Ana SayfaGüncelYeni bir yol gereksinimi – Nejat Uğraş

Yeni bir yol gereksinimi – Nejat Uğraş

“İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar.”

Karl Marx


 Nejat Uğraş*


Siyaset konusunda her daim birilerinin muhakkak bir kurgusu vardır. Ama bunların gerçekleşenler üzerinde çok fazla etkisinin olmadığını reel politik gelişmelerden anlayabiliyoruz. Ayrıca siyasal alanı bazı kurgular çerçevesinde ele almak ile komplo teorilerine kapılmak arasında bir ‘tık’lık mesafe olduğunu da hatırdan çıkarmamak gerekiyor.

Senaryolara dayalı analizlerin yerine yazının girişinde Marx’tan alıntıladığımız ve halen gerçekliğini koruyan iki yüz yıllık önemli bir çözümlemeyi eksen almanın daha müspet sonuçlara vesile olacağını söyleyebiliriz. Çünkü Marx halen haklı ve konuya binaen işaret ettiği “yapı-aktör” diyalektiğine her zamankinden daha fazla ihtiyaç var. 24 Haziran seçimlerinde bilinen aktörlerin, Türkiye’nin yapısal dinamikleri çerçevesinde pozisyon almasını bu bağlamda yeniden okumak gerekiyor.

Türkiye’nin içsel yapısal dinamiklerine eşlik eden küresel devreler ve konjonktürel akımlar ise fotoğrafın diğer kısmına işaret ediyor. Söz konusu bu devreler arasındaki ilişkiler oldukça karmaşık, paralellik arz eden ama illa ki çatışma potansiyelini her zaman bağrında barındıran bir ihtivaya da sahip. Bu bağlamıyla oldukça kallavi ve geniş bir bantta seyreden bu meseleleri tartışmak hiç de kolay olmuyor.

Sorun sadece ‘Erdoğan sorunu’ değil

Kürtler, Kemalistler, bazı sosyalist çevreler, sosyal demokratlar, liberaller ve CHP’nin de içinde olduğu geniş bir kesim “Türkiye’nin Tayyip Erdoğan diye bir sorunu var” şeklinde özetlenebilecek bir bakış açısına ziyadesiyle teşne durumdalar. Belki şeytanın avukatlığını yapmak olacak ama bundan kaçınmamak gerekiyor. Türkiye’nin mevcut durumundaki temel sorunu R. Tayyip Erdoğan değildir. O’nun gitmesi, kalması, daha çok yetkilendirilmesi ya da yüce divana gitmesi hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. Erdoğan, sadece toplumsal yanılgı dalgalarını iyi yakalayan ve yelkenlerini hızla yönlendiren politik bir aktördür. Ancak hiçbir şekilde Türkiye’nin yapısal unsurlarının, küresel devrelerinin ve konjonktürel akımlarının etki alanı dışında değildi, olmadı, olmayacak.

Tarihsel benzerlikler kurmak çeşitli şekillerde mümkün. Zaten bu benzerlikler ziyadesiyle de yapılıyor. Ancak doğru bir analiz olması genellikle mümkün olmadığı gibi geleceğe dair sıkı bir yanılgı kaynağına dönüşmesi de kuvvetle muhtemel.

Aslında reel sosyalizmin yıkılışından beri gün geçtikçe daha net görülen bir olgu var; kapitalizme eşlik eden bütün siyasal ve kamusal kurumların özerklikten yoksun olduğu ve içerik-biçim mekanizmasının içinin tamamen boş olduğu gerçeğidir. Brexit, Avrupa’daki milliyetçi akımlar, Rusya, Hindistan, Filipinler, Arap dünyasındaki gelişmeler vb. durumların hepsi bu durumun bir tezahürüydü. Türkiye’de AKP’nin iktidar serüveni bu sürecin en net açığa çıktığı bir dönem oldu. Seçim, parlamento, kadının konumu, adalet ve yargı, yürütme ve yasama, partiler, dernekler ve sendikalar… Evet, hepsi içi boş bir kabuk haline getirildi. Eskiden Kemalist-ulusalcı kesimler sözünü ettiğimiz kavramların içeriğinde değerler olduğuna dair güçlü bir iddiaya sahiptiler. AKP ise iktidar süreci boyunca yapıp ettikleriyle Bonapartist-burjuva içeriği de tamamen boşaltıp kostümleri yırttı ve ‘kral çıplak’ oyununu fütursuzca sergiledi.

