Ana SayfaManşetİşçi mücadelesini elleriyle ören Türkiye’nin ilk kadın sendika başkanı: Zehra Kosova

İşçi mücadelesini elleriyle ören Türkiye’nin ilk kadın sendika başkanı: Zehra Kosova

HABER MERKEZİ – Her saniyesi mücadeleye vakfedilmiş bir hayattan söz etmek gerekirse verilecek ilk örneklerden biri Zehra’nın yaşam öyküsü. Tarihten Kadın Portreleri’nde bu hafta Türkiye’nin ilk kadın sendika başkanı, kavgasını hayatındaki her şeyin önüne koyan, Moskova’dan İstanbul’un işçi mahallelerinin unutulmaz yüzü Zehra Kosova var.

Mübalağasız işçi mücadelesinin neferlerinden biri olan Zehra Kosova, 1 Temmuz 1910’da Kavala’da dünyaya gelir.

Tütün işçisi bir aileye doğan Zehra, hayatını şekillendirecek bu ‘tütün’ ile hayata adım attığında tanışır yani. 1905 yılında Zehra’nın doğduğu kentin meydanında 10 bin tütün işçisinin katıldığı bir grev yapılır. Yıl 1912’yi gösterdiğinde ise bu sayı 12 bine ulaşır ve dalga dalga büyür.

Zehra yıllar sonra kendi ailesinin de içinde bulunduğu bu mücadele dolu yılları, çocuk hafızasında kaldığınca anlatır:

“Biz o zamanlar Yunanistan’da ekalliyetteydik. Yunanlılar çoğunluktaydı. Ama niye de Yunanlıların yerli halkı bizim Türklerle kaynaşmış vaziyetteydi. İşçiler birlikte hareket ediyorlardı herhangi bir hak aramada. Seneler geçtikten sonra biri kırmızı diğeri sarı iki kulüp oluştu. Sarı olan faşistlerini kırmızı olansa sosyalistlerindi. Büyüklerimiz Yunan işçileri ile el ele verip mücadele etmeye ediyorlardı ve kırmızı kulüp büyüdü.”

Zehra nam’ı diğer: Lenko

‘Kadınlar Hep Vardı’ kitabında Sevda Karaca’nın aktardığına göre tüm dünyada oluşan Marksizm ruhunun kendilerini de etkilediğini, babasının da mücadeleye girdiğini anlatan Zehra, küçük olduğu için babasının kendisini de bazı toplantılara götürdüğünü söyler.

Evcilik oynamak yerine koşmayı tercih ettiğini söyleyen Zehra’nın resmi olmayan bir diğer ismi de ‘Lenko’dur. Bu ismi ona ananesi verir. Zehra’nın ananesi Hıristiyan olmasına rağmen evlendikten sonra Müslüman ismi almıştır. Ancak aile arasında Zehra’ya anneannesinin eski ismi olan ‘Lenko’ diye seslenilir.

Derken 1923 mübadelesi gelir çatar. Zehra ve ailesi de bu uygulamadan nasibini alan ailelerden biri olarak Tokat’a yerleştirilir. Aile kendileri gibi mübadele edenlerle birlikte tütün işi yapmak için mücadele eder. Onların işi de kavgası da tütün olmuştur çünkü. Zehra Kavala’daki örgütlü mücadelenin ardından Türkiye’ye döndükten sonra olanları şöyle anlatır:

“Türkiye’ye göç edince de bu bilincimizi koruduk. Biz oldukça kalabalık bir gruptuk ve en az yüzde yirmi beşimiz bilinçli durumdaydık. Aileler de çok aktifti. Diyebilirim ki, en militan kesim tütüncüler içinden çıkmıştır. Ve işçi sınıfını bir dönem adeta biz temsil ediyorduk.”

Zehra’nın eli tütüne değer

Zehra ilköğretimin ardından hem ev işlerine yardım edip hem de tütün işinde çalışmaya başlar. Bir yandan çalışacağı için sevinen Zehra diğer yandan yaşıtı çocukların okula gittiğini farkederek çelişkiler yaşamaya başlar:

“Kafama bir şeyler takılmaya başlamıştı. Ben niye okula gidemiyordum, niye hep çalışmak zorundaydım? Bu memlekette yanlış giden bir şeyler vardı, ama ne olduğunu pek bilmiyordum.”

