Ana SayfaÖzelOya ve Selim Açan 1980’lerin ‘tek tip’ dayatmasını anlattı: ‘O havalarda direnenler de vardı’

Oya ve Selim Açan 1980’lerin ‘tek tip’ dayatmasını anlattı: ‘O havalarda direnenler de vardı’

Ülkenin gündemi saniye hızıyla değişiyor ama bazen de tekerrür ediyor. Bu söyleşinin konusu, tekerrür ile ilgili. Söyleşinin konukları ise o tarihi yaşayan iki devrimci: Oya ve Hasan Selim Açan. Tekerrürün adı yeni duyanlar için ‘tek tip elbise’. Ama aslında TTE diye kısaltılıp, siyasal mücadele tarihine gireli çok oldu. Çocukluğu 80’lerin ilk yarısına rastlayanların parmaklıkların arasından don-gömlek gördüğü babaları, amcaları, ağabeyleri, dedeleri, dayıları demek TTE. Oya ve Hasan Selim Açan çifti, 1980 darbesinden sonra TTE’yi –tabii reddederek- ilk deneyimleyenlerden. Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği davasından yargılanırken, 1980 cuntasının cezaevlerine dayattığı TTE direnişinin içinde bizzat yer alanlardan. Bu direnişte hayatını kaybeden dört devrimciden biri olan Mehmet Fatih Öktülmüş adlı yoldaşlarını kaybettiklerini de tarihe not düşmek gerek. Şimdi TTE yeniden gündemde. 15 yıldır yaşamak zorunda kaldıkları Paris’te Türkiye gündeminin hiç uzağına düşmeyen Açan çiftiyle, belleğimizi tazeleyelim istedik. TTE neydi, sonuçları ne oldu, niye yeniden gündeme geldi ve ne yapmak gerek…


Röportaj: Müjgân Halis


Türkiye kamuoyu hapishanelerde ‘tek tip elbise’ uygulaması ile 1980 sonrasında tanıştı. Şimdi KHK ile yeniden uygulanması gündemde. Konjonktürel olarak tek tip elbisenin (TTE) şimdi uygulamaya konmak istenmesini nasıl yorumluyorsunuz?

Oya-H. Selim Açan: Türkiye çok yönlü, çok katmanlı bir kriz içinde. Sadece iç siyaset değil dış siyaset de tıkanmış durumda. Toplumsal çürüme ve kutuplaşma had safhada. El altından yürütülen bütün karanlık ilişkilere ve gözbağcı yöntemlere karşın şiddetli bir ekonomik kriz kendini giderek daha fazla hissettiriyor. Daha somuta ve detaylara doğru gidildikçe Saray rejiminin korkularını büyüten iç ve dış gelişmelerin takip edilmesi zor bir hızla birbirlerinin üstüne binip yığıştıklarını görüyoruz. Bu bazen ABD’de açılan Zarrab davası oluyor, başımızı Suriye Savaşı’na çevirdiğimiz zaman saplanılan büyük bir batak olarak karşımıza çıkıyor. 2010’daki anayasa referandumuna kadar geçen süreç içinde –‘kullanışlı aptallar’ olarak liberal budalalığın da katkılarıyla- gündemi belirleyen, dahası toplumun geniş kesimlerine şu ya da bu başlık altında ‘umut’ vaat eden Tayyip Erdoğan ve AKP, bugün artık inisiyatifi kaybetmiş, umutlardan çok korkulara seslenerek iktidarını korumaya çalışan savunma pozisyonuna itilmiş durumda. Ayrıca iktidar sürecinde içte ve dışta öyle dolaplar çevirmiş, halka ve insanlığa karşı öyle suçlar işlemiş, öyle büyük rüşvet ve yolsuzluk batağına batmış durumda ki, iktidardan düşmek ‘ölümden beter’ görünüyor bu kliğe ve yanaşmalarına. Bu korku nedeniyle de iktidardan gitmemek için savaş çıkarmak dâhil çok daha büyük kötülükler yapmayı göze alınmış durumda.

