Ana SayfaManşetGleichschalltung: Eş zamanlı devre dışı bırakma mekaniği ve baskın seçim – Azad Barış

Gleichschalltung: Eş zamanlı devre dışı bırakma mekaniği ve baskın seçim – Azad Barış


Azad Barış


Gleichschalltung terimi Almanca’da “aynı anda şalter(ler)i çevirme” anlamını ifade etmektedir. Etimolojik intizama göre de “eşzamanlı devre dışı bırakma” mealinde kullanılır. Türkçedeki karşılığı ise  “aynı anda  düğmelere basma” olarak tercüme edilebilir. Oysa aynı kavram Nazi Almanyası terminolojisinde muhalif tüm odakların susturulup tüm halkın aynı şekilde düşünmesini ve kimi olguları sorgulama yetisini yitirmesini sağlayan yönetim aygıtının adı olarak tarihe geçmiştir.

Tarihe ‘yönetsel bir aygıtın baskı mekaniği’ olarak geçmiş bu kavram içeriği ve çeperindeki bağlamlar üzerinden, Türkiye’nin yakın tarihinin yönetsel aygıtının baskıcı fıtratını daha meşakkatsiz bir şekilde anlatıyor. Bu kavrama odaklanmamın esas sebebi ise o zamanki Almanya’nın bugünkü Türkiye ile olan homotetik siyasal özdeşliğidir. Buna da ne gerek vardı diyenler mutlaka olacaktır ve haklı olarak bu kadar zorluğun içinde böyle bir şeyi yazmak sanki işin kolayına kaçmak gibi geliyor insana diye düşünebilirsiniz fakat günümüz Türkiye’sinde rejim erkini rölatif sosyolojik bağlamda anlamak için söz konusu kavramın her hâlükârda önemli olduğu hususu ağır basmaktadır. Buradan hareketle Gleichschalltung kavramını  algı dünyanızın kapısına kadar getirmeye cüret ettim bir şekilde. Zira onu içeriye alıp almayacağınızı tümüyle size bırakıyorum. Her ne kadar kolay gibi görünmese de soyut klişeliği nedeniyle algı eşiğini kendiliğinden aşacağına eminim. Çünkü toplumun azim ekseriyeti ağırlıklı olarak siyaset rejimin yönetsel model veya modellerini konuşup durmaktadır. Velakin son olarak alınan bu ‘baskın seçim’ kararı da böyle bir karşılaştırmanın ne kadar elzem olduğu hususunu özellikle ortaya koymaktadır. Söz konusu seçimin salt bir baskın seçim kararı mı yoksa öteden beri tasarlanmış olan “aynı anda  düğmelere basma” mekaniğinin bir parçası olup olmadığını anlamak için de kolaylaştırıcı bir katkısı olabilir. Dolayısıyla son yılların temel tartışma temalarına bakıldığında Türkiye’deki olgusal kabuk değiştirmelerin birçok bakımdan Nazi Almanya’sının başlangıç süreciyle izomorfik bir bütünlük gösterdiğini ve birçoğunun Gleichschalltung mütearifesiyle ifade edilebileceğini tahayyül etmek zor olamasa gerek.

Hitler’in ilham aldığı İtalyan faşizmi

Hâlihazırdaki benzerliğin olgusal hakikati ise bütün faşist rejimlerin emsal teşkil eden metotlara başvurarak ortaya çıkmasıdır. Bunun en çarpıcı örneklerinden biriyse İtalya tipi faşizmdir. İtalya, faşizmin öne sürdüğü somut pratik öneriler üzerinden rejimi kazanabileceğini göstermiştir. 1922 yılının Ekim ayında Benito Mussolini Roma’ya doğru yola koyulduğunda İtalya toplumunun tüm muhaliflerinin seslerini baskı mekaniğini devreye sokarak kesmişti. Roma’nın dışında diğer bütün kesimleri rehin alacak şekilde baskılara maruz bırakarak  faşizmi gündelik hayatın bir parçası haline getirmişti. Hitler’in bundan ilham almaması mümkün değildi. Avrupa faşizminin primer öncüsü olan İtalyan faşizminin çelimsiz mimarının İtalyan halkına karşı tedavüle soktuğu baskı metotlarını birebir kopyalayıp daha mümtaz bir baskı unsuru olarak kullanmak üzere “Alman titizliğiyle” üzerinde çalışacaktı.