Örneğin çok sayıda parti var ve neredeyse hiçbiri kendi milletvekili ya da belediye başkanı adaylarını ön seçimle belirlemeye bile yanaşmıyor, HDP de buna dâhil. Neden acaba? Üniversitelere bakalım: Kemalistler döneminde bütün öğretim üyeleri postal ve kasatura karşısında hizalanıyorlarken şimdi de sarayın karşısında bir hizalanma var. Bir de demokrasi konusunda en sıkı iddiası olanlar fakültelere “% 30 “kanaat puanı” getirerek, çarpma ve bölme bilmeden matematik öğretmeni olmanın yolunu açıyor.

90’lardan itibaren yükselen küreselleşme karşısında devletin geri çekilişinden söz edilmeye başlandı. Bu dalga kültürel mantık içinde post-modern görüş tarafından iyice köpürtülerek “asgari devlet” düzeyine kadar vardırıldı. Bu, gerçeklerden kopuk konjonktürel iklimlere kapılmaktan kaynaklanan bir yüzeysellikti. Nitekim 2008 ekonomik krizinden bu yana devletlerin yaptığı ödemeler ve satın almalardan sonra “devletin dönüşü” ya da “sosyalizme gidiş” diyenler bile çıktı. Tam da burada mevcut dinamiklerin temel bir kuralını hatırlamak gerekiyor; devlet, kapitalizm ve ulus sürümü birlikte yapılan paket bir programdır. Kapitalizm krize girdiğinde ulus ve devlet etkinleşirken; devlet ve ulus sorun yaşadığında kapitalist sistem tüm kaynaklarıyla devreye girerek kendini reorganize etme yetisiyle fay hattında oluşan kırıkları onarmayı becerebiliyor. Şu anda nerdeyse küresel bir eğilim olan milliyetçiliğin yükselişi esasen bu dinamiğin işleyişinden ibarettir.

Kapitalizmin genel eğilimleri sonucu işsizlikte artış, reel sektörlerde küçülme, finans sektörünün yükselişi ve büyümenin limitlerine dayanması her yerde en pespayesinden milliyetçilik ve sofistike devletçilik – Çin en etkili örnektir ve maalesef bütün kapitalist devletlerin ulaşmak istediği fantastik geleceği işaretler- yükselişe geçti. Türkiye’de bütün bunları günbegün yaşadık. 2003-2007 sürecindeki tablo ile 2014-2018’deki tabloyu göz önüne getirelim. Vesayet adı altında birbirileriyle çarpışan güçler, bugün aynı potada devletin bekası altında kendilerinden olmayan herkese operasyon çekiyorlar. Öyle ki an açısından yaşanan siyasi ve ekonomik kriz giderek devlet ve ulus’un “istiklal ve istikbali” koduyla milliyetçi soslara bulandırılıp   “tekçilik” retoriğiyle kitlelere enjekte ediliyor. Hasmın iziyle hısmın ayak izinin birbirine karıştığı, her birinin kuyruğunun diğerine bağlı olduğu karanlık bir tünelde yol alınıyor. Yaşanan krizler açmazı gittikçe derinleştiriyor.

