Ana SayfaÇeviriRoma’nın çöküşünün ardındaki iklim değişikliği ve hastalıklar – Kyle Harper

Roma’nın çöküşünün ardındaki iklim değişikliği ve hastalıklar – Kyle Harper

Roma İmparatorluğu’nun çöküşünde doğal ortamdaki değişimlerin oynadığı kritik rolü ortaya koyan yeni kanıtlar açığa çıkmaya başladı. Görünen o ki, toplumsal ilerlemenin paradoksları ile doğanın özünde var olan öngörülemezlik bu çöküşü birlikte getirmiş.


Kyle Harper

Çeviri: Serap Şen


“Roma’nın yükseliş ve çöküş döngüsünde, bugün bizim medeniyetimiz nerede” sorusu ile her tarihçi bir gün karşılaşır. Tarihçiler geçmişin bu şekilde ele alınmasından sıkıntı duyabilir ama tarih tekerrür etmemesine ve ahlak dersleri ile dolu olmamasına rağmen, insan olmanın ne anlama geldiğine ve toplumlarımızın ne kadar kırılgan olduğuna ilişkin algımızı yine de derinleştirebilir.

İkinci yüzyılın ortasında Romalılar, kuzey Britanya’dan Sahra Çölü’ne, Atlantik’ten Mezopotamya’ya dek, üzerinde birbirinden farklı toplumların yaşadığı geniş bir coğrafyayı kontrol ediyordu. Genel olarak müreffeh olan nüfusu en yüksek zamanında 75 milyonu buldu. Sonunda, imparatorluğun tüm özgür sakinleri Roma vatandaşlığının haklarından faydalanabilir hale gelmişti. 18. yüzyıl İngiliz tarihçisi Edward Gibbon’ın bu çağa neden ‘türümüzün tarihindeki en mutlu çağ’ dediği anlaşılabilir. Ancak bugün, Roma medeniyetinin gelişmesinin, farkında olmadan kendi çöküşünün de tohumlarını attığını görebiliyoruz.

Yakın doğudaki topraklarını İslami akınlara kaybeden, batıdaki toprakları ise Germen krallıkları tarafından istila edilen Roma İmparatorluğu, beş yüzyıl sonra, Konstantinopolis’ten yönetilen küçük bir Bizans devletçiğinden ibaret kalacaktı. Ticaret kesildi, şehirler küçüldü ve teknolojik ilerleme durdu. Bu yüzyılların kültürel canlılığına ve manevi mirasına rağmen, bu dönem, nüfusta azalma, siyasi parçalılık ve daha düşük maddi karmaşıklık seviyeleri ile karakterize oldu. Stanford Üniversitesi’nden tarihçi Ian Morris evrensel bir toplumsal gelişmişlik endeksi oluşturduğunda, Roma’nın çöküşü, insan medeniyetinin tarihindeki en büyük gerileme olarak öne çıktı.

Bu çapta bir olaya dair bolca açıklama mevcut: 1984’te, Alman klasikçi Alexander Demandt, 200’den fazla hipotez katalogladı. Birçok düşünür, imparatorluk sisteminin iç siyasi dinamiklerine veya komşuları sofistike askeri ve siyasi teknolojilerde aşamalı olarak kendisini yakalayan bir imparatorluğun değişen jeopolitik bağlamına bakmıştı. Ama doğal ortamdaki değişimlerin oynadığı kritik rolü ortaya koyan yeni kanıtlar açığa çıkmaya başladı. Toplumsal ilerlemenin paradoksları ve doğanın özünde var olan öngörülemezlik, Roma’nın çöküşünü getirmek üzere bir arada işledi.

İklim değişikliği sanayileşmenin egzoz dumanlarıyla başlamadı, insanın varoluşunun daimî bir özelliği idi. Yörüngesel mekanizmalar (dünya yörüngesinin eğiminde, dönüşünde ve eksen kaymasındaki küçük varyasyonlar) ve solar döngüler güneşten gelen enerjinin miktarını ve dağılımını değiştirir. Volkanik patlamalar ise atmosfere bazen etkileri uzun süren [güneş ışınlarını geri] yansıtıcı sülfatlar püskürtür. Modern, antropojenik iklim değişikliği, dünya biyosferinde geri dönüşü olmayan başka değişikliklerle birlikte ve hızla yaşandığından bu denli vahim. Ama iklim değişikliği denilen şey esasen yeni değil.