Sadece tek tip dayatmasıyla sınırlı olmayan son KHK’yi bu çerçeve içinde okumak lazım. Paramiliter çetelere her türlü muhalif eyleme şiddet uygulama özgürlüğü ve dokunulmazlığı sağlayan maddesi, en az TTE dayatması kadar tehlikeli ve kışkırtıcı. Yıllardan beri izlenen gerilim ve kutuplaştırma politikaları sonucu bir iç savaşın eşiğine kadar getirilmiş toplumdaki ateşe benzin dökmekten hiçbir farkı yok bu adımların.

Son olarak şuna da işaret edelim: Türkiye’de iktidarların yaşadıkları sıkışma ile cezaevlerine yönelik kışkırtıcı adım ve uygulamalar arasında hep doğrusal bir bağ olmuştur. Rejim ne zaman sıkışsa, muhalefet eğilimlerini korkutarak sindirme amacıyla ne zaman topluma bir gözdağı verme ihtiyacı duysa cezaevlerine yönelmiş, cezaevlerindeki siyasi tutsaklara yönelik yeni saldırı ve provokasyonları gündeme getirmiştir. Mehmet Ağar’ın Adalet Bakanı olduğu, Çiller Hükümeti’nin 1996’da 1 Ağustos Genelgesiyle Eskişehir tabutluğunu açmaya yönelmesi ya da F tiplerine geçiş amacıyla 19 Aralık Katliamı’nın tam da 2001 krizinin hemen öncesine denk getirilmesi tesadüf değildir. Aynı zihniyet bugün de işbaşındadır.

Bu kararın cezaevlerine nasıl yansıyacağını düşünüyorsunuz?

Oya Açan: Bu karar cezaevlerinde yeni gerilimlere ve büyük sürtüşmelere yol açacak. Keyfi uygulamalar, işkence ve baskılar, 15 Temmuz sonrasında zaten zincirlerinden boşalmıştı. TTE dayatması bahane edilerek şimdi bunlar vites büyütecek. Cezaevi görevlileri ve jandarmanın keyfi uygulamaları ve baskılar tırmanacak. Siyasi tutsaklar ya mahkemeye (yarın-öbür gün muhtemelen hastanelere de) gidemez hale gelecekler ya da her gidiş-gelişlerinde dayaktan ve işkenceden geçirilecekler. Çok büyük bir olasılıkla aile ve avukat görüşleri de etkilenecek bu keyfi uygulama ve saldırılardan. Uzun sözün kısası, cezaevlerindeki tutsakların günlük yaşamları bugüne kadar yaşadıklarından beter bir zindan hayatına dönecek, getirilen bu dayatmadan sonra.

Metris Cezaevi (1986)

1980 darbe sürecinde hapishanelerde tek tip elbise daha çok devrimci tutuklular üzerinden gündeme geldi. Ancak şu anda başta milletvekilleri olmak üzere, yasal siyaset yapan pekçok kişi cezaevlerinde. Başta HDP milletvekilleri olmak üzere, siyasetçilere tek tip elbisenin zorla giydirilmeye çalışılmasını gözümde canlandırmaya çalışıyorum ve açıkçası ürküntü verici olduğunu düşünmeden edemiyorum. Foucault’çu bir bakışla hapishanedeki bedenin ehlileştirilmesiyle, toplumun ehlileştirilmesi neden bir ve aynı olarak görülüyor günümüz Türkiye’sinde?

Oya-H. Selim Açan: Sözünü ettiğiniz yaklaşımın sadece günümüze özgü olmadığını belirtmeliyiz öncelikle. Bu ilişki her dönemde var ve geçerli olmuştur. 1990’ların sonunda F tipleri saldırısı gündeme geldiğinde biz o zaman da bunu ‘yaşamın hücreleştirilmesine’ yönelik bir saldırı olarak tanımlamıştık. Kamuoyunun dikkatini ısrarla, saldırının sadece cezaevlerine yönelik bir saldırı olmadığına çekmeye çalışmıştık. O zamanlar formüle ettiğimiz “içerde-dışarda hücreleri parçala” sloganı bu ilişkiyi anlatıyordu.

