Ana SayfaYazarlarElend AydınKayıp kayık – Elend Aydın

Kayıp kayık – Elend Aydın


Elend Aydın


O yıl güz önce onun bedenine geldi. Yaprakları döküldü, yaralar açıldı büyük büyük bedeninde. Soranlara değil de sormayanlara, “Bu yara Birinci Cihan Muharebesinden kalmadır, şu yara da ikincisinden” dedi. Bedeni kayıp bir kayık, ruhu uzaklara sevdalı bir kaptan olarak Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ındaki kasvetli izbelerde yaşamaya başladılar o kış. Ne karı beklediler ne Moskova ya da Petersburg’da kürklü kızaklara binebildiler ne penguenlerle kutupları arşınlayabildiler ne de Noel Baba’nın geyiklerine inandılar. O ve bedeni, sanki hastaydılar; Kürtçede nexweş, İspanyolcada enferma, İngilizcede patient idiler. Üstelik Hipokrat 2500 yıl önce; “böylesi bir hastalık ancak bedenin dışından gelen saldırgan bir şeyle başlayabilir” diye düşündüğü için “yengeç” demişti adına. Ama zamanın doktorları halen aynı adı kullansalar da vaziyetin “dışarıdan gelen saldırgan ve tehlikeli bir şeyle” başlamadığının bilincindeydiler. Demek onlar yengeç değildiler. Ya da yengeç bile değildiler! Ama bu noktada Kürtçe; güzel, kadim ve şirin Kürtçemiz, nedense bu mevzuda oyunbozanlık yapıyor, işi abartarak “penceşêr” “aslan pençesi” diyordu. Yani onlar şimdi aslanpençesi miydiler? Ya da onlar, dünyanın başına aslan pençesi olmuşlar, her şeyin en can sıkıcısının tepesine tüy diken “aslan pençesi”!

Neyse, o yıl kış, bir türlü solmayan bir tanecik kadife çiçeğinin uykusunda ansızın gelmiş. O kayıp kayık ve çılgın pusulasız kaptan, hazırlıksız yakalanmamış ama birden kendilerini “uzun zamandır hayat hep kış, dört mevsim kış!” diyen karlı kış defterlerinin arasında kaybolurken bulmuşlar. Ama o kaybolmuş ve çılgın pusulasız kaptan (yani ruhu) denizlerin pusulaları bozduğunu ya da pusulaların denizlere asla yetemeyeceğini iyi bildiği için kalbini deniz ve dağlara dost bir pusula haline getirmiş. Derken o kış kayıp kayık ile kaptanın, bedenini kalın kırmızı kalemlerde bir haritaya döndürmüş, “sakın su değmesin” demişler. Sanki kayık ve denizci susuz var olabilirmiş gibi. Yok, otopsi değilmiş bu, sadece kalın kalemler ve bantlarla, beden üzerine çizilen ve ruhu huzursuz eden bir harita… Ama o harita ve huzursuz ruh yine de durmamış. Mo Yan’ın (Belli bir ömürden sonra adını “Sakın Konuşma” yani Mo Yan olarak değiştiren bir yazarın çağdaşı olmak güzel bir duygu muymuş acaba?) Kızıl Darı Tarlaları’na dadanmışlar, o tarla senin, bu savaş benim, kıpkızıl kesilmişler Çin ülkesinin savaşkan, direnişçi, haylaz ve ne yazık ki kan revan darı tarlalarında. Orda da kötüler (“Japon Şeytanları”) tank top sahibiymişler ama kemik parçalarını bile susturamamışlar. Direnmek güzelmiş o kış da, darı tarlalarında kıpkızıl, bir kayık ve denizsiz kaptanla, haritaya dönüşmüş bir beden ve asla düşmeyen düşlerle!

O kış dünyanın başına “aslan pençesi” kesilenler, insan eti yiyen köpeklerin nasıl işgalciler gibi vahşileştiğini de öğrenmiş, darıların, dipsiz kuyulardaki uykulara düşüren asi şarkılarına tutunarak hem bitsin hem de bitmesin istedikleri kitabın girişindeki şu nefis cümleleri düşen ilk karların üzerine yazmışlar:

“Bu kitapla köyümün uçsuz bucaksız kızıl darı tarlalarında dolaşan kahraman ruhlara ve haksız yere ölenlere sesleniyorum. Ben sizin soyunuzdan gelen bu değersiz, soya sosuna batırılmış kalbimi söküp parçalara ayırdım, üç köşeye koyup, darı tarlalarına bıraktım. Sizlere adağımdır bu! Gelin yiyin!”

Hikaye bu ya çılgın kaptan-ı derya (Sakın Barbaros’u hatırlamayın!) ve kayıp kayık’ın bu dünyada yaptığı son şey herkesin buğulanmış kış camına şu alıntıyı yazmak olmuş: “Kalabalık parmak uçlarında duruyormuş, yüzlerce gözden yayılan ışık yaşayanlara ve insan figürlerine eski ve görkemli bir kültürle karşıt ve gerici fikirleri andıran tedirgin bir ayışığı gibi vuruyormuş.”