Ana SayfaManşet‘Karanlıktan umuda, umuttan özgürlüğe’ – Bahadır Altan

‘Karanlıktan umuda, umuttan özgürlüğe’ – Bahadır Altan


Bahadır Altan


Yaklaşık yüz kişinin bulunduğu bir salona “Aranızda hiç hapse girmemiş olan var mı?” diye sorulunca sadece bir kaç kişi elini kaldırıyorsa ne düşünürsünüz? Katılanlar politik insanlarsa bu ülkede olağan kabul edilecek bir sonuç mudur bu? Bir de toplantının konusu “Kürt Sorunu ve Tecridin Hukuk Politiği” olunca ve yaş ortalaması 50 civarında olursa, iki askeri ve bir sivil darbe yaşamış bu güzel insanların hapse girmiş olmaları “doğal” mıdır?

Hasretliklerin en zoru, şiirlere, türkülere konu olan mapusluk bu ülkenin rutini oldu artık.Kaybetmeden değerini bilmediğimiz, uğruna ölümlere gidip gelinen, bedel ödenen, kimseye kendiliğinden bahşedilmeyen özgürlük… ”Sen neredeysen orada” dense de, dilediğin yöne dönemeyince, ufuklara bakamayınca, gözünün alabildiğine ulaşamayınca, sevdiğine sarılamayınca, burnunun direği sızlayınca yokluğu en derin hissedilen kıymetlimiz hürriyet, günümüzde iktidarın iki dudağının arasında. Bir de mahpushane içinde mahpusluk, yani tecrit var ki dayanması, anlaşılması çok daha zor…

Tecridi 12 Eylül’ün “Gözetim Evine” dönüştürdüğü Kara Kuvvetleri Komutanlığının İstihbarat Dil Okulunda yaşamıştık. Üst katta Alparslan Türkeş, Yaşar Okuyan ve diğer MHP yöneticileriyle birlikte kalan tek solcu Prof. Sadun Aren vardı. Onlar bahçeye, havalandırmaya çıkar, ziyaretçileriyle görüşür, biz devrimci subaylar ise alt kattaki tek kişilik hücrelerimizden sadece tuvalete, o da asker denetiminde çıkabilirdik. Ziyaret ise eşimiz, anamız, babamızın iki üç cümleyi aşmayan pusulalarından ibaretti. Biz de, “iyiyim, merak etmeyin, yakında görüşürüz” yanıtlarını yazabiliyorduk sadece. Burada 1982 yılında ve 1984 yılında Güvercinlik jandarma gözetim evinde toplam 4 ay kadar yaşadıklarımın unutulmayacak izleri var. Bu insanlık dışı zulmü çok daha uzun süre yaşayıp ruh ve beden sağlığını yitirenler, intihara sürüklenenler olmuştu. Yaşamamış olmayı kesinlikle tercih etmeyeceğim, neredeyse üniversite değerinde öğretici bir tecrübe olduğunu söyleyebilirim bu 4 ayın. Sizleri içeri girmeye özendirmeyeyim sakın! Ama şimdi biraz farkındalık gösterebiliyor ve bazı şeyleri anlayabiliyorsam bu dönemde yaşadıklarıma borçlu olduğum kesindir.



Kendi göbeğimizi kesmek

7 Nisan Cumartesi günü İstanbul’da yapılan “Kürt Sorunu ve Tecridin Hukuk Politiği” başlıklı sempozyum ve forumdaki hemen bütün konuşmacılar bugün yaşananları kaçınılmaz olarak en yakın askeri darbe 12 Eylül dönemiyle benzerlikler üzerinden anlattılar. İlk panelin konusu “Temel Hakların Sürekli Askı Hali – Genelleşen İmralı Rejimiydi.” Devletin prototip olarak başlattığı İmralı uygulamalarının nasıl genişleyip sıradanlaştığı çok açık gözler önüne serildi hukukçularca.

“Düşman savaş hukukunun infaz sistemi” olarak tecrit, kişinin bedenini ve zihnini sarmalayıp kuşatarak sosyal ölülere dönüştürmeyi hedefleyen bir insanlık suçu olarak tanımlanıyor. Kadın ve erkek tüm mahkumların mahrem bölgelerini kayıt altına alan kameralarla yaşanan bir mahpusluk bu. Aile ve avukat görüşü hatta mektuplaşmanın bile yasaklandığı bu düzen Türkiyenin imza attığı bütün uluslararası anlaşmalara aykırı. İdam mahkumlarının karar onaylandıktan sonra infazı beklediği süreç olan ve hukukçuların “ölüm koridoru” dediği bir dönemi sürekli yaşıyor insanlar. Ülkemizde buna bir de “Türkleştirme” ekleniyor. Söz konusu Kürtler olunca da “herkes eşittir ama Kürtler hariç!” şekline evriliyor!