İkinci olarak, ister kendini tümüyle yasal yollara bağımlı hissetmeyen bir politik mücadele hattını seçmiş olsun isterse yasal-parlamenter bir mücadelenin içinden gelsin emekten ve ezilen insanlıktan yana siyaset yapan bütün politik tutsaklar toplumun öncüleridirler. Arkalarından kimleri, ne kadar sürüklediklerinden bağımsız olarak onlar, mevcut düzene karşı çıkıp emeğin ve insanlığın kurtuluşu uğruna kavgaya atılmışlardır ve bu muhalif tutumlarından, devrimci düşünce ve eylemlerinden dolayı tutsak alınıp cezaevlerine kapatılmışlardır. Dolayısıyla onların ayrımsız hepsinin siyasal kimlik ve kişiliklerini hedef alan, onurlarını zedeleyip iradelerini kırmayı amaçlayan her saldırı, hem aynı ölçüde iğrenç ve ürkütücüdür hem aynı ölçüde topluma yönelmiş genel bir saldırıdır. İradelerini teslim alamadıkları durumlarda bile onları aşağılayıp onurlarını incitecek her davranış ve dayatma, aslında hepimize yöneltilmiş bir saldırı ve aşağılama anlamına gelir. Dolayısıyla, cezaevlerindeki politik tutsaklara yönelik her saldırıyı kendi kişiliğimiz ve onurumuza, gelecek umudumuz ve hayallerimize yönelik bir saldırı olarak görüp buna uygun bir tepki göstermek zorundayız.

Belki de ’80’leri bilmeyen, çok da politik gündeme hâkim olmayan insanların sorularını da size yöneltmeliyim: Neden tek tip elbise giyilmesine bu kadar karşı çıktınız, şimdi cezaevlerinde olanlar neden ‘yırtıp atarız ama giymeyiz’ diyor? Neden bu kadar önemli?

H. Selim Açan: Bu tür dayatmaların getiriliş gerekçesi ve amacına bakınca hemen anlaşılır bu tepki. Rejim, tek tip elbiseyi (ve diğer yaptırımları), kendisine karşı çıkma cesaretini gösteren politik tutsakları aşağılamak amacıyla gündeme getirir. Tek tip elbise aslında bir semboldür. Ve o sembol, daha önce muhalif bir tutum benimsemiş olan politik tutsağın, rejimin gücü önünde diz çöktüğünü, o kendisine neyi ne kadar layık görüyorsa ona boyun eğmeyi kabullendiğini gösterir. Yani sorun bir giysi ya da şekil sorunu değildir. O giysinin arkasında bir irade savaşı vardır ve dayatılan o giysinin giyilip giyilmemesi, bu savaşta hangi iradenin dik durduğunu simgeler.

Buna şunu da ekleyelim: Bu teslim alma savaşı, tek tip elbisenin giyildiği durumlarda da bitmez. Tam tersine, arkasından mutlaka onur kırıcı yeni dayatmalar gelir. Her cezaevi görevlisi, tek tip elbise somutunda gerileyip kırıldığını gördüğü her iradenin üstüne üstüne gider. Her fırsatta onu biraz daha aşağılar, daha fazla eziyet eder, doğduğuna pişman etmek için elinden geleni ardına koymaz. 12 Eylül cezaevlerinde TTE’yi giyenler somutunda biz bunu çok gördük ve yaşadık.

Biliyorsunuz, pek çok siyasetbilimci, akademisyen, sosyolog Türkiye’de toplumsal ayrışmaya dikkat çekiyor. Cezaevlerindeki bu dayatmanın, ayrışmayı hızlandıracağı kesin. Bunun nasıl olup da göze alındığını merak ediyorum. Sadece iktidarda kalma refleksiyle açıklamak mümkün mü?

