Ana SayfaÇeviriHafızanın değişkenliği

Hafızanın değişkenliği

HABER MERKEZİ – Aşağıda yer alan metin, Norveç Stavanger Üniversitesi profesörlerinden Alexandre Dessingué’nin Ricœur Studies için hazırladığı ve Bergson, Durkheim, Halbwachs’ta hafızanın değişkenliğini ele aldığı ‘Towards a Phenomenology of Memory and Forgetting’ adlı çalışmasından seçtiğimiz kısa bir bölümün çevirisidir.


Çeviri: Banu Barış


Geç dönem 19. yüzyıl nesnel olguculuğuna karşı olan birçok felsefeci için, hafıza sürecinin ürettiği zihinsel imge yalnızca, zaman ve algının mühim bir rol oynadığı öznel bir sürecin sonucu olabilirdi. Durkheim’da olduğu gibi Bergson’da da öznelcilik tek geçerli cevap ve zaman deneyimine ilişkin felsefî hakikatin yegâne kaynağıdır. Bu değerlendirmenin, geçmiş ve hafıza deneyiminin genellikle “istemsiz” olarak betimlendiği Kayıp Zamanın İzinde adlı yapıtı vasıtasıyla, Proust gibi bir yazarda önemli bir etkisi bulunacaktı. İstemsiz hafızaya dair en meşhur deneyim, 1913 tarihli Swann’ların Tarafı’ndaki “madlen bölümü” şeklinde bilinmekte:

Annem, birini gönderip, Küçük Madlen denilen, bir tarak midyesinin oluklu çenetleri arasında biçimlendirilmiş gibi görünen o kısa, tombul keklerden aldırdı. Az sonra, o kasvetli günün ve iç karartıcı bir yarının beklentisiyle bunalmış bir halde, yaptığım şeye dikkat etmeden, yumuşasın diye içine bir parça madlen attığım çaydan bir kaşık alıp ağzıma götürdüm. Ama içinde kek kırıntıları bulunan çay damağıma değdiği anda irkilerek, içimde olup biten olağanüstü şeye dikkat kesildim … Bir anda, hayatın dertlerini önemsiz, felaketlerini zararsız, kısalığını boş kılmıştı…¹

Deleuze’ün anımsattığı üzere Bergson, felsefenin takibinin bilgelik ya da uygun bir insan dengesi arayışıyla ilgili olduğu görüşündeki filozoflardan biri değildir. Bergson’da, insanî durumu “yetersiz tahlil edilmiş” ve felsefeyi de “kendi insanî durumumuzu aşmak için gereken bir çaba”² biçiminde değerlendirmek hususunda özgün bir istek mevcut. Bergson için zaman, süre ile anlamdaştır. Bu, zamanın salt devinimden, aralıksız bir değişimden ve süreçten ibaret olduğunu ifade eder zira insan bilinci esasen eyleme yöneliktir.³

Bergson ve Durkheim arasındaki asıl fark şudur: Bergson’a göre hafızanın değişkenliği, maddeselin algı ve duygulanımın merkezî bir rol oynadığı beden tarafından öznel karşılanmasıyla ilintilidir. Bununla birlikte, Durkheim’da öznellik çoğunlukla yapının veya sosyal ilişkinin zaman ve süre ile sürdürdüğü bağıntının değişkenliğiyle ilgilidir. Durkheim, psikoloji ile sosyolojiyi birbirlerinden net bir biçimde ayrılmış iki alan olarak taksim ettiği Sosyolojik Yöntemin Kuralları’nda, bakış açısını gayet açık belirtmişti:

(…) her toplumu oluşturan ‘sui generis’ bir sentez tek tek bilinçlerde olandan farklı yeni fenomenlerin oluşmasına yol açıyorsa, bu özgül olguların, toplumu oluşturan üyelerin tek tek bilinçlerinde değil, toplumun kendisinin içinde bulunduğunu kabul etmek gerekir. Bu bakımdan, aynı, hayatın özgül özelliklerinin canlı organizmayı meydana getiren kimyasal maddelerin dışında ol­ması gibi, bu olgular da bireylerin bilincinin dışında yer alırlar.4

Bu bakımdan, Durkheim’da kolektif hafıza bireysel bilince bağlı olamaz; kendisine ait bir yaşamı vardır. Buna karşılık, Bergson’a göre hafıza yalnızca toplumsal yapının ilginç bir görünüşü değil, hem psikolojide hem de sosyolojide hayatın merkezî bir unsurudur.