Akdeniz halklarının birçok ortak özelliğinin başında gelen dayanışma, akrabalık ve geniş aile ilişkilerini dağıtmadan başarılı olamayacağını iyi bilen Duce hemen harekete geçmişti. Duce’nin  sistematik yönelimi Akdeniz’in dayanışmacı sosyal yapısını ortadan kaldırmak, onun yerine devlete hizmet edecek bireyler yaratmaktı. Söz konusu yaratım eski değerlerin yerine “yeni değerler kodu” oluşturmak ile mümkün olabilirdi, bu da ancak Roma imparatorluğunun mirası üzerinde inşa edilecek “yeni İtalya ve onun kutsi davası” olabilirdi. Dolayısıyla yepyeni bir insan tipine ihtiyaç vardı ve bu yeni insan tipi şu özelliklere sahip olmalıydı; kendi yaşam koşulları ve geleceği üzerinde düşünmeyecek ayrıca kendisinden olmayanın haklarını ve yaşam koşullarını engellemek üzerine bir tasavvurla yetiştirilecek ve yaşayacaktı.

Başka bir deyişle birçoğumuza oldukça tanıdık gelen mistik bir ulus kimlik miti devreye sokularak herkesin beşeri ‘varlığının kutsi İtalya’nın varlığına armağan’ olduğu telkin edilecekti. Bu tasavvur ile ulaşılmak istenen ise Duce’nin kutsal emaneti olan kutsi devleti muhafaza etmekti.

Naziler, Duce’nin Akdeniz halkları üzerinde deneyimlediği söz konusu sosyal kurguyu “Allah’ın bir lütfu” olarak kabul edip sosyal bir kategori olarak kabul etmiştir. Lakin “Alman Tinin” kâsesini dolduracak kudrete sahip olmadığını düşünerek Alman disiplinine göre daha da geliştirmiştir. İtalyan faşizminin sağladığı başarının şafağında rüyayla uyanan Alman faşizminin fikir babaları, bunun yeterince bir kurama evrilmediği düşüncesini taşıyorlardı ki, hemen işe koyuldular. Yaratımın yanı sıra yıkımın da mucidi olan “Alman Tini” (Deutscher Geist) “Akdenizli bir despotun” yarı ilkel metotlara başvurarak sağladığı başarının mütemadiyen olmayacağının farkındaydılar. Zaman zaman komik bir figür olarak gördükleri Duce’nin kodlarının bir kısmını ödünç alarak geri kalanı geliştirmek üzere “ırk kanunlar geliştirme merkezlerine” havale ettiler ve Ariyan ırkın aşkın erkini inşa etmek üzere işe koyuldular.

“Alman Tini” ve onun “insanüstü” disipliniyle geliştirilen bu yeni mekanizma bütün çağları aşkın bir tesire tanıklık etmeli, Nazilerin el attıkları her şey hem alt hem de üst yapı bakımından örneksiz (müstesna) olmalıydı. Yani yerli arabadan yerli uçağa, silahtan sanayiye, yollardan stadyumlara, bilimden insana kadar her şey Nazilerin dünya tasavvuruna göre istisna teşkil eden ölçülerde olmalıydı.

Nazi ideologları tarafından toplumsal bir kurgu olarak hazırlanan yeni “yaratım teorisinin” öngördüğü başat belit, dinamik bir şekilde toplumsal hayatın her evresine sirayet etmek ve bütün bunları mümkün olduğu kadar sesten ve fiyakadan uzak bir şekilde hayata geçirmekti. 1933 çıkışlı bu yönetsel aygıtın asıl amacı Almanya’daki  bütün sosyal ve siyasi  alanları etkilemenin yanı sıra gündelik hayatı da karşıt kamplar veya “düşman resimler” (Feinbilder) şeklinde ayrıştırmaktı. Oluşturduğu yeni toplumsal stereotipler üzerinden kendi “kimliğini” birleştirme sürecini hızlı bir şekilde hayata geçirmekti. Bu bağlamda oluşturduğu mücadele hattının ve başvurduğu bütün siyasi hilelerin ulusal yaşam alanı (Lebensraum) adına kutsi bir dava olduğunu kitlelere empoze ederek adım adım başarıya yürümekti.