Oya-H. Selim Açan: Kuşkusuz değil. Ayrıca, toplumda yeni gerilim ve çatışmalara neden olacak bu tür kışkırtmaların gerisinde ‘iktidarda kalma refleksi’ belirleyici olmakla birlikte kin ve intikam duygusunun payını da gözden kaçırmamak gerekiyor. TTE’nin yeniden gündeme getirilmesinde bu kin ve intikam duygusunun payı çok büyük hatta baskın diyebiliriz. Çoğu insan bunun düne kadar AKP ile iktidar ortağı olan FETÖ’cülere dönük olduğunu düşünüyor. Onların Tayyip Erdoğan’ı tasfiye ederek tek başlarına iktidar olabilmek için önce 17-25 Aralık operasyonlarına, sonrasında da 15 Temmuz darbesine kalkışmalarının intikamına yoruyorlar. Onları aşağılamaya dönük bir boyutu tabii ki var bu saldırının. Ama paçalarını kurtarabilmek için içlerinden bu kadar çok ‘itirafçı’ çıkan, poliste ve mahkemelerdeki ezik tavırlarına fazlasıyla tanık olduğumuz bu eski muktedirler topluluğundan çok, Selo başkan gibi, Figen Yüksekdağ gibi, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça gibi, Gültan Kışanak, Sabahat Tuncel, Ferhat Encü gibi çok geniş kesimlerin gözünde sembolleşmiş isimlerin başeğmezliği yok mu, işte asıl hedeflenen bu devrimci-yurtsever başeğmezlik. Bu direniş simgelerinden birini bile o kefeni giymiş olarak kamuoyunun önüne çıkarmayı başaracak olabilseler, Tayyip Erdoğan ve yardakçılarının nasıl havalara uçacaklarını kestirmek zor olmasa gerektir.

Siz 1980 sonrası tek tip elbiseyi giymeyen isimlerden ilk akla gelenlerden birisiniz. Dönemsel olarak bir karşılaştırma yapmanızı istesem, nasıl bir analiz yaparsınız?

H. Selim Açan: Bir Marksist olarak her biri farklı özgül koşulların bileşimiyle şekillenen farklı tarihsel kesitleri birbirleriyle kıyaslamanın sağlıklı bir yöntem olduğunu düşünmüyorum. Sorunuzu bu kaydı düşerek yanıtlamaya çalışacak olursam; bütün iç karartıcı yönlerine rağmen sahip olunan imkânlar ve avantajlar yönünden bu dönem bence daha ‘umut verici’ bir dönem. Tabii umudun nerede yattığını görebilmek gerekiyor. Bunun için ise, görüntülere takılıp kalmak yerine dipteki akıntıları yakalamaya çalışmak lazım. 12 Eylül döneminde TTE saldırısı gündeme geldiğinde toplum neredeyse bütünüyle sindirilip teslim alınmış durumdaydı. Bugün ise neoliberalizmin bütün çürütücü etkilerine, estirilen bütün resmi ve sivil faşist teröre, başvurulan bütün hilelere, baskı ve zorbalığa ragmen toplumun aritmetik olarak bile en az yarısı –hatta daha fazlası- muhalif bir tutumda ısrar ediyor. Bu inatçı muhalefet dinamiği kuşkusuz aynı nitelikte ve kararlılıkta değil, parçalı ve çelişkili bir yapıya sahip, özellikle Kürt sorunu söz konusu olduğunda iktidarla aynı mevziye girebiliyor. Lakin onun çekirdeğini oluşturan Kürt özgürlük hareketi ile Türkiyeli devrimci demokrasi dinamiği her şeye rağmen belirgin bir ağırlık ve canlılığa sahip.

İkinci önemli farklılık olarak, 12 Eylül döneminde TTE saldırısı gündeme geldiğinde cunta gücünün zirvesindeydi. Dönemin sayıca kalabalık bütün büyük devrimci örgütlerini çökertmiş, sendikalar başta olmak üzere bütün kitle örgütlerinin kapılarına kilit vurabilmiş, toplumu korkutup sindirmeyi başarabilmişti. Adnan Yücel’in dizeleriyle gerçi  “o havalarda da direnenler vardı” dışarıda ama direniş odağı olarak cezaevleri bir başlarınaydı. Bugün öyle mi? Saray rejimi korku içinde. Yükseliş, hatta duraksama devri dahi değil tarihsel bakımdan çoktan başlamış bir gerileme ve iniş süreci içinde. Zaten bütün hırçınlığı ve saldırganlığı da bu gerçeğin farkında olmaktan kaynaklanıyor.

Dolayısıyla bu dönemi, ‘daha önce hiç yaşanmamış ağırlık ve karanlıkta gören’ değerlendirmeleri kendi adıma paylaşmıyorum. Tabii ki bazı yönlerden geçmişe rahmet okutacak keyfilik, zorbalık ve düşkünlük örnekleriyle karşılaşıyoruz ama bunlar bir bütün olarak bu dönemi geçmiştekilerden “daha ağır” kılmıyor.