Zamanla bağlantılı “hafızanın değişkenliği” anlayışı, kendisini Durkheim’ın savlarında pek kolayca tanıyacak olan Halbwachs’ta da başlıca noktayı teşkil edecekti. Onun 1898-1901 yılları arasında École Normale Supérieure’de Durkheim’ın öğrencisi olduğundan da bahsetmeliyiz. Halbwachs önceleri, onu Hafızanın Toplumsal Çerçeveleri’ni yazmaya yönlendirecek olan Bergson’cu yaklaşımdan açıkça uzaklaşacaktı. Bu kitapta Halbwachs, ortaya çıkabilecekleri toplumsal bağlama ve zamana bağlı spesifik hafıza türlerini tanımlayarak, hafızanın bir tipolojisini tesis etmeye çalışır. Bu itibarla bilhassa aileyle, sosyal sınıfla ve dinî zümreyle ilintili kolektif hafızayı incelemiştir. Aile hususunda ise, aile içerisinde hislerin dışavurumunun her zaman ailevî yapının bir sonucu ve bunun da aile içi bağlılığı muhafaza etmenin koşulu olduğunu, diğer mevzuların yanı sıra belirtmiştir. Halbwachs hafızanın yapısal bağımlılığını göstermek adına, çocuğun yetiştirilmesi ve kişiliğinin gelişiminin, ebeveynlerin -erişkinlik dönemi boyunca bile- kendi çocukları hakkındaki görüşüne bağlı olduğunu ileri sürer. Halbwachs’a göre biz yapıya aidiz; uyarıcı vazifesi gören ve şunu hatırlamamıza fırsatı tanıyan “dışsal öteki”ye aidiz:

Hayatın bizi ayırdığı bir arkadaşımızla karşılaştığımızda, onunla yeniden iletişime geçmekte önce biraz sorun yaşarız. Fakat kısa bir süre sonra, her birimizin hatırladığı ve aynı olaylara dair olsalar da aynı olmayan çeşitli durumları birlikte aklımıza getirdiğimizde, ortak biçimde düşünmeyi ve hatırlamayı başarmıyor muyuz ve geçmişe ait olgular daha da belirginleşmiyor mu? Yine böyle bir durumda, gözümüzde canlandırırken artık yalnız başımıza olmadığımız için onları daha kuvvetli biçimde yeniden yaşadığımızı, onlara kendi gözlerimizle baktığımız esnada bir başkasının gözleriyle de bakarken onları eskiden gördüğümüz gibi şu anda da görmekte olduğumuzu zannetmiyor muyuz?5

Bununla birlikte Halbwachs, dışarıda bir toplumsal bilincin bulunduğu ve bunun bireysel bilinçten bütünüyle bağımsız olduğu görüşündeki Durkheim’la hemfikir değildir. Halbwachs’ın Durkheim’dan uzaklaştığı nokta budur. Kolektif hafızanın toplumsal bağlamın etkisi olmaksızın meydana gelemeyeceğini savunur ancak bireysel bilinçten bağımsız bir yaşamının bulunduğunu kabul etmez. Halbwachs’ta kolektif hafıza zorunlu olarak çoğuldur fakat bölünmez değildir. Bu nokta çok mühim çünkü inanıyorum ki Halbwachs’ın yapıtına dair pek çok yanlış anlaşılmaya yol açmıştı.

