Ana SayfaYazarlarAkın OlgunBir özgürlük ilanı: “Tahliyemi talep etmiyorum” – Akın Olgun

Bir özgürlük ilanı: “Tahliyemi talep etmiyorum” – Akın Olgun


Akın Olgun


AİHM, iktidarı ve onun rehin politikasını mahkûm etti.

Aslında hepimizin bildiği o hakikatin, evrensel hukuk içerisinde adını koydu.

Yargının, iktidarın baskı politikalarından yana konumlanmasını ve önünü ilikleyerek hazır ola geçmesini, yüzüne çarpan bir hüküm içeriyor karar.

Yargının, “dış mihrak, iç mihrak” gibi, devletin bitmeyen “tehdit” saptamalarına uygun olarak, adaletin kurban edilmesine verdiği onay, “bertaraf” edilmesi gerekenlerin üzerine ucu açık bir saldırganlığı sağlamakla yetinmedi, binlerce insanın hayatının çalınmasına, hak ve özgürlüklerinin ayaklar altına alınmasına da geniş bir icazet sundu.

Yargı, bağımsızlığını bu iktidar döneminde kaybetmiş değildi elbette ama ruhunu bu iktidar döneminde verdiği çok net. Devleti el üstünde tutan ideolojik çerçeveye bağlılığı, binlerce işkenceciyi, köy yakmaları, katliamları, yargısız infazları görmezden gelmesi, yani devletten yana ne varsa aklayan pratiği ile bugünkü düşkün yerini kazandı!

“Polisin, askerin elini soğutmayın” diyen Demirel’den, “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz” diyen Özal’a, “Anayasa mahkemesinin kararına saygı duymuyorum” diyen Erdoğan’a ve cübbesinin önünü ilikleyerek eğilen yargı üyesine kadar her şey malumun dünden ilanıydı.

Bugün artık göstermelik bir demokrasiye bile ihtiyaç duyulmuyor. Her şeyin başı olduğunu ilan eden Erdoğan’ı elleri patlatırcasına alkışlayan bir düzen şakşakçılığı, sadece yerini korumaya, bal tutan parmağını yalamaya ve olabildiğince konumunu sağlama almaya çalışmakla meşgul.

Sistem patladı ve herkes birbirinin ayak kokusuna alıştı. Artık kimse kokusunu saklamaya çalışmıyor. Herkes aynı kokuyor.

AİHM, Demirtaş kararı ile yargının da içinde yer aldığı suç ortaklığını mahkûm etti  ve “ayaklarınız kokuyor” dedi.

“Onu da al, bunu da al, hepsini toplayın, süpürün bunları” diyerek polisinden savcısına, hâkiminden bakanına, başkanına hemen hepsi aynı korkunun varlığına o kadar sıkı sıkıyı bağlılar ki yerlerinden kıpırdayamıyorlar. Bağ çözülecek korkusuyla birbirlerinin hep ensesindeler.

Tam da bu yüzden, birlikte yarattıkları garabeti koruyor, kolluyorlar. Ellerinde balçık, sürekli sıvıyorlar birbirlerinin yüzsüzlüklerini.

Demirtaş’a uygulanan rehin siyaseti ve tüm tutuklu milletvekilleri, belediye başkanları, hak ve özgürlük savunucuları üzerinden yürütülen “düşman hukuku” tam teslimiyet görmek istiyor ve bunun politikasını uyguluyor.

Demirtaş’ın, her defasında “tahliye talep etmiyorum” sözü ise bozuyor oyunu. Ellerinde kocaman bir hiç kalıyor. Kocaman bir HİÇ.

Omurgasını çıkarıp, kendini kemiksiz iktidara sunanları, “beni de görün” diyerek, Sabah’ın sayfalarında sıraya girip, kendi elleriyle boğdukları onurlarını hediye gibi verenleri bir kenara bırakırsak, dik duranlar, gücün karşısında omurgalarını bükenleri hep ele veriyor.