Sağmalcılar Cezaevi (1985)

Zor da olsa; o günlere geri dönelim birlikte. Adım adım nasıl gelindi tek tip elbiseye? Tutukluların tavrı ne oldu? Bu tavra, devletin yanıtı hayatınızda neleri değiştirdi? Bunu kendi hayatınızdan somut detaylarla yanıtlarsanız sevinirim.

H. Selim Açan: Öncesinde de bir-iki nabız yoklaması yapılıp sonra vazgeçilen tek tip elbise dayatması 1983 yaz aylarında bu kez daha kararlı bir biçimde gündeme getirildiğinde Oya ve ben henüz yakalanmamıştık. O zamanlar yeraltı bastığımız yayın ve bildirimizle tutsakların sesini kamuoyuna duyurmaya çalışıyorduk. Mamak ve Diyarbakır cezaevlerinde TTE başlangıçta giyilmişti zaten. İstanbul cezaevleri direniyordu. O direnişin beli de 1983 Ağustos’unda yapılan açlık grevinin yenilgiyle sonuçlanması sonrası kırıldı. O yenilgiye izleyen aylarda yapılan tartışmalar sırasında, TTE’yi o güne kadar ‘mavi kefen’ olarak tanımlayanlar dâhil birçok örgüt ‘giyilebilir’ demeye başlamıştı. Sadece Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği (TİKB) ve Devrimci-Sol (Dev-Sol) davalarında yargılanan komünist ve devrimci tutsaklar, her ne pahasına olursa olsun giymeme kararlılığını sürdürdüler.

Kendi adıma TTE ile ilk olarak Selimiye Cezaevi’nde karşılaştım. 1983 Aralık sonunda yakalanmıştım, 42 gün süren Şube süreci sonunda Şubat’ın ilk haftası Selimiye’ye getirildim. Hakkımda daha önceden açılmış basın davaları nedeniyle verilmiş tutuklama kararları vardı. Bunlar yüzüme karşı okunur okunmaz ‘tutuklu’ statüsü başladı. O gün ben mahkemeye çıkarılmışken ablam ve ağabeyim ziyaretime gelmişler, kalın kazak, pantalon ve yün iç çamaşırları gibi eşya getirmişler. Şube’deyken ‘işkencecilerin elinden yemek yemem’ diyerek açlık grevi yapmıştım. Üstüne işkenceler de binince, iki kez Haydarpaşa’daki askeri hastaneye yatırıldım. Yani bedenim epey zayıf düşmüştü. Tutukluluk kararım kesinleşmiş olarak hücreme döndüğüm zaman hem ailemin getirdiği giysi torbasını hem de TTE’yi beni bekler buldum. Çok geçmeden cezaevinin İstihbarat Karşı Koyma (İKK) subayı olan binbaşı damladı hücreme. Poliste ifade vermemiş, üzerimde çıkan sahte kimlikte direnmiştim. Selimiye’ye getirildiğimde de, askerlere dahi ‘komutanım’ deme zorunluluğu dâhil bir dizi dayatma koydular önüme. “Asker kişi değil, komünist bir siyasal eylemci” olduğumu belirterek uymayacağımı söyledim bu yaptırımlara. Bu yüzden tam bir hafta akıl almaz işkenceler gördüm Selimiye’de de ama gerilemedim. Bütün subay ve askerler bu tutumumu bildikleri için binbaşı bu kez TTE konusunda ne yapacağımı öğrenmeye gelmiş. Aynı gerekçeyle onu da giymeyeceğimi belirtince, o andan itibaren başıma neler geleceğini tek tek anlattı o gece bana. Yani her şey inceden inceye önceden planlanıp kararlaştırılmıştı.

Söyledikleri özetle şunlardı: Havalandırmaya çıkarılmayacak, dolayısıyla yıllarca güneş yüzü görmeyecektim. Ailem ve sevdiklerimle görüş hakkımı kullanamayacaktım. Öyle ki, Metris’te kaldığımız aylar boyunca Oya’yla bile değil görüşmek, mektuplaşmamıza dahi izin verilmedi. Avukat görüşlerine çıkarılmayacaktım ki yıllarca çıkarılmadım. TTE giymeden gideceğim duruşmalardan ‘mahkeme adabına uymayan bir kılıkla geldiğim’ gerekçesiyle atılacaktım, 3 kez atıldığım davalar gıyabımda sürüp sonuçlanacaktı. Çoğuna bu yüzden katılamadığım basın davalarından toplam 309 yıl hapis cezasına çarptırıldım. Hasta dahi olsam hastanelere götürülmeyecektim.

