Ana SayfaYazarlarElend AydınAy, yağmurun terlikleri – Elend Aydın

Ay, yağmurun terlikleri – Elend Aydın


Elend Aydın


Geçen gün yağmurda unuttuğum terliğimi yağmurdan kurtarmak üzereyken birden; bunu yapmamam gerektiğini çünkü yağmurun terliğimi kullandığını fark ettim. Sonrasında giydiğimde ayaklarım, yağmurun ayacıklarına değecekti ki eski bir şiirimde “pepikên baranê ji yên te siviktir in” (“seninkinden hafiftir yağmurun ayacıkları”) demişim. Yağmurla aynı terliği kullanmak güzeldi sonra, ıslak ayaklarla yürüdüm, ayakları ayaklarımdaydı yağmurun. Peki komşumuz mu yağmur, dostumuz, arkadaşımız mı yoksa? “Hiçbiri ve hepsi” derim cevaben, zira şeylerin ve oluşun sınır ve muhtevası verebildiğimiz anlam kadardır, ötesi rastgeleliğin yüzeyselliği… Ama komşumuz/dostumuz olan sadece yağmur değil, mesela Ay… Bir teoriye göre ay’la olan ilişkimizden dolayı aslında “ay insanlarıyız” da, orada da “yaşıyor” sayılırız ki, çocukluğu ayışığıyla dolu olan biri olan benim, bu teoriye inanmamam mümkün değil. Gerek güzelim yaz gecelerinde gerekse de kışın kuru ayazında o çıldırtıcı yüzü ve parlaklığıyla nasıl da bizimdi ay, nasıl da onunlaydık! Üstelik ister çocuk olalım ister yetişkin, ay’la kurulan ilişki simbiyotiktir, adildir. Hele de hafakanlar bastığında kaçacak bir yer olamadığında bu dünya; pencereden gördüğünüