Ana SayfaYazarlarElend AydınKar, hiç de beyaz değil – Elend Aydın

Kar, hiç de beyaz değil – Elend Aydın

Norveçli yazar Ketil Bjørnstad’ın “Düşüş” romanında, suçlu konuma düşen Sulh Yargıcı Erling Fall ile “zengin, hedonist, kibirli Norveç toplumunun” sokak ve dehlizlerinde dolaşırken, bir kez daha Balzac’ın, “Romanlar ulusların bireysel-kişisel tarihidir” tespitini hatırladım. Ne kadar da doğruymuş.


Elend Aydın


“Erling Fall, ancak evine döndükten sonra, yüzyılın sonunda Paris’te karanlık bir kış akşamında böyle bir yazgıyla karşılaşmasına neyin yol açtığının doğru dürüst düşünme yürekliliğini gösterebildi ve kafasından geçenlerin verdiği gerginlikle, aklı başında sayılan biri olarak, önceden belirlenmiş yollardan geçerek sürdürmek ve bitirmek istediği sıradan yaşamının denetimini elinden kaçırmasına ve bu yaşamı, acınası bir uyuşukluk, düş gücü yoksunluğu ve aptalca bir gurur içinde tükettiğini anlamasına yol açan bir dizi olayın ne zaman başladığını sorgulamak zorunda olduğunu hissetti. İnsanların düşünüp koydukları yasalar, kurallar ve düzenlemelerden oluşan ve ne anlama geldiği bilinmese de toplum diye nitelendirilen düzene boyun eğmek ve onun bir parçası olmak için her zaman güçlü bir istek duymuş, yasalarla çelişkiye düşmeyi aklından bile geçirmemişti. Belki Sulh Yargıcı olmasının nedeni de buydu. Yaşamının yetişkinlik diye adlandırılan bunca yıllık denetiminde, kendisinin de pekâlâ işleyebileceği suçları işleyenlere ve yaşamlarını korkunç hatalar yapmadan sona erdiremeyenlere verdiği cezalar yüzünden sık sık karabasanlar içinde kıvranmıştı.”

Böyle başlıyor Norveçli yazar Ketil Bjørnstad’ın “Düşüş” (Fall) adlı romanı. Sayfalar boyunca suçlu konuma düşen Sulh Yargıcı Erling Fall ile “zengin, hedonist, kibirli Norveç toplumunun” sokak ve dehlizlerinde dolaşırken, bir kez daha Balzac’ın, “Romanlar ulusların bireysel-kişisel tarihidir” tespitini hatırladım. Ne kadar da doğruymuş. Teraslardan, dolaplar, arka bahçelerden tutun da kiler, mahzen, mutfak ve gardıroplara kadar, söz konusu “kişisel tarihin” neleri neleri barındırdığını, keza ortaklık ve farklılıkları, ancak romanlardan öğrenebiliyoruz.

Yüksek yaşam standartlarına dair istatistiklerin daima tepesinde yer alan bu Ortadoğu’dan, kan ve ateşten çok uzakta olan toplumdaki “hedonizm ve kibrin” çürütücülüğünü öğrenmek, şaşırtıcı değilse de ilginç geldi. Refah, özgürlük getirmiyor işte. Aynı alçaltıcı hiyerarşi her yerde borazanını öttürüp, kazma dişleriyle de kemirebiliyor.

Durum böyle olunca da, her şeyi arkada bırakmak, Tibet, Pakistan ve Nepal halklarıyla ilgili bilgileri varmış gibi davranan ve stresten, mantıktan, taktiklerden ve koordinasyondan, pamuklardan yapılma çadırlardan, bağlantı kurulacak görevlilerden, tüm bu gizemlerden rahatça söz edebilen bu formda adamlarla geziye çıkmak hiç de zor olmasa gerekti(…) Korkuya olan yatkınlığı onu her zaman şaşırtmış, kendisine dehşet verecek şeylerden ömür boyu kaçmaya çalışmıştı. Anlaşılan Kuaerland’ın üzerindeki etkisi öylesine güçlüydü ki, o anda insanların gitmemesi gereken bir yükseklikte, bu insanlarla birlikte Nepal’le Tibet arasındaki sınırda bulmuştu kendini. Bir kez arkadaşına çelişkili durumundan söz ettiğinde Kuaerland, “Seni var olmaktan kim kurtarabilir? Sende ölüm özlemi yok ama içinden bir şey seni yaşamaktan alıkoyuyor, anlıyor musun?” diye yanıt vermişti. “Huzursuzluğunun derinlerinde ışıldayan bir şeyden söz ediyorum, ha, ha, ha, bu belki kimsenin inemediği madendeki bir elmas gibi.”