Dediğim gibi, tek tip elbise giymeyen siyasi tutsakların hepsine bunlar yıllarca uygulandı. TTE giymediğimiz için kışın soğuğunda, yağmurda-karda dahi ellerimiz arkadan zincirli olarak saatlerce havalandırmalarda bekletilip don-atlet götürüldüğümüz duruşmalara gidiş gelişlerde yediğimiz dayakların, gördüğümüz işkencelerin ise haddi-hesabı yok zaten.

Tek tip elbise deyince gözümüzün önüne, arşivlerden bazı fotoğraflar düşüyor. Tutsakların iç çamaşırlarıyla görüntülendiği. Bu kararlılığı nasıl ifade edersiniz? Gazeteciler olarak yeniden öyle fotoğraflar mı çekeceğiz?

Oya Açan: Umarım çekmezsiniz demek isterim ama bu insanlık dışı dayatma da direnilirse evet. Devrimci iradeye hiç kimse diz çöktüremez. Hiçbir baskı ve tehdit, devrimci siyasi tutsaklara o elbiseyi giydiremez. Tüm devrimci tutsaklar olarak bizlerin ortak bir direniş tarihi, o tarih yazılırken yaratılmış değer ve geleneklerimiz var.

Şu an cezaevlerinde bulunan bütün yoldaşlarımız aylardan beri açıklama üstüne açıklama yaptılar, bu saldırıya dün olduğu gibi bugün de boyun eğilmeyeceği kararlılığını dile getirdiler! Son olarak KHK’nın yayınlanmasının hemen arkasından Selahattin Demirtaş bir kez daha dile getirdiği bu kararlılığı: “Bu elbiseyi giyeceğimize kefen giyeriz” sözüyle.

Bir de kadın tutsaklar meselesi var. O dönem kadınlara tek tip elbise zorunlu kılınmamıştı. Şimdi de net bir ifade söz konusu değil. O dönemin kadın tutuklularının gündemine nasıl girmişti tek tip elbise?

Oya Açan: O kesitte kadınlara tek tip elbise dayatmasında bulunmadılar -şimdi de nasıl yapacakları konusunda kararsızlık içindeler. O zaman kadınlara da getirileceği yönünde duyumlar alınca siyasi kadın koğuşlarında “ne yapacağız” sorusuna yanıt aradığımız tartışmalar yaşandı. Tek tip dayatmasına karşı çıkma konusunda bir tereddüt yoktu. O durumda tıpkı erkekler gibi duruşmalara ve hastaneye iç çamaşırıyla gitmek gerekiyordu. Dediğim gibi, bunu giymemek gerektiğini ilkesel olarak herkes kabul ediyordu. Fakat bu aynı zamanda çok ‘hassas’ bir konu, yüzlerce yıllık algı ve şartlanmışlıklar söz konusu. Bazı arkadaşlar her türlü işkenceye göğüs gerebileceklerini fakat bunu yapıp yapmama konusunda tereddüt yaşadıklarını söylediler. Herkesin farklı konularda tutuculukları var sonuçta.

Biz bu konuyu iki gün falan çeşitli boyutlarıyla tartıştık. Sonunda giymeme kararı çıktı. Biz de erkek yoldaşlarımız gibi iç çamaşırlarımızla gidecektik. Bir süre sonra devlet, kadınlara tektip elbise getirmeyeceğini açıkladı. Bunu duyunca, “bizi dinlediler demek ki, kararlılığımızı sınamak istemiyorlar herhalde” diye düşünmüştük…

Metris Cezaevi (1985)

Yeniden ölüm oruçlarını konuşacağımız günler geliyor mu, ne dersiniz?

