Ana SayfaGüncel1980’den Gezi direnişine: “Gün Doğarken Yürümek”

1980’den Gezi direnişine: “Gün Doğarken Yürümek”

HABER MERKEZİ – Türkiye’de 1980 sonrasından Gezi direnişine uzanan sürece odaklanan “Gün Doğarken Yürümek” adlı roman okuyucularla buluştu. Kitabın yazarı Hande Durna, “Türkiye’de en zor toplumsal koşullarda bile umut hep vardı, olmaya da devam edecek” dedi.


Röportaj: Necla Demir


Hande Durna’nın kaleme aldığı ve 1980 sonrasından Gezi direnişine uzanan döneme ışık tutan “Gün Doğarken Yürümek” adlı roman, Yeni Ülke Yayınları’ndan çıktı.

İrdelenen tarihler arasında Türkiye coğrafyasına iz bırakan kilometre taşlarını ve bunları yaratanlara uzanılan kitapta, 90’ların öncüleri resmedilmeye çalışılarak, söz konusu kuşağın ve dönemin izi sürülüyor.

Kitap, aynı zamanda 90’lar kuşağının 2000’lerde siyasete bakış açısını, onları Gezi’ye götüren sürece ve farklı kuşakları Gezi eylemlerinde birleştiren günlere yeniden dönüp bakmayı da sağlıyor. Roman niteliğindeki kitapta ayrıca anlatılan tüm olaylar gerçek, kişiler ise kolektif bir hafızanın ürünü.

Hande Durna

Hande Durna, kitabın ortaya çıkış hikayesini şöyle anlatıyor:

Sizi “Gün Doğarken Yürümek” adlı kitabı yazmaya iten nedenler neler? Neden Gezi süreci?

Romanda 80’li yıllarda çocuk, 90’lı yıllarda üniversite çağlarında, 2000’li yıllarda ise çok kullanılan bir tabirle “hayata atılmış” ve Gezi direnişinin de bir parçası olan kuşağın öne çıkan unsurlarına ışık tutmaya çalıştım. O yıllar ve 96 kuşağı, dönemin siyasal koşullarının içerisinde, geçmişi ve geleceği ile birlikte hiç ele alınmadı. O dönemde atılan tohumların bu topraklarda kök saldığını ve o kuşağın yaptıklarının suya yazılmadığını düşünüyorum. Dönemi genç kuşaklara anlatmak ve o günün gençlerine de yeniden anımsatmak istedim.

Kitap, 80 sonrası ve Gezi direnişine tarihsel bir yerden bakıyor. Bu dönemin Türkiye tarihi açısından önemi nedir?

80 sonrası olarak adlandırılan dönem, sol ve ileri unsurlar açısından çok büyük zorlukları beraberinde getirdi. Darbe sonrası sindirilen sol hareketler içerisinde yer alanlar büyük bir baskı ile karşılaştı. Bunun üzerine Sovyetler Birliği’nin yıkılması sonrası emperyalizmin “Yeni Dünya Düzeni” söylemi, liberalizmin hem ekonomik hem de ideolojik olarak tahakkümüne yol açtı. Toplumun gericilik tarafından kuşatılmasının kilometre taşları yine o dönemde döşendi. Popüler olan örgütsüzlüktü, özelleştirme güzellemeleri idi, emperyalist odaklar tarafından pompalanan demokrasi aldatmacasıydı.

Bütün bunlara rağmen solda ve devrimcilikte ısrar edenler, 90’lı yıllarda yaşanan çıkışlara öncülük ettiler ya da parçası oldular. 2000’lerle beraber ise, yaşanan siyasal değişime direnç gösteren damarlar ortaya çıktı ve Gezi eylemlerine giden günleri yaşadık. Bugün bütün bunların hatırlanması ve üzerine düşünülmesi gerekiyor.

Haziran ve Gezi direnişi süreci bu topraklarda yaşayan genç kuşaklar için ne anlam ifade ediyor? O süreci ve muhalefeti nasıl değerlendiriyorsunuz?

