların yabanıllığı bu, zaman kadar eski yazının başına oturabilmek için kendinizden daha güçlü olmanız gerekir, yazdığınız şeyden daha güçlü olmanız gerekir… İnsan, ne yazacağını bilebilseydi, o işi yapmadan, yazmadan önce hiçbir şey yazmazdı. O zahmete değecek bir şey olmazdı bu. Yazmak, insan yazsaydı ne yazardı, bunu öğrenme çabasıdır… Yazı yel gibi gelir, çıplaktır, mürekkeptir, yazıdır ve yaşamda başka hiçbir şeyin geçmediği gibi geçip gider…[1]

Marguerite Duras’ın yazdığı bu yazıyı okumaktaysanız eğer size kötü bir haberim var. Bence yazmak kendini öldürmektir, intihardır ya da Kürtçedeki gibi “xwekuştin”dir. Ama yeniden dirilten bir intihar yoksa ne ben yazıyor, ne siz okuyor olurdunuz. Gerçi hiçlik, ölüm, oluş ve doğuş hep iç içedir; tıpkı milyonlarca hücremizin yaşamamız için sürekli bir ölüm ve doğum/oluşum halinde olması gibi… Yani ezberletilmiş/kodlanmış “ölüm” meselesi sandığımız gibi sadece tabut ve mezarcıklarda değil, bizzat hücrelerimizde, hayatımızda… Yaşamak için hücrelerimiz şahsında ölmek, ölmek zorundayız daima.

İki saat sonra bu yazdıklarıma dönüyor ve her zamanki gibi okumaktan kaçınıyorum artık, bir yabancının yazdıkları olmuş bu satırları. Yazdıklarımız bizden bir parça, yaşadığımızın izdüşümü olduğu kadar bir yabancıya da aittir bence. O “yabancı”, biziz. Zira bazen bize, bizden daha yabancı biri bulunmaz. Ama o yabancı söz gibi “uçmadığı” “kaldığı” için de zamanla alışır, tanıdık biri oluruz. Keza okurken de aslında bir yabancıyızdır, yazıyı yazan yabancıyla hemhal olarak, hem yazan hem okuyan yabancılar olarak. Ama şu var: hem okuyup hem yazanın yabancılığı hep “çifte” olduğu için daha katmerli. Hem çifte yabancılara hem de okuma yabancılarına, yabancı selamlarla…


[1] Murathan Mungan’ın Seçtikleriyle: Yazıhane, Metis Edebiyat)