Oya Açan: Cezaevlerindeki direnişin kesinliği ve kararlılığı bakımından benzer bir sürece girdiğimiz açık ve ortada. Fakat bu direnişin yükünün bu kez cezaevlerindeki tutsakların omuzlarına bırakılmaması, dolayısıyla onların bedenlerini namluya sürme zorunluluğuyla karşı karşıya kalmamaları anlamında bu soruya “hayır” diyorum. Daha doğrusu “hayır, ölüm oruçlarını konuşur ve yaşar hale gelmemeliyiz” demek istiyorum. Hangi konuya ilişkin olursa olsun, içeride de dışarıda da bir şeylere karşı çıkma, yaşamını ortaya koyma pahasına direnme sorumluluğu sadece ‘birilerinin’ işi ve sorumluluğuymuş gibi bir anlayış ve alışkanlık terk edilmeli artık. Yeter, bedeli hep bu sorumluluğu duyan sınırlı bir kesim hatta bireyler ödememeli sadece. Herkes kendi üzerine düşeni yapmalı, yapabileceğinin en fazlasını yapmalı, bu sorumluluğu duyarak hareket etmeli ve en önemlisi bu sorumluluğun hakkını pratiğiyle vermeli. Öyle sosyal medyada esip gürleyerek, duygusal tweetler ve tripler atarak vicdanını rahatlatmakla yetinmemeli kimse.

Bir sorum da şöyle olacak: FETÖ davası tutuklularının tavrı, tek tip elbise konusunda cezaevlerini ikiye böleceğe benziyor. Bu konudaki yorumunuz nedir?

Oya-H. Selim Açan: Biz onların bu konuda kitlesel bir direniş sergileyecekleri konusunda kuşkuluyuz. Yakalandıkları andan itibaren poliste, mahkemelerde ve duyduğumuz kadarıyla cezaevlerinde nasıl bir tutum sergiledikleri ortada. Kendilerini yıllarca ‘bir davanın inanmış neferleri’ olarak gösterdiler topluma ama koşullar ve dengeler değişince, zoru görünce nasıl ‘gemisini kurtaran kaptan’ telaşına kapılıp pişmanlık ve itirafçılık yarışına çıktıklarına hep birlikte tanık olduk. Saray rejiminin bu konudan da güç ve moral devşirmesine meydan vermemek için onların da direnmelerini, devrimci tutsakların direnişini zayıflatacak tutumlardan kaçınmalarını isteriz ve dileriz ama şu güne kadar sergiledikleri görüntü ve pratiklerinin güven vermediğini de söylemek zorundayız.

Son sorum şu: Tek tip elbise ile ilgili açıklamalarda Guantanamo, Ebu Gureyp cezaevleri örnek olarak gösteriliyor. Bu sizde nasıl bir his yaratıyor?

Oya-H.Selim Açan: Sadece tiksinti… Midemiz daha fazla bulanıyor, öfkemiz daha da katlanıyor. Guantanamo ya da Ebu Gureyp örnekleri malum, insan olan kimsenin vicdanının kabullenmeyeceği, tersine isyan edeceği işkence yuvaları. Bu örneklerin verilmesi bile gerçekte insanlıktan nasıl çıkıldığını ve neyin amaçlandığını görmek için yeterli. Üstelik oralarda o insanlık dışı uygulama ve işkencelere muhatap olanların hepsi ‘müslüman’. Özellikle de Ebu Gureyp’te insanı insanlığından utandıracak işkencelere muhatap olanların çoğu Iraklı Sünniler. Şimdi kendisini ‘müslüman’ olarak tanımlayan bir iktidar ve onun gözü kapalı destekçileri, Amerikalı işgalci askerlerin gariban Iraklılara yaptıkları o iğrenç uygulamaları örnek alarak hareket ettiğini söylüyor, getirdiği insanlık dışı dayatmaları bu örnekleri göstererek savunuyor. Bu utanç da, bu iktidarı ve onun yediği her haltı hâlâ gözü kapalı desteklemeyi sürdüren ‘müslümanlara’ yeter.


PAYLAŞ:
    WhatsApp'da Paylaş!   Telegram'da Paylaş!     Yazdır   E-Posta Gönder

Önceki Haber
Devrim'in sanatı – Emre Tansu Keten
Sonraki Haber
HDP'nin 1 yılı: 9 milletvekili tutuklu, 5 vekillik düşürüldü, 330 duruşma görüldü