Tütüncüler düşük ücretler ve yüksek sömürü şartları altında çalışıyordur. Zaten kavganın içine doğan Zehra’nın düzendeki bozukluğu görmesi çok uzun sürmez haliyle.

O dönem Anadolu’daki tütün işçilerinin çoğunun hayali İstanbul’a gitmektir. Zehra da bunu istemektedir. Ve 1931’de halasıyla birlikte, İstanbul’da yaşayan ağabeyinin yanına taşınır. Şehrin büyüsü Zehra’yı sarmıştır ve o ilk karşılaşmayı şöyle anlatır: “Şu İstanbul, şu Dolmabahçe neler görmüş geçirmiştir diye heyecanlandım.”

Bir süre sonra annesi ve babası da Zehra’nın yanına gelir. Zehra, babasını 10 Kasım 1932’de kaybettikten sonra üzerindeki sorumluluk da daha çok artar. Bir dönem işsiz kalır, ne ekmek ne de ısınmak için odun alamayacak duruma gelince hamallık yapar. Zehra mücadeleye adım adım yaklaştığı o yıllara dair şunları söyler:

“Güç ama beni uzun bir işçilik dönemi bekliyordu. Ve artık hayatını emeği ile kazanan bir işçiydim. Hayatta daha kötü şeyler de vardı. Çünkü büyük şehrin her sokağı, her köşesi tehlikelerle doluydu, hele bir genç kız için…Ama ben direnecek, hayatımı namuslu, emeği ile yaşayacak bir insan olan olarak sürdürecektim.”

Hayatın mücadeleye taşıdığı yol

Zehra’nın tam olarak siyasete yönelmesi 1933 yılına takabül eder. 1933’te Türkiye Komunist Partisi’ne (TKP) üye olur. Bu esnada dağınık halde mücadele eden işçileri toplayıp örgütlemek, sendikal bir zemin oluşturmak için de çalışmaya başlar. Ayrıca erkeklerden daha düşük ücretlere çalıştırılan kadın işçilerin sesini yükseltmek için de uğraş verir. Partili işçiler olarak, işletmelerde ‘kadın işçi hücreleri’ kurarlar.

Zehra parti kararıyla Haziran 1934’de yoldaşı Mustafa Özçelik ile birlikte KUTV’da (Doğu Halkları Komunist Üniversitesi) öğrenime gönderilir. Bu süreçte annesi ve kızkardeşi için gitmekte tereddüt ettiğini ancak ‘gayesinin üstün geldiğini” söyler.

Moskova’ya varan Zehra burada KUTV’un öğrencilere maaş vereceğini duyunca karşı çıkar; zaten tüm ihtiyaçlarının karşılandığını söyleyerek, bu paranın dünyanın farklı noktalarındaki komünist partilerin hapishanelerindeki üyelerine destek amacıyla kurulan bir dayanışma fonuna aktarılmasını ister.

Rusya günleri Zehra’nın hayatında duygusal olarak da bir önem sahiptir. Zehra burada tanıştığı yoldaşı Mustafa İskender ile 8 Mart 1935’te evlenir. Bir süre sonra hamile kalan Zehra, ağır bir kürtaj geçirir. İkinci gebeliğinde ise yoldaşlarına da karşı çıkararak bebeğini dünyaya getirir. Lakin artık Türkiye’ye dönme vakitleri gelmiştir. Fakat dönüş yolu henüz 6 aylık olan kızı Ayten için uygun değildir. Yoldaşları bu yolun bebek için uygun olmadığını, onun 5 yaşına kadar burada kalması gerektiğini ardından kendisine yollanacağını söylerler. Zehra bu öneriyi gönülsüzce kabul eder.