Naziler, Gleichschalltung sistemi ve gündelik faşistleşme

Führer’in niteliksiz olarak nitelendirdiği sekülerizm ve toplumsal çoğulculuk ancak eşzamanlı devredışı bırakma mekanizmaları vasıtasıyla (yaratılan yıkıcı bir kargaşa sayesinde) yaramaz bir kurgu olarak benimsetilecek, Alman milli çıkarlarına hizmet etmediği topluma gösterilecek, onun yerine özgün ve güçlü bir Alman krallığı (Reich) inşa edilecekti.  Buna bağlı bir biçimde Nazilerin kraliyet politikasının gereği olarak kamu kuruluşları ve  devlet ile ilişkili kurumların Nazileştirilmesi, bu kurumlarda liderlik (Führer) prensibinin işlerliğe geçirilmesi ve ırk yasalarının uygulanması gibi pratiklerin hayatta geçirilmesi öncelendi.

Eşzamanlı devre dışı bırakma mekaniği Nazi faşizminin Almanya’daki bütün toplumsal kesimleri susturmak için geliştirdiği ve adım adım hayata geçirdiği yeni bir sistem teorisiydi ve bu sistem nihayetinde sadece Ariyanlara yaşam hakkı tanıyordu. Ne yazık ki bunun sonucu olarak 1933 baharından itibaren binlerce aydın ve sosyalistle birlikte Komünist Parti lideri Thaelman tutuklanıp daha sonra Buchenwald toplama kampında kurşuna dizildiler. O yıllarda “yeterince Ariyan” olmayan birçok siyasi parti kapatıldı, muhalifler, yazarlar, şairler ve hatta din âlimleri tutuklandı veya öldürüldü, parlamento binası ateşe verildi, yüz binlerce insan görevinden uzaklaştırıldı,  medya kurumları kapatıldı, düşünce ve basın özgürlüğü yasaklandı ve ırk yasaları yürürlüğe girdi. Özellikle bütün medya Führer’in sesini yansıtacak tek tip hale getirildi. Buna uymayan medya kuruluşları zaman içinde ya kendiliğinden kapandı ya da kapatıldı. Bu aynılaştırma politikaları kısa bir zaman zarfında beraberinde gündelik faşistleşmenin de ilk aşamalarını kuramsallaştırıyordu. Yahudiler, Romanlar, Slavlar gibi halklar iç düşman olarak belirlenerek hedef tahtasına koyuldu ve Almanya kısa zaman içinde “iç düşmanlara” karşı Nazi sloganındaki gibi “tek millet, tek devlet, tek lider” ülkesi haline getirildi. Ardından milli beka adına “dış düşmanlar” olarak hedefe konulan Polonya ve Çekoslovakya başta olmak üzere birçok komşu ülke işgal edildi. Sonuç olarak nihai hedef olan ve İkinci Dünya Savaşı olarak tarihe geçen “nihai topyekün savaşı” (Der totale Krieg)  nihai zafer (Totalen Sieg) adına sahnelendi. Naziler hükümete geldiği günden itibaren güç ve hegemonya istencinin peşine düşerek, bunu da sistematik bir plan dâhilinde takip ettiler. Nihai zafere ulaşmak için metotları ise Gleichschalltung sistemiydi.  Söz konusu nihai yönetsel sistemi mutlak bir cebri erke dönüştürmek üzere eşzamanlı devre dışı pogromlarına başvurdular ve adım adım kendi “özgün iktidarlarını” kurdular.

Toplumsal kesimleri ve kurumları eşzamanlı devre dışı bırakma operasyonları zamanla devasa baskı ve şiddet aygıtına dönüşerek tekçi bir kimlik birliği oluşturdu. Oysa Nazi yönetimi, ilk beş yılında Gleichschaltung‘e binaen nasyonalist sayıklamaların yoğun olarak dolaşımda olduğu kitleler, sadece hür iradeleriyle Hitler’e oy verenler ve Nazilerin birinci derecedeki militan ve sempatizanlarından oluşmaktaydı. Birçok totaliter ve faşist geleneğin sosyal kurgusunda olduğu gibi önceleri sadece sözünün geçtiği yerde varlık sürdürürken daha sonraki dönemlerde güçlenmesiyle birlikte herkesin üyesi olmak için birbirini ezdiği neredeyse ülkede üye olmayan kurumun kalmadığı bir yapı haline gelmişti.  Yani eski kurumlar ele geçirilmiş, ele geçirilmesi imkânsız olan kurumlar yok edilmiş, gerekli görüldüğü takdirde de yenileri yaratılmıştı. Bunun bir gereği olarak gençlerden çocuklara kadar gönüllü ispiyoncuların ve sivil katillerin bulunduğu örgüt evleri kurulmuştu. Ev kadınlarının, işçilerin, kısacası toplumun her kesiminin üye olduğu bir Nazi örgütü mutlaka bulunmaktaydı. Bütün kitle katmanlarıyla birebir Führer kendisi ilgileniyor, çoğunlukla çocuklarla boy boy fotoğraflar vererek Ariyan kutsal ailesine vurgu yapıyordu. Özellikle bu “özel yol” (Sonderweg) üzerinden cihana karşı bir Germen ilhak ordusu istiyordu. Başlarda herkesin donanımsız gördüğü, kaideye almadığı, muzip ve yerel bir karikatür olarak gördüğü Hitler ve şürekâsı zamanla Führerliğe yükselmiş ve tarihin en nizamlı yıkıcı sistemini kurmuştur.