Modern iklim değişikliğinin doğal bağlamını anlama ihtiyacı, tarihçiler için bulunmaz bir nimet oldu. Yer bilimciler, çevrenin tarihin belirli bir dönemindeki paleoiklim temsillerini ve doğal arşivlerini bulmak için gezegeni didik didik ettiler. İklim değişikliğini Roma İmparatorluğu tarihinin ön planına koyma çabası, hem yeni veri hazineleri hem de fiziksel çevrenin önemine yönelik duyarlılığın artması ile motive oluyordu. Görüldü ki, iklim, Roma medeniyetinin yükseliş ve çöküşünde temel bir rol oynamıştı. İmparatorluğu inşa edenler, dört dörtlük bir zamanlamadan faydalanmışlardı: sıcak, yağışlı ve istikrarlı hava koşulları, tarım toplumunda ekonomik üretkenlik demekti. Ekonomik büyümenin faydaları ise Roma İmparatorluğu’nun geniş topraklarını kontrol etmek için dayandığı siyasi ve toplumsal pazarlıklara kaynak sağlıyordu. Elverişli iklim, ince ve derinlikli yollardan imparatorluğun en iç yapısını belirlemişti.

Bu şanslı iklim rejiminin sona ermesi hemen ve determinist bir şekilde Roma’nın sonunu getirmiş değil. Bundan ziyade, önceki elverişli iklim koşullarının ortadan kalmasıyla, imparatorluğun gücü, tam da en tehlikeli düşmanlarla, Germenler ve Perslerle karşı karşıya kalmışken azaldı. İklim istikrarsızlığı altıncı yüzyılda, Jüstinyen egemenliği sırasında zirve noktasına ulaştı. Dendrokronologların* ve buz çekirdeği uzmanlarının çalışmaları, MS 530 ve 540’larda önceki birkaç bin yılla hiçbir şekilde karşılaştırılamayacak muazzam bir volkanik aktivite kasılmasına işaret etmektedir. Bu şiddetli volkanik püskürme silsilesi, hava sıcaklıklarının en az 150 yıl çok daha düşük seyrettiği ‘Geç Antikite Küçük Buzul Çağı’ adını vereceğimiz şeyi tetikledi. Bu kötü iklim şartlarının Roma’nın çözülüşüne ciddi etkileri oldu. Hatta daha bile önemli bir felaketle yakından bağlantılıdır: ilk hıyarcıklı veba salgınının patlak vermesi.


Biyolojik ortamdaki kesintilerin Roma’nın kaderi üzerinde daha bile ciddi sonuçları oldu. İmparatorluğun zamanın ötesindeki ilerlemesine rağmen ortalama yaşam süresi 20’lerin ortasında idi ve bulaşıcı hastalıklar başta gelen ölüm sebebiydi. Ama Romalıları yiyip bitiren hastalıklar dizisi sabit değildi ve burada da yeni anlayış ve teknolojiler, hem kendi türümüz hem de mikrobik müttefiklerimiz ve düşmanlarımız açısından evrimsel tarihin dinamiklerini anlama şeklimizi radikal bir şekilde değiştiriyor.

Yüksek oranda kentleşmiş, yüksek oranda iç bağlantılı Roma İmparatorluğu, mikrobik sakinleri için bulunmaz bir nimetti. Şigelloz ve paratifo gibi kendi halindeki gastroenterik hastalıklar gıda ve su kontaminasyonu yoluyla yayılıyor ve yoğun nüfuslu şehirlerde serpiliyordu. Bataklıkların kurutulup karayollarının inşa edildiği yerlerde, sıtmanın potansiyeli en beter biçimiyle ortaya çıkıyordu: sivrisineklerden geçen ölümcül bir protozoon olan Plasmodium falciparum. Romalılar bir yandan da toplumları kara ve deniz yoluyla daha önce hiç olmadığı gibi birbirine bağlıyordu ve bunun, mikropların da daha önce hiç olmadığı şekilde hareket edebilmesi gibi istenmeyen bir sonucu oldu. Roma’nın gelişmesine paralel boy veren birbirine bağlı şehirler ağında, tüberküloz ve cüzzam gibi yavaş yavaş öldüren hastalıklar bayram yapıyordu.

Ancak Roma’nın biyolojik tarihindeki belirleyici faktör, salgınlara sebep olabilen yeni mikropların ortaya çıkması oldu. İmparatorluk bu şekilde üç kıtalararası hastalık vakası ile sarsıldı. Antonine Vebası, optimal iklim rejiminin sona erişi ile aynı döneme denk düşmektedir ve muhtemelen çiçek hastalığı virüsünün de ilk küresel çıkışı olmuştur. İmparatorluk salgını atlattı ama önceki baskın hakimiyetine bir daha hiç ulaşamadı. Sonrasında, üçüncü yüzyıl ortalarında, kökeni bilinmeyen gizemli bir hastalık olan Kıbrıs Vebası imparatorluğu tam bir paniğe sürükledi. Bu salgından sonra da toparlanmasına rağmen, yeni tür bir imparator, yeni tür bir para, yeni tür bir toplum ve kısa bir süre sonra da Hıristiyanlık olarak bilinen yeni tür bir din ile, artık derin bir değişim yaşamıştı. En dramatik olanı ise, altıncı yüzyılda Jüstinyen önderliğinde yeniden dirilen imparatorluğun, Ortaçağ’ın Kara Ölüm’üne bir girizgah olan hıyarcıklı veba salgını ile yüz yüze kalması oldu. Ölü sayısı inanılmazdı, nüfusun belki de yarısı yok oldu.