Earling Fall bir anlığına bu sözleri gözünde canlandırmış, bir süre acı veren bu gerçeği ve ait olduğu bu inanılmaz evreni düşünmüş ama sonra, kendi kendine, masaldaki kazlar gibi, yüksek sesle, “Ben de geliyorum. Ben de geliyorum” dediğini duymuştu. Oysa o kazlar kızartılacaklardı!

Semirmiş, tıkanmış, tatmin olmuş, boşluğa düşüp adrenalin arıyor olarak kendilerini fena halde “şişkin sermayeleriyle” Himalayalar’ın karşısında bulunan Norveçli, güçlü “formunda erkekler” Doğu’ya, Asya’nın dağlarına tecavüze çıkmışçasına tırmanırken hiç de mutlu mesut değiller, üstelik ünlü muzaffer dağcılar olarak, kıskıvrak tutsaktırlar, çoğunluğunda “kadın eksenli” olan hikayelerine. Hele de Earling…

Bu arada kendini zorlaması gerekliliği ile Merete Bover’i düşünmek arasında gidip geliyordu. Burada bile bir an aklından çıkmıyordu! Ansızın esen bu gibi rüzgarlar bile zihnindekileri alıp götüremiyorlardı.

Bu arada Asya’dayken “batılı, beyaz, efendi” ego işbaşındadır, hayranlıkla aşağılama arasında gidip gelen duygular içindedir “kahramanlarımız”. Ama şöylesi durumlar da var:

Bir düşte kendini katil olarak gördüğü için, onu saran korku bu zengin sofrada hangi uygarlığı temsil ettiğini sorgulamasına neden oldu. Yirmi yüz yıllık yolunu şaşırmış Hıristiyanlığın geçmişine baktığında, Hıristiyanlığın yerini Katolikliğin almasını, insanlık uğruna olduğu varsayılan reformların yadsınmasını ve insanların düşünü kurduğu tüm değerlerin yıkılıp hiçbirinin gerçekleşmemiş olmasını utanç verici buldu. Batı dünyası zorbalığa boyun eğmişti(…) Kendini, “Bu zengin kültürün yerini yavaş yavaş bizim Batı kültürümüz mü alacak?” diye sorarken buldu. Gözbebeklerinde Ming hanedanından izler kalmış bu onurlu insanların yaşamlarındaki niteliklerden, sebzelerinden, otlarından, pirinçlerinden, çaylarından ve kişnişten vazgeçip kendilerini yağlı ballı Amerikan tarzı kahvaltılara, tadı tuzu olmayan Amerikan burgerlerine teslim edip, inanılmaz pahalı bordo şarabı içmeleri; Taipei Konser Salonu’nda klasik müzik dinlemeye gitmeleri(…) Earling Fall’i isyan ettiriyordu. Wen-Chun Chou varsayımlarının doğru olduğunu, geleneksel Çin yaşam tarzının giderek yok olduğunu, Fransız ve İtanyan restoranlarının, burger ve pizza satan yerlerin yarısına mantar gibi türediğini söyledi. Tayvanlılar giderek daha çok yağ içindeki Amerikan kahvaltılarına iltifat ediyor ve Richard Gere’i Tayvanlı sinema yıldızlarından çok daha iyi tanıyorlardı.

Hastane yollarındayken okuduğum Batı ve Doğu pencerelerine sahip olsa da, esas akılda kalan Norveç’in karlı, ıssız tepeleri, insanların ruhundaki kara kışı ve kar’ın hiç de “beyaz” olmadığını duyumsatan kitap, güzel bir yolculuktu.


 

Künye

Düşüş
Ketil Bjornstad
Çeviri: İris Kantemir
Metis Yayınları
İstanbul, 2006

PAYLAŞ:
    WhatsApp'da Paylaş!   Telegram'da Paylaş!     Yazdır   E-Posta Gönder

Önceki Haber
‘Çadır devleti değiliz’ diyen Erdoğan: MİT Müsteşarı’na ‘ifadeye gitmeyeceksin’ dedim
Sonraki Haber
Moskova'dan "Rejimi durdurun" diyen Ankara'ya 'dolaylı' İdlib mesajı: El Nusra yok edilmeli