Ana SayfaKitapNasıl bir zamanda yaşıyoruz? – Jacques Rancière

Nasıl bir zamanda yaşıyoruz? – Jacques Rancière

HABER MERKEZİ – Filozof Jacques Rancière’in aktivist Eric Hazan ile demokrasiyi ve popülizmi tartışıp, ‘sınıf mücadelesi’ ve ‘tahakküm’ gibi kavramları gündemlerine aldıkları “Nasıl Bir Zamanda Yaşıyoruz?” isimli söyleşi Murat Erşen’in çevirisiyle Metis Yayınları’ndan çıktı. Rancière’e göre yüz yıldan fazla süredir dillendirilen ‘temsili sistemin çözülüşü’ iddiası, ‘radikal solun umutlarını ve yanılmalarını ayakta tutan eski bir terane, hükümetsiz yaşamak ise hala kendimize tayin edebileceğimiz güzel bir hedef.’ Rancière’in günümüz demokrasisi ve temsili demokrasiyi ele aldığı kitaptan bir bölüm yayınlıyoruz.


Jacques Rancière

Söyleşi: Eric Hazan


2005 yılında yayımlanan Demokrasi Nefreti’nde “temsili bir sistemin demokratik olduğunu ilan etmesini mümkün kılan” kuralları sıralıyorsunuz: Kısa süreli, yenilenemeyen vekillik seçimleri; halkın temsilcilerinin yasaların oluşturulması üzerinde tekeli; seçim süreçlerine ekonomik güçlerin müdahalesinin denetlenmesi… [1] Aynı döneme ait başka metinlerde, “iktidarı seven ve onu ele geçirmekte mahir olanlar”dan oluşmasından kaçınmak için“yönetici kadro”nun seçimini büyük ölçüde kura çekimine bırakmayı öneriyordunuz.

Demokrasi Nefreti yayımlanalı on yıldan fazla oldu. Demokrasinin, siyasal soruların etrafında döndüğü merkezi mefhum olduğunu düşünmeye devam ediyor musunuz? Bizi temsil edenlerin nasıl seçildiği hâlâ belirleyici mi? Bu son yıllarda temsili demokrasinin çözüldüğüne mi tanık oluyoruz? Asıl mesele, ondan kurtulmanın bir yolunu bulmak ve nihayet hükümetsiz yaşamak değil mi?

Demokrasi Nefreti siyasal bir gündem önermiyordu, kendilerini demokrasi olarak tanımlayan devletlerde, demokrasi’yi kitlesel bireyciliğin egemenliği ve toplumsal bağın yok edilişi olmakla suçlayan öfkeli kampanyaların yayılmasının sergilediği çelişkiden hareketle demokrasi fikri üzerine bir düşünme çabasıydı. Kitabın ana tezi, demokrasinin siyasal bir rejim değil, özgül olarak siyasal iktidarın bizzat varoluşunun eşitlikçi koşulu, anarşik koşulu, dolayısıyla aynı zamanda iktidarın icrasının durmadan bastırmaya çalıştığı koşul olduğu yönündeydi. Şunu gösteriyordum: Umumiyetle siyaset diye adlandırılan şey aslında, siyasal iktidarın icrasını, onun karşıtı olan, onu yalanlayan demokratik ilkeye dayandıran fiili çelişkidir.

Demokratik mantık ile temsil mantığı arasındaki ilkesel zıtlığı ve bu iki mantık arasındaki kesişim biçimlerini işte bu çerçevede incelemiştim. Bilhassa hem demokratik ilkeden çıkarsanan hem de kurumlara daha fazla demokrasi katmaya elverişli, kısa süreli, aynı anda tek elde toplanamayan, yenilenemeyen temsil yetkileri ve kura çekimi gibi belli sayıda ilkeyi ve kuralı hatırlatmıştım. Bunları, bugün söylendiği gibi, “demokrasiyi canlandırmak” için uygulanacak reçeteler olarak hatırlatmamıştım; bu ilke ve kuralları daha ziyade, temsili rejimlerimizin aslında gitgide oligarşik hale geldiğini, eşitlik dehşetine karşı yürütülen cumhuriyetçi kampanyaların da toplumlarımızda ve kurumlarımızda eşitsizliğin artması sürecinin teorik onur meselesi olduğunu göstermeye elverişli ve demokrasi ile temsili bir tutan hâkim görüşle araya mesafe koymaya uygun koşullar olarak hatırlatmıştım.

Tüm bunları aşmış olduğumuz fikrini komik bulduğumu itiraf ederim. O sıra kınadığım cumhuriyetçi kampanya büyük ulusal dava haline gelecek ve denize girerken hangi kıyafetin giyileceğini uygarlığımızın istikbalinin dayandığı temel “mesele” yapacak raddede genişledi. Temsili sistemin çözülüşüne gelince, bu, 1880’den beri, şu ya da bu partili seçime düşük katılım oranını seçim sisteminden kitlesel vazgeçişin delili olarak görmeye hep hazır “radikal” solun umutlarını ve yanılsamalarını ayakta tutan eski teranedir. Oysa temsili sistemin çözüldüğü falan yok. Kurumlar canlı varlıklar değildir. Hastalıklarından dolayı ölmezler.