Nefret ediyorlar bu yüzden eğilmeyen ve hakikatin sözünü ikiletmeden dile getirenlerden.

Bakın, Ahmet Şık’ın sözleri dolanıyor hala mahkeme salonlarının duvarlarında. Akademisyenlerin savunmalarından en taze umut sözcükleri düşüyor önümüze, haklarında onlarca yıla varan cezalar kesilen gazeteciler, yazdıkları haberleri ile anılıyorlar, Bekir Kaya’nın “yargılanan halktır” sözü tarihe bir not olarak kaydediliyor ve evet Demirtaş’ın “tahliyemi istemiyorum” sözü, baskı ve şiddet karşısında duran toplumsal muhalefetin iradesinin tutsak olmadığını ilan ediyor.

Demek ki asıl mesele taç değil, onu taşıyabilmek.

Öyledir işte hakikat. Zincirlere bağlasanız da, hücrelere atsanız da, demir kapıların, taş duvarların içerisine hapsetseniz de mutlaka çoğaltıyor kendini bir başkasının dilinde, yüreğinde. Hakikat, birbirine el vererek, bugünden yarına sözü taşıyacak insanlarını buluyor.

Demirtaş, milletvekilleri, belediye başkanları, akademisyenler, gazeteciler, sendikacılar, öğrenciler, işçiler, hak ve özgürlük savunucuları cezaevinde, mahkeme kapılarında, gözaltında ve her gün bir başka operasyonla çalınıyor kapılar. Anlayın ki baş edemedikleri bir cesaret var burada ve her türlü tehdide, baskıya rağmen dirençli cümleler kuruluyor ülkede. O cümleler kulaktan kulağa fısıldanıyor ve bir yerlerde birikiyor.

Hiçbir güç, yüreğe ekilen sözleri söküp atamaz.

Hiçbir güç, insanın içine alıp, göğsüne bastırarak sahiplendiklerini koparıp alamaz. Bu yüzden her “bitirdik” dediklerinde, filizleniyor yeniden umut. Bu yüzden Cumartesi Anneleri her hafta yüzleştiriyorlar yaşananları.

Ve az buçuk devletle karşı karşıya gelmiş olan herkes bilir ki, yargı eliyle, hak ve özgürlüklerin içini boşaltıp, insanların onurlarını, haysiyetlerini yağmalayanlar ve haydutluğun önünü açıp, “astığım astık, kestiğim kestik” yapanlar, yarın güç el değiştirdiğinde, elbette kendi ümüklerini sıkacak olan cellatlarıyla mutlaka yüzleşecekler.

Korku üzerine güç peydahlayanlar, büyütüp, besledikleri ve toplumun üstüne saldıkları o korkuların bir gün, ansızın çöküşüne şahit olacak ve bugün kendilerine sallabaş olan yargıyı, yarın kendilerini ezmek için en önde koşarken görecekler.

Ve bugünün tüm hukuksuzlukları, yarın önlerine “devletin birliği ve dirliğini bozmak” olarak konduğunda, sanık sandalyesinden  “haşa” diyen sesleri, hiçbir şey değiştirmeyecek.

Güçlüyken “dik durmak” bir aldatmacadır işte.

Ezerek, sömürerek, yağmalayarak, talan ederek, katlederek, işkence ederek dik durulamaz çünkü.

Dik durmak hakikate ve onun meşruluğuna sahip olmakla olur sadece. Gerisi bir aldatmaca, demagoji ve yalandan ibarettir. Onların sahip oldukları gücü ellerinden aldığınızda, birer zavallıya dönüşmeleri kaçınılmazdır.

Ve bu yüzden onlar yalan, hakikati savunanlar ve onun bedelini ödeyenler özgür ve gerçektir.

Evet, bu yüzden Demirtaş özgür, onlar tutsaktır.




Önceki Haber
Yerel seçimler: AKP'de adaylar bugün açıklanıyor
Sonraki Haber
Kolektif sahip çıkmanın yeni biçimleri – Alain Badiou