Her şeyden önce umudu diri tutmak anlamına geliyor. Bu toprakların ilerici damarları, bütün zorluklara rağmen tutunup kendi yolunu hep açtı, açmaya da devam edecek. Ama burada kendini gösteren bir tehlikeye de işaret etmek istiyorum. ‘Gezi yaşandı, bitti, ne güzel günlerdi’ söylemi ile yakın geçmişe özlemle yetinmek, gelecek için beklentisiz ve umutsuz olmayı beraberinde getiriyor.

Halbuki ihtiyacımız olan geçmişe öykünmek değil, gelecek için bıkmadan, usanmadan mücadele etmektir.

Apolitik olduğu yönünde eleştirilere maruz kalan 90 kuşağının Gezi süreciyle birlikte muhalifleştiğine tanıklık ettik. Sizce bu kuşağın elde ettiği deneyimler nasıl yorumlanabilir? O günden bu yana neler değişti örneğin?

Önce 80 sonrası kuşak apolitiklikle eleştirildi, sonra 2000’lerin ortalarına geldiğimizde bugünün gençleri aynı eleştiriye maruz kaldı. Bu apolitiklik eleştirisinin bir benzeri de “bu halk adam olmaz” söylemidir. Bu bakış açısı tarihsel ve sınıfsal düşünmeyi ihmal eden bir kolaycılığı içerisinde barındırır. Halbuki dünya tarihi bu görüşün yanlışlandığı yüzlerce örnekle doludur.

Siz de o sürecin içinde yer alan biri olarak tanıklık ettiklerinizi kitaba dökmüşsünüz. Neden “anlatılan olaylar ve kişiler kolektif bir hafızanın ürünü?”

Kahramanlar yaratmaya ve kişilerin elinde sihirli değnekler varmışcasına mucizeler beklemeye çok alışkınız.

Halbuki tarihi her zaman büyük toplumsal yığınlar değiştirmiştir. Romanda 90’lı yıllarda belki o günün koşulları düşünüldüğünde çok büyük dönüşümlere imza atmamış olsa da, tarihsel olarak çok önemli değerler yaratmış bir kuşağı ve özelde de onların örgütlü mücadelesini anlatıyorum. Anlatılan 90’lı yıllarda Sosyalist İktidar Partisi’nin mücadelesini yükselten, 2000’li yıllarda ise, Türkiye Komünist Partisi’ni kuran kadrolardır. O dönemde yaratılan değerler kişisel başarıların veya kahramanlıkların değil, kolektif hareket edebilme yeteneğinin ürünüydü. Bunu anlatabilmenin yolunun, kişisel anılar anlatabilmekten değil, kolektif hafızadan süzülüp gelen değerleri ifade edebilmekten geçtiğini düşünüyorum.

Kitabı okuyanlar nelerle karşılaşacak? Gezi sürecinde yer alanlar ve almayanlar olarak ikiye ayırırsak?

Bu topraklarda sosyalizm mücadelesinin hangi koşullarda sürdürüldüğüne, örgütlü mücadelenin ortaya çıkarttığı değerlere, gecenin karanlığından ve umutsuzluğundan gün doğumunun aydınlığına ve umuduna şahitlik edecekler. Gezi sürecinde yer alsın veya almasın bugün umudu aramaya devam etmek isteyenlerin gün doğarken yürüyenlere bakmalarını ve anlamalarını önemsiyorum.

Türkiye’deki siyasal tablo ortada. O süreçten bu yana (Gezi ile sınırlandırıyorum) muhalifler üzerinde devam eden baskı politikası da tüm hızıyla devam ediyor. Bu kitap aynı zamanda bu baskıya da bir cevap niteliği taşıyor diyebilir miyiz?

Romanda 90’lara ışık tutarak, Türkiye’de hiçbir dönemin sosyalizm mücadelesi yürütenler için kolay olmadığını anlatmaya ve hatırlatmaya çalıştım. Bu nedenle bugün yaşanan zorluklar yılgınlık üretmemeli. Türkiye’de en zor toplumsal koşullarda bile umut hep vardı, olmaya da devam edecek.


Kaynak: Mezopotamya Haber Ajansı