Önceden bahsedildiği üzere, Halbwachs’ta grup bir uyarıcı işlevi görür fakat bireysel ve kolektif hafıza arasındaki karşılıklı bağımlılık reddedilmez. Bu nedenle de bu Halbwachs’ı Bergson’un savına çok daha yaklaştırmaktadır. Bu seviyede ise, 1925’te yayımlanan Hafızanın Toplumsal Çerçeveleri ile 1950’de yayımlanan Kolektif Hafıza arasında Halbwachs’ın kuramlarında bir evrim olduğu aşikâr. Kolektif Hafıza’da söz konusu olan yalnızca hafızanın sosyolojik açıdan incelenmesi meselesi değildir artık; daha ziyade, hafıza fenomeninin ontolojik ve içsel boyutunun açık bir ifadesi mevcuttur:

Hatıralarımız genellikle kolektif olarak kalır ve yalnızca bizim müdahil olduğumuz olaylar ve yalnızca bizim gördüğümüz objeler söz konusu olduğunda bile bize başkaları tarafından hatırlatılır. Bunun sebebi, aslında hiçbir zaman yalnız olmamamızdır. Bizden fiziksel anlamda ayrı olan diğer kişilerin orada bulunması şart değildir: çünkü, birbiriyle karışmayan bazı kişileri kendimizle birlikte ve kendi içimizde daima taşırız.6

İçsel ve dışsal arasındaki karşılıklı bağımlılık ve etkileşim hakkındaki bu ifade, Bergson’un Yaratıcı Tekamül’de (1907) ‘bireysel deneyimin asla tekil olmadığını ve fakat her zaman kolektif olduğunu, zira mutlaka başkalarıyla bağlantılı biçimde gerçekleştiğini’ söyleyerek ileri sürdüğüyle birçok yönden benzerlik göstermektedir. Tarihle olan ilişkinin daima kendimize, yakınlarımıza ve diğerlerine yapılan üçlü bir atıfla şekillendiğini iddia eden Ricœur de bu görüşü paylaşır:

Her bireysel hafızanın kolektif hafızadaki belirli bir görüş açısı olduğunu, görüşün Ben’in işgal ettiği mekâna göre değiştiğini ve bizatihi bu mekânın da Ben’in diğer ortamlarla olan ilişkisine göre değiştiğini söyleyebiliriz.7

Bu anlamda, Halbwachs’ın “Tek başımıza hatırlayamayız.” ve “Kendi hafızalarımızın asıl sahipleri bizler değiliz.” arasındaki çizgiyi aşarak fazla ileri gittiğini iddia eden Ricœur’le mutabık olamam. Halbwachs’ın tezinin Ricœur’ün ifadesiyle pek çok yönden benzeştiğine inanıyorum; bununla birlikte, Ricœur’ün Halbwachs’ın yapıtına neden daha fazla ilgi göstermediğini merak ediyor da olabiliriz. Ancak Ricœur’ün yaklaşımı, Oneself as Another’da (1990) takdim ettiği ‘benliğin hermenötiği’ ile yakından ilintili olmasıyla, Bergson’dan ya da Halbwachs’tan daha öteye gitmektedir. Ricœur bu eserde hem çoğulluğu hem de ötekiliği aynı bireyde teşhis etmeye çalışır. Öteki yalnızca dışsal bir öğe değildir, aynı zamanda varlığın yapıcı unsurudur da.


Kaynak: https://ricoeur.pitt.edu/ojs/index.php/ricoeur/article/download/42/29

1- Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinde, Swann’ların Tarafı, Çev: Roza Hakmen/Ahmet Güntan, YKY, 1999, s.57. (ç.n.)
2- Gilles Deleuze, Le Bergsonisme (Paris: Quadrige/PUF, 2007), 19.
3- Henri Bergson, Matière et mémoire (Paris: Quadrige/PUF, 2007), 200.
4- Émile Durkheim, Sosyolojik Yöntemin Kuralları, Çev. Cenk Saraçoğlu, Bordo Siyah Yayınları, İstanbul 2004. (ç.n.)
5- Maurice Halbwachs, Kolektif Hafıza, Çev. Banu Barış, Heretik Yayıncılık, Ankara 2017, s: 10. (ç.n.)
6- Age, s. 10. (ç.n.)
7- Ricœur, La Mémoire, l’histoire et l’oubli, 152.
Previous post
Demirtaş duruşmada: Biz bu ülkenin paryaları değil evlatlarıyız
Next post
Güney Afrika Devlet Başkanı Zuma istifa etti