Her konuda olduğu gibi insan hakları konusunda da Avrupa standartlarının sağlanması için batıdan hükümete bir yaptırım beklemek ise ham hayal. Batı, siyasi mahkumlar söz konusu olduğunda “endişeli oldukları!” açıklamaları dışında hiçbir şey yapmıyor ve adeta onay veriyor. “KHK’larla mağdur edilen binlerce insana “OHAL komisyonu kuruldu ya, oraya başvurun!” diyecek kadar gerçeklerle bağı olmayan bir AİHM var.

Özetle, ilk panelden benim çıkarttığım sonuç, insan hakları konusunda “kendi göbeğimizi kendimizin kesmek zorunda olduğumuz” idir. Bu hakkı fiilen yaratmazsak, insan haklarının sadece sözünü edebiliriz. Av. Fethiye Çetin’den naklederek söylersem; “Ne yapıp edip ulusal ve uluslararası bir hukuk dayanışmasını, bir mekanizmayı oluşturmayı başarmamız gerekiyor…”

“Kürt Sorunu Darbe Mekaniği İlişkisi ve Çözüm İmkanları” başlıklı ikinci panelde ise artık ayan beyan olmuş bir gerçekliğin hikayesini o dönemin canlı tanığı S. Süreyya Önder’den dinledik. İmralı görüşmeleri sürecine ilişkin Abdullah Öcalan’dan aktardığı “Yasal güvence sağlanmadan barışa ulaşmak mümkün olmaz, bu süreci taraflar doğru, ciddi ve kararlı yürütürlerse 4-5 ayda çözüme ulaşılır, aksi halde darbe mekaniği devreye girer.” sözünün o dönemde nasıl farklı yorumlandığını anlattı. Hatta Ahmet Hakan’ın bile topa girerek “Darbeden söz eden Sırrı Süreyya Önder bile olsa ‘git işine’ demek boynumuzun borcudur!” diye yazdığını hatırlattı. Her zamanki alçak gönüllülüğüyle o zaman demokrasi dostlarına “anlatamadıysak eksiği bizdedir” diye de ekliyordu.

Şimdi geriye doğru baktığımızda bu öngörünün haklılığında ve 3 yıl gibi kısa bir zamanda ne kadar çok acı yaşandığını, oysa her şeyin çok farklı olabileceğini yine acıyla hissediyor insan.

İmralı söz konusu olduğunda kullanılan milliyetçi, hamasi dil, her türlü insan hak ihlalini de onaylayan bir tutum geliştirdi. Bugün, içinde boğulmakta olduğumuz cendere tam da oradan başlayarak bütün ülkeyi sarıp sarmaladı ve şimdi halkın tamamının tecride alındığı günleri yaşıyoruz.

Umuttan özgürlüğe…

Panelin son konuşmacısı Yüksel Genç ise “Ortadoğu Savaş Hali ve Radikal Demokrasi Çözümü” başlığında, Rojava’daki mozaik yapıya, etnik ve dinsel cok çeşitliliğe tam da denk gelen “demokratik konfederalizmi” anlattı. “Devletleşmek” yerine demokratik komünal toplumu, doğrudan demokrasiyi, en küçük rengin bile zenginlik sayılıp korunup kollanması temelindeki yapıyı anlattı.

Bu ana kadar ülkedeki karanlıktan içi kararan dinleyiciler biraz nefes aldı diyebilirim. Bu sempozyumun ana fikri olan “karanlıktan umuda, umuttan özgürlüğe” sözünün ilk kısmı umut bu temelde filizleniyordu. İkinci kısım ‘umuttan özgürlüğe’ ise kuşkusuz çok daha zor, emek isteyen uzun bir süreç.

Muktedirin sarıldığı savaş ve cihat, topluma sadece kan ve gözyaşı vadediyor. Bize düşen ise halkların asıl özlemi olan barış ve huzuru vadeden, çocuklarının ölmeden, öldürmeden yaşayacağı bir dünyayı vadeden dili, her türlü tecride karşı üretip çoğaltmaktır.

Umut varsa, yol uzun da olsa barış ve özgürlük rüya değil.