Jüstinyen salgını insan ile doğal sistemler arasındaki sıra dışı karmaşık ilişkiye dair bir vaka çalışmasıdır. Salgının sorumlusu olan Yersinia pestis bakterisi özellikle antik bir bela değildir; 4000 yıl önce, neredeyse kesin şekilde Orta Asya’da evrim geçirmiş olan bakteri, ilk veba salgınına yol açtığında evrimsel bir yenidoğandır aslında. Dağ sıçanları veya çöl fareleri gibi sosyal, çukur kazan kemirgen kolonilerinde hep mevcuttur. Ancak tarihi veba salgınları esasen—bakteri, rezervuar kemirgen, etkiyi artıran konakçı (insanlara yakın yaşayan kara sıçan), mikrobu yayan pireler ve çapraz ateşte kalan insanlar şeklinde—en az beş farklı türün dahil olduğu büyük ölçekli kazalar, yayılma olaylarıdır.

Genetik kanıtlar, Jüstinyen vebasına neden olan Yersinia pestis soyunun, batı Çin yakınlarındaki bir yerde doğduğunu gösteriyor. İlkin Akdeniz’in güney sahillerinde görülmüş ve büyük ihtimalle Romalı tüketicilere ipek ve baharat taşıyan güneydeki deniz ticaret ağları üzerinden ilerlemiş. Bu, erken dönem küreselleşmenin yol açtığı bir kaza sayılabilir. Mikrop imparatorluğun devasa tahıl depolarına yuvalanmış kalabalık ortakçı kemirgen kolonilerine bir kez ulaştığında, ölümlerin önüne geçilemiyordu.

Veba salgını hayret verici bir ekolojik karmaşıklık olayıydı. Safi şansa dayanan bağlantılar gerektiriyordu; hele ki Orta Asya’daki rezervuar kemirgenlerin ötesine ilk sıçrama, onu önceleyen muazzam volkanik patlamalarla tetiklendiyse eğer. Aynı zamanda, insan tarafından inşa edilmiş çevreden kaynaklanan istenmeyen sonuçlarla da ilgiliydi, örneğin mikrobu Roma sahilleri boyunca oradan oraya taşıyan küresel ticaret ağları veya sıçanların imparatorluk içinde yayılması gibi. Salgın, yapı ile şans, izlek ile tesadüf arasındaki ayrımlarımızı allak bullak ediyor. Roma’dan çıkarılabilecek derslerden biri de işte burada. İnsanlar doğayı, onun da ötesinde, evrimin gerçekleştiği ekolojik koşulları şekillendirir. Ama doğa bizim niyetlerimizden bağımsızdır ve diğer organizmalar ve ekosistemler bizim kurallarımıza uymazlar. İklim değişikliği ve hastalık evrimi, insanlık tarihinin hesap edilmemiş unsurları olmuştur.

Dünyamız artık antik Roma’nın döneminde olduğundan çok farklı. Kamusal sağlık sistemlerimiz, mikrop teorimiz ve antibiyotik ilaçlarımız var. Etrafımızda boy veren ciddi tehditleri görecek ve elimizdeki araçları bunları kontrol altına alacak şekilde kullanacak kadar akıllıysak, Romalılar kadar çaresiz olmayacağız. Ama Roma’nın çöküşünde doğanın oynadığı merkezi rol, bize fiziksel ve biyolojik çevrenin insan toplumlarının kaderini belirlemedeki gücünü bir daha düşünmek için sebepler veriyor. Belki de Romalıları modern çağımız ile arasında aşılmaz bir ayrım olan o kadar da antik bir medeniyet olarak görmek yerine bugünkü dünyamızın yaratıcıları olarak görmek daha faydalı olabilir. Küresel ağların, ortaya çıkan bulaşıcı hastalıkların ve ekolojik istikrarsızlığın insan toplumlarının kaderini belirleyen güçler olduğu bir medeniyet inşa ettiler. Romalılar da doğal çevrenin sağı solu belli olmayan gücünü kontrol altına aldıklarını sanıyorlardı. Tarih bizi Romalıların yanıldığı konusunda uyarıyor.


(*) Dendrokronoloji, Yunanca ağaç ve zaman sözcük köklerinden oluşmakta ve ağaç halkaları ile tarihleme yapma yöntemi anlamına gelmektedir.


Kyle Harper’ın bu makalesini Serap Şen, Aeon’dan Dünyadan Çeviri için tercüme etti.

PAYLAŞ:
    WhatsApp'da Paylaş!   Telegram'da Paylaş!     Yazdır   E-Posta Gönder

Önceki Haber
Yardım talebine para ile 'yanıt' veren Bakan'a 'Ben dilenci değilim' demişti: Dilek Özçelik hayatını kaybetti
Sonraki Haber
Ekim ayı işsizlik rakamları açıklandı