Yani önce diğer partileri ve siyasi görüşleri demokratik seçimle cezalandırmak isteyen halkın oylarını almış ancak bir kere iktidara geldiğinde de Gleichschalltung aracılığıyla hem kurumları ele geçirmiş hem de tüm ideolojisini kısa bir sürede bütün halka empoze etmeyi başarmıştır.

Yıkım sistemleri

Rejimler ‘demokratik’ de olsa bazen iktidara öyleleri gelir ki, demokrasinin olmazsa olmaz kurallarına tahammül etmeleri mümkün değildir, sahip oldukları dünya idraki sebebiyle… Zira iktidara gelişlerinin o kurallar sayesinde mümkün olduğunu unutur ve kendi kurallarını hâkim kılmak için mevcut değerler merkezini yerle bir ederler. Bazıları ise, dünya konjonktüründen de faydalanıp bilinen ‘sivil darbe’ metotlarıyla, demokrasiyi uzun bir süre için ortadan kaldırmayı becerebilirler. Bunun örneklerini sadece ekonomik ve sosyal gelişmesi olmayan ülkelerin tarihinde değil, en gelişmiş sanayi ülkelerinin çoğunun tarihinde de görmek mümkündür. Muhalif taraftayken ağzından düşürmediği ‘hak, hukuk, adalet’ söylemlerini rafa kaldırır, demokratik devletin özgür veya özerk olması gereken tüm kuruluşları kendi emrine almak için eşzamanlı düğmelere basar ve kendince ebedi gibi görünen bir ceberut erk kurarlar.  Hem dünya siyasi tarihinde hem de demokrasi rejimlerinin başına musallat olmuş bütün totaliterlerin veya faşist tandanslı liderlerin iktidarı ele geçirme gayretleri ve başvurdukları pratiklerin benzerliği oldukça hayret vericidir. Özellikle söz konusu gayretlerin başında ayrıştırıcı ve aynılaştırıcı yönelimlere öncelik verilmesi oldukça dikkat çekicidir. Bir taraftan ayrıştırma üzerinden tesisi zor kutuplaşmalar ve  hatta yıkıcı bloklaşmalar yaratırken, diğer taraftan aynılaştırıcı, yani kendi siyasi gayretleri çerçevesinde bir militanlaşma ve birlik kimliği oluştururlar. Kendi kimliklerinin ana eksenini oluşturan bu dost/düşman düalist olgusu sayesinde hedeflerine ulaşmaya çalışırlar. Dolayısıyla bulundukları noktadan başlayarak söz konusu ayrıştırıcı ve aynılaştırıcı  metaforlar üzerinden siyasi ve sosyal alan kazanımlarını sağlamaya çalışırlar. Etkisi altına aldıkları bütün alanları kesintisiz kavgaların kol gezdiği güvensiz  birer mecraya dönüştürürler. Toplumsal birçok kesimin anlam veremediği olaylar ortaya çıkar, ülkede nedenleri ve amaçları pek belli olmayan münakaşa ve çatışmalar vuku bulur. Hem ayrıştırdığı hem de benzeştirdiği kitle üzerinde kurduğu tahakküm sayesinde her iki kesime büyük zarar verilir ve bundan ötürü öngörülen kutuplaşma istenen ölçüye  ulaşır. Ne var ki ortaya çıkan bu tür ideolojik kutuplaşmalar ve siyasi bloklaşmalar toplumsal hayatın hem iç hem de dış gerçekliğini önüne geçilemez biçimde ziyana uğratır.  Ortaya çıkan ziyan o kadar büyük olur ki, kendilerini kurguladıkları erkin mekanizmalarıyla bile kontrol edemez hale gelirler. Çünkü zamanla keskinleşen kutuplaşmanın boyutları beraberinde kontrol edilemeyecek kadar büyük çatışmalar ve toplumsal anomileri ortaya çıkarır. Planlı çatışmalar üzerinden yönetim merkezini ele geçirmek üzere başlatılan olaylar, nihai erki  pekiştirmek için planladıkları çerçeveyi zamanla aşar ve yerini telafisi mümkün olmayan çatışmalara bırakır.