Annelik penceresinden Zehra

1937 yılının Nisan sonlarında Türkiye’ye dönen Zehra verdiği bu kararı yıllar sonra şöyle anlatır:

“Hiçbir iş yapmadan orada sadece çocuğumu büyütmek bana ağır geldi. Orada refah içinde yaşayabilirdim ama parti beni oraya kalmak için yollamadı. Evet, orada evlendim ama bu bir tabiat kanunu ve ben bir yabancıyla evlenmedim, memleketimin insanıyla evlendim, o da geldi benim gibi mücadele etti.”

Türkiye’ye döndüklerinde hem Zehra hem de Mustafa her yerde polis tarafından aranıyordur; kaçak yaşamak zorunda kalırlar. Bir süre sonra parti görevlendirmesiyle Samsun’a giderler. Zehra burada Tokat’tan tanıdığı yoldaşlarıyla birlikte de çalışma yürütür.

Samsun’da Zehra’nın Gülten adını verdiği bir kızı dünyaya gelir, bebek 27 günlükken İstanbul’a dönerler. Zehra burada hem bebeğine hem hastalanan annesine bakar. Hastalanan bebeği yaşamını yitirir. Bu Zehra için Ayten’den sonra ikinci büyük travma olur. Ve acısını hep kavganın sıcağına koşarak dindirmeye çabalar. Zehra çocuğunun ardından 1939 yılında annesini de kaybeder. Bu dönem hem duygusal hem ekonomik hem de politik anlamda hayatının en zor dönemlerinden biridir.

Bir süre sonra Zehra’nın bir kızı daha olur. Ona kaybettikleri kızları Gülten’in adını ve kimliğini verirler. Bu yıllarda parti çalışması, politik baskıların artışı nedeniyle bir süreliğine durdurulur. Bu baskıların üzerine Mustafa da asker kaçağı olarak yakalanıp, askere alınır. Zehra bu yılları şöyle özetler:

“Hayat bizim için her zaman acımasızdı, ayrılıklar, yokluklar ve yoksulluklar başkasına değil sanki hep bize düşüyordu. Ama yine direnecektim. Eşim askerde, çocuğum kucağımda ve inandığım bir dava var önümde… Ama yine de mücadeleme devam etmeye söz veriyorum.”

İşkence tezgahları

1942 yılında Mustafa’yı arayan polis, bir gün evi basar ve Zehra’yı gözaltına alır. İşkenceleriyle ‘meşhur’ Çolak Hamdi, Zehra’yı tehdit ederek şunları söyler: “İster konuş, ister konuşma, biz senin nasıl komünist olduğunu, Moskova’lara gidip geldiğini, orada kızının olduğunu biliyoruz. Biz seni iri yarı bir insan zannediyorduk, sen çok zayıf sinek gibi bir insanmışsın. Sen işkenceye de gelemezsin, her şeyi anlat, biz de sana dokunmayalım.”

Falaka ve türlü işkencelere maruz bırakılan Zehra’nın ağzından yalnızca tek cümle çıkar: “Ben bir şey bilmiyorum.” Ve işkenceler sonrası serbest bırakılır.

Bir yandan yoksulluk bir yandan da politik baskılarla boğuşan Zehra, tütün işçileri arasındaki birlikteliği yeniden sağlamakla görevlendirilir ve çalışmalara başlar.

Derken bu atılımın ardından 1946 yılında Cemiyetler Kanunu’nda yapılan değişiklikle sosyalist partilerin ve sendikaların serbestçe örgütlenmesinin önü açılır. Bunun üzerine Zehra başkanlığında Tütüncüler Sendikası kurulur. Böylece İstanbul Sendikalar Birliği çatısı altında sendikalar bir araya getirilir.

İlk kadın sendika başkanı

Tütüncüler Sendikası’nın kuruluşu ile birlikte Zehra, Türkiye’nin ilk kadın sendika başkanı olur.

Yine aynı sene Türkiye Sosyalist Emekci ve Köylü Partisi’ne üye olan Zehra, 1951 TKP ve 1957 Vatan Partisi davalarıyla ilgili gözaltına alınıp, yoğun işkencelere maruz bırakılır. 5 gün sonra serbest bırakıldığında vücudunda oluşan yaralarla birlikte, cebinde hiç parası kalmadığından Sirkeci’den Kasımpaşa’ya yürür. Zehra’yı mahallesindeki kadınlar iyileştirir.