Kürt siyasetinin açmazları

Kürt siyasal hareketi de bu açmazı tüm şiddetiyle yaşıyor. 2000’lerde “paradigma değişikliği” denilen bir sürecin içinden geçildi. Değişim epey bir süre hayırlı tartışmalara vesile olsa da yazık ki sürecin tıkatıldığı başka bir merhaleye geçildi. “Kaygılar” ve “olmazlar” dile getirilerek yeni söylem eski pratikle harmanlanarak bugünlere gelindi. 2000’lerin başındaki ‘devletin gereksizliği’ söyleminden 2010’lu yıllar sonrasında “öncü parti” ve “başka seçenek” söylemine geçiş bir tesadüfün sonucu olarak ortaya çıkmadı. “Ortadoğu gerçeği” ve “bölgede güç olmak” gibi girizgâhların ulaşacağı yerin ulus ve devlet mecrasında yaşayacağı çakışma ve dalgalanma dikkate alınmadı. Mevcut dalgalanmaların ortasında demokrasi kavramı araçsal bir eleştiri unsuruna dönüştürülüp, gücün kutsanmasının hizmetine koşuldu. Ulaşılan yeri ise “sadece onlarla kazanabiliriz” ifadesinden daha güzel hiçbir ifade anlatamaz. Oysa bu ifadenin kendisi Makyavelli’nin kemiklerine rahmet okumaktan başkaca da bir anlama gelmiyor ne yazık ki. Bunun altında yatan temel saik ise eşitsiz gelişim yasasının yarattığı gecikmenin tolere edilmesindeki indirgemeci ve genellemeci yaklaşımdı.

Gecikme ve imkânsız karışımlar

“Gecikmek” belki de Kürtlerin son 200 yıllık serüvenlerinin kripto kavramı olarak söküme tabi tutulmayı fazlasıyla hak eden bir kavram.

Bütün bölgesel ve küresel akımlara belli bir gecikmeyle katıldı Kürtler. Onlar bir durağa vardıklarında rakipleri ziyadesiyle yol almış oluyordu. Bunun nedenlerini yazmanın yeri burası değil elbette ancak uzun süren bu gecikmenin bazı sonuçları da oldu haliyle. Ortaya çıkan sonuçların en hayırsızı, imkânsız karışımlar oluşturmaktı. Başarıya ulaşmak ve çabuk sonuç almak için bir arada olması imkânsız kavramlar aynı düzlemde lehimlenip buna da “harmanlama” demek ziyadesiyle zorlayıcı bir çabaydı.

Dahası pratikte birbirini boşa çıkaran eylem modlarının karışımı herkes için yadsıyıcı bir baskılamaya dönüştü ve zaten siyaseten karşılık bulmadı. Doğru ifadeler yanlış bağlamlarda, doğru eylemler yanlış zaman ve aktörlerle heba edildi. Her seferinde “biz zaten demiştik” diyenler ile “doğru anlaşılamadı, mevzu yeterince bilince çıkarılamadı” diyenler arasında, iç dinamiğin yansıttığı fikirler pek ilgi çekmedi. Objektif süreçlerin dinamiklerini yansıtmak konusunda ezberci ve dikey yaklaşımların galebe çalması Kürt siyasetini, Türkiye’deki hükümetin değişmesi ve parlamento aritmetiğine ziyadesiyle kendini kaptırmasına neden oldu. Bu durum giderek büyük bir yanılgı haline geliyor. Hele bir de önümüzdeki on yıl boyunca devletin yeniden tahkimi ve ulusçuluğun giderek artacağı bir zaman tüneli dikkate alındığında kişi adları ve gecikmenin yarattığı komplikasyonlar etrafında siyaset kurgulamanın ağır bedellerinin daha da görünür olacağını söylemek zor olmasa gerek.

Çünkü mevcut tekno çağda silahlı mücadelenin kırsal alandaki sürdürülebilirliği tartışması bu noktada büyük önem arz ediyor. Açık ki, mevcut devletçi-ulusalcı küresel akım, Kürtler üzerinde de etkili olmak istiyor. Bu etkinin derinlik kazanması için demokrasi taktik bir araca indirgenip, gösteriline razı etme çabalarının artacağı bir tabloyla karşı karşıya kalmanın ihtimaller arasındaki yeri nesnel olarak güçlenmeye başladı.

Nitekim Suriye’deki durum adeta pazarlık dalgalarına bırakılmış durumda. Güçlü küresel aktörlerle girişilen ilişkilerin yaratacağı zafiyetlerin daha görünür ve yüzeyde seyredeceği yeni bir merhaleye tekrar tanıklık etmek Ortadoğu sahası için sürpriz bir gelişme olmayacaktır. Efrin acı bir örnekti. Yeni bir bedelin ufukta belirme ihtimalinin her Kürdün bilinçaltına işlemiş bir korkuyu yansıttığını söylemek haksızlık olmayacaktır.