Bu sistem yaşadığı güçlüklerin üstesinden gelir, ürettiği anormallik ve canavarlarla uzlaşmanın yolunu bulur. İşlettiği mekanizma sayesinde temsil edilmeyenleri temsil ettikleri iddiasında olanlara bile bir yer yaratır ve kendi vasatlığını zorunluluğa boyun eğme nedeni haline getirir. Bunun karşısında yakın zamanlardaki parlamento dışı veya karşıtı hareketler gerçek bir alternatif siyasal alan yaratamadı. Şu son yıllarda, en kuvvetli demokratik olumlamalara tekabül eden meydan işgal hareketleri, devletlerin gündemlerinden bağımsız siyasal hareketler yaratılmasına zemin hazırlamayı başaramadı. Bunların mirası bazen dağılıp gitti, bazen de alternatif biçimlerde devam etti, ama aynı zamanda hükümet partileri arasında ittifak, pazarlık ve seçim programı oyunu oynayan Podemos veya Syriza gibi “solun solu” partiler tarafından da ele geçirildi. Occupy Wall Street’in enerjisi Sanders’ın kampanyasını destekledi, onun da sonuçta Hillary Clinton’ı desteklemekten başka seçeneği olmayacaktı. Ülkemizdeki seçimin ahvaline “ehvenişer” mantığı taraftarı, sol kafalı bir güruhun alışıldık bozgunu damgasını vurabilir, böyle bir tehlike var.

Vaktiyle, Sarkozy kadar kötü olmadığı için Hollande’a oy vermemizi isteyenler bu sefer de bizi Fillon kadar kötü olmadığı için Macron’a ya da Marine Le Pen kadar kötü olmadığı için Fillon’a oy vermeye davet ediyor, beş yıl sonra da yeğeni kadar kötü olmadığı için Marine Le Pen’i desteklemeye davet edecek. Fransa’daki Geceleri Ayaktayız (Nuit debout) hareketinin beyni bizi şunu söylemeye çağırıyordu: Bir daha asla sosyalistlere oy vermeyeceğiz. Bence şöyle demek daha doğru olurdu: Artık başkanlar ve başkanlık seçimleri istemiyoruz. Benim düşünceme göre, “demokratik” esasların ve bizzat başkanlık seçimi sürecinin cepheden sorgulandığı bir kampanya, hareketin pekâlâ mantıklı bir sonucuydu ve demokrasinin tam da az sayının çok sayı tarafından seçimi meselesinden başka bir şey olduğunu gösterme vesilesiydi.

Hükümetsiz yaşamak kuşkusuz kendimize tayin edebileceğimiz güzel bir hedeftir. Ama bu aynı şekilde 2005’te ve mağlup devrimcilerin yine “halk tarafından doğrudan yasama” fikrine kapıldığı ya da topluluğu (association) veya “sosyal olan”ı hükümetin karşısına alternatif olarak koymaya başladığı daha 1850’de de böyleydi. Bu da sözünü ettiğimiz amaca 1850’dekinden daha yakın olmadığımız anlamına geliyor. Söz konusu amaca yaklaşmak için, ilk olarak tam da o amacı bizzat işlerin seyrinin ortaya çıkardığı düşüncesinden kurtulmak gerekiyor.

Tahakküm dünyasının kendi yıkımını ürettiği, “katı olan her şeyin buharlaştığı” ve eski düzeni ayakta tutan kurum ve inançların ünlü “bencil hesapların buzlu suları”nda kendiliğinden eridiği yönündeki eski Marksist fikirleri artık bir kenara bırakmak gerekiyor. Bu mantığa göre, devletler, parlamentolar, dinler ve ideolojiler bizzat kapitalizmin gelişmesiyle ortadan kalkacaktı. Bugün bile “neoliberalizm” hakkındaki hâkim söylem, neoliberalizmde ekonomik tahakkümün tüm inanç ve kurumların çözülmesiyle kendini çırılçıplak gösterdiği ânı görüyor. Oysa olgulara bakılırsa, hep daha fazla devletimiz –ve üst-devletimiz– ve hep daha fazla hükümetimiz var, temsili sistem kendi doğal antidemokratik eğilimini izleyerek durmadan güçleniyor, “liberal” kapitalizm sürekli yeni kural ve normlar dayatıyor, din bugün o bilinen kitlesel rolünü oynuyor, gerici ideolojiler gibi milliyetçilik ve etnik ayrımcılık da son yirmi-otuz yılda çok güçlendi.


[1] Jacques Rancière, Demokrasi Nefreti, çev. Utku Özmakas, İstanbul: İletişim, 2015, s. 80.


Kaynak: Metis