Yani hem toplumsal sözleşmenin yekûnu hem de ülkenin sosyal ve ekonomik refahı sekteye uğrar. Başka bir deyişle hem kendilerine hem de halklarına büyük hasarlar verirler.  Dolayısıyla evrensel ölçekte tarihteki en ehem yıkıcı örneklere emsal olarak hem Hitler Almanya’sı hem de Duce İtalya’sını verebiliriz. Almanya’da Hitler’in ve İtalya’da Mussolini’nin kurdukları o iflah olmaz yıkım sistemleri, salt kendi halklarına ve onun kültürel mirasına zarar vermekle kalmamış, dünyanın büyük bir kısmını felakete sürükledikleri gibi onun tarihsel hafızasına da büyük bir dehşete terk etmiştir. Belki de insanlığın tanıklık ettiği tarihin en  yıkıcı zatlarından biri olan Hitler, kurduğu sistemle yeryüzünde yaratacağı büyük felaketin farkında olan nadir mahlûklardan biriydi. Tarihin trajikomik figürlerinin arasında yerini alan bu cılız ve enez adamın, büyük bir yıkıcı çığır açabileceğini sayısı çok az olan planlama arkadaşlarının dışında kimsenin bilmediği de rivayetler arasındadır.

Gleichschalltung sistemi ve Türkiye

Yakın tarihin Türkiye’sine ise bütünlüklü bir analizle bakıldığında birçok can alıcı kararın sadece belirli bir yönetici grubu tarafından alındığı ve uygulandığı çok net bir şekilde ortada durmaktadır. Zira dehşetin seraba dönüştüğü yer de bu noktadadır. Eşzamanlı devre dışı bırakma mekaniği neticesinde Alman halkının büyük kısmının suça ortak olmasına rağmen, ne için yapıldığına dair yeterince fikir sahibi olmadığı da tarihçiler ve sosyal bilimcilerin sıkça ele aldığı konular arasındadır. Dolayısıyla eşzamanlı devre dışı bırakma mekanizmaları hem ayrıştırılan (ötekileştirilen) hem de aynılaştırılan kesimler için nihayetinde aynı anlama gelmekteydi. Çünkü ayrıştırılanlar yeni sistemin aygıtları ile aynılaştırılanlar tarafından bertaraf edildikçe, diktatörlük şurası aynılaştırılanlar arasında da aynı seleksiyon mekanizmalarını devreye sokmaktan asla geri durmamıştır. Totaliter elementlerin öngördüğü güven skalasına göre ayrıştırılanların bertaraf edilmesinden müteakiben aynılaştırılanlara karşı da nihai yıkım  başlar ve bu yıkım o kadar kapsamlıdır ki en yakın yol arkadaşı ve suç ortağına kadar bile gelme ihtimali vardır. O  (Führer) kurgularının gereği olarak tümüyle bir kuşku ve güvensizlik dünyasının içinde yaşamaktaydı ve herkesten aynı derecede kuşkulanmaktaydı…  Bu kurgunun öngördüğü en temel prensiplerden biri de en yakın yandaşın veya dostun bile bir anda en korkunç bir düşmana dönüşme ihtimalinin  yüksek olmasıdır ve bu dehşet verici ihtimalin er veya geç devreye gireceği mutlak bir hakikattir. Bu yalın hakikat Batı Führerleri için geçerli olduğu kadar Doğu despotları içinde bir o kadar geçerlidir zira Führerler ve despotlar arasında sıradan benzeşmeleri aşan temel bir örtüşmenin söz konusu olduğu aşikârdır.

Dolayısıyla şu an Türkiye’de yaşananların Nazi Almanya’sının doğum sürecine benzeyip benzemediğine herkes özgür iradesiyle karar verme ehliyetine sahiptir.


Soykırımın üçüncü yılında Şengal Fermanı – Azad Barış