Belirtilen hususlarla çeşitli şekillerde bağlantılı bir durum da “çözüm” konusunda görülmektedir. Şu veya bu aktörle kurulacak ilişkiler, örtülü görüşmelerde konuşulacak hususlarla bir çözüme ulaşmak imkan dahilinde seyretmiyor. Çözümü hedeflemek değildir yanlış olan, “onunla olmadı, bununla görüşülür” kalıbı ve metodolojik yaklaşımlardır yanlış olan. Bu durumda herkes Avrupa’nın bir şehrinde yapılacak görüşmelere ya da İmralı’ya gidecek bir heyete kulak kesiliyor. Bu oldukça problemli bir stratejidir. Silahlar ve görüşmeler diyalektiği belli bir noktada kısır döngü oluşturup kitlelerde hem umutsuzluk yaratıyor hem de ciddi bir eksen kaymasına neden oluyor. Oysaki birbiriyle sıkı şekilde bağlantılı azami bir demokrasi programı kapsamında, makul bir çözüm yolu haritası şekillendirilip, Kürt siyasal hareketinin kurum, kadro, hedefler ve ilişkiler düzeyinde dönüşümüyle tamamlanacak bütünlüklü bir yordama şiddetle ihtiyaç olduğu aşikâr.

Küresel güçlerin Suriye’deki krize “çözüm” konusundaki projelerine dair ancak varsayımlarda bulunabiliyoruz. Reel politik durumun bize anlattığı en önemli şey, İran’dan Akdeniz’e kadar bir kuşak oluşturmak istedikleri ve bu kuşağın içerisinde Kürtlere bir rol biçtikleridir. Kürtler bu role soyunur mu, hep birlikte yaşayarak göreceğiz. Çünkü oluşan ilişki matrisi içerisinde Kürtler, bu saatten sonra büyük güçlerden azade durmanın mümkün olmadığı gerçeği ile yüz yüzedir. Bugünlere bir şekilde gelindi. Bundan sonrasına dair sorulacak can alıcı soru “ya gittiklerinde ne olacak?” sorusudur.

Kürtler, Ortadoğu sahasında mevcut güç matrisinin içerisinde en zayıf halkadır. Nitekim Rojava devrimi en zayıf olan halkadan koptu. Bazı ilişkilerle güçlü olma zehabından kurtulmak yeni bir yol açmanın olanaklarını da imkân dâhiline sokacaktır. ABD’nin gücünün inişte olduğu ve ilerleyen zamanlarda Ortadoğu’da kalmanın daha ağır bedellerinin olacağı, farklı sorun hatlarının oluşacağı da artık bir sır değil.

Çanlar kimin için çalıyor?

Suriye, Irak, İran ve Türkiye’de Kürtlerin sorunlarının ve çözümlerinin birbiriyle ilişkisi olduğu elbette doğrudur. Ancak bunları yekpare bütünlük içinde çözmeye kalkmak imkânsıza kürek çekmektir. Koşullara uygun, oradaki kitlelerin katılımıyla parçacı çözümler üzerine düşünmenin vaktidir. Bunun da yegâne yolu değişerek, demokrasiyi içselleştirerek ve yaratıcı siyasal strateji ve taktikler örgütleyerek egemen güçleri çözüme zorlamaktan geçiyor.

Kürtler için “büyük güçler gittiklerinde ne olacak?” sorusuna cevap aramanın vakti geldi ve geçiyor. Yeni bir gecikmenin varacağı yeni bir durakta Hemingway’ın “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” adlı romanın arka kapağında, “Bu savaşı kazanmak zorundalar, çünkü özgürlük, bir kez, bir yerde kazanırsa dünyanın her yerinde kazanmış olacaktır. Burada yenik düşerse, dünyanın her yerinde yenik düşecektir” diyen sözleri hatıra çıkarıldığında çanların kimler için çaldığı sorusunun cevabı tüm berraklığıyla John Donne’nun şiirinde öylece duruyor…


*Yurttaş