İyileştikten sonra çalışmalarına devam eden Zehra, yeniden gözaltına alınır ve bu kez tutuklanır. Zehra tüm bu süreçlerde kendisine yöneltilen suçlamaları kabul etmez ve mücadelesini sahiplenir. Tahliyesinin ardından çok geçmeden yine gözaltı ve işkence süreci başlar. Bu alışılamayacak durumlar, Zehra’nın hayatının kötü bir ayrılmaz parçası olmuştur.

İçimizdeki sınıf sorunu

Zehra’nın mücadelesi yalnızca faşizm ve kapitalizme karşı değildir esasen. Çünkü sosyalist hareketin içinde de işçi sınıfı için çalışırken, kendi içlerindeki sınıf sorununu çözemeyen birçok yoldaş vardır…

İkinci tutukluluğunda yoldaşı Fatma Nudiye Yalçı ile birlikte kalırken bunu deneyimler Zehra ve ileride o günleri, sitemini şöyle anlatır:

“O oturup yazı yazacak, düşünecek ben ise yemek yapacağım, bulaşık ve çamaşır yıkayacağım (diye düşünüyor Fatma Yalçı). Bir süre sonar bu işler bana ağır gelmeye başladı ve aramızda tartışma çıktı. Fatma Yalçı’yla hapishane arkadaşlığımız böylece sona erdi. Doğrusu ona çok kırılmıştım, bir aydının böyle mi yapması gerekirdi? Üstelik bu kendini işçilerin davasına adamış bir münevverdi… Ayrılıp, başka koğuşa gittikten sonar biraz rahat ettim. Burada her türlü insan vardı… ama bunlar en azından halkın bir parçasıydılar, şöyle ya da böyle yanlış bir şey yapmıştılar, ama içlerindeki duygular, yaklaşımlar daha gerçekçiydi”

‘Devrim oturarak yapılmaz’

1959 Nisanı’nda tahliye olan Zehra, kızı Gülten’in evlendiğini öğrenir. Bir süre onlarla birlikte yaşar ama hastalığına rağmen kendi evine dönmek ister. Çünkü onu ziyaret eden, sohbet ettiği yoldaşlarından ayrı kalmak istemez.

Hastalığı ilerlediğinden artık eve gelen yoldaşlarından alır haberleri ancak içi mücadelesine karşı duyduğu şevkle kıpır kıpırdır hala.

Bir keresinde kendisini ziyarete gelen gençlerin uzun uzadıya oturmasına kızarak “Sizin işiniz gücünüz yok mu? Devrim oturarak yapılmaz. Mücadele oturarak verilmez. Hadi bakalım. Yolunuz açık olsun” diyerek tatlı sert yolcu eder onları.

Koskoca bir ömre sığdırdığı mücadele anılarını ‘Ben İşçiyim’ isimli bir kitapla ölümsüzleştirir Zehra. Bu kitap 1996’da raflarda yerini alır. Bu kitap kadın işçi mücadelesi açısında önemli bir yapıt ve kuşkusuz bugüne mirastır.

Zehra 18 Ağustos 2001’de aramızdan ayrılır.

İşçi kadın mücadelesinin neferi olan Zehra, kendi içimizde deviremediğimiz sınıfların kofluğuna işaret eden en önemli isimlerden biridir.

Bir işçi kadının değil yalnız her sosyalist kadına ilmek ilmek ördüğü emeğiyle çok şey fısıldar.


Kaynaklar:
“Kadınlar Hep Vardı – Türkiye Solundan Kadın Portreleri” içinde ‘Ve Hikaye, Bir İşçi Kadının’ – Sevda Karaca. Hazırlayan: Feryal Saygılıgil. Dipnot Yayınları
“Eski Tüfek” Sosyalistler – Attilla Akar (Babil Yayınları)



Önceki Haber
Sol ve bir siyasal sığınak olarak faşizm - Foti Benlisoy
Sonraki Haber
Yönetmen Alejandro González Iñárritu ile "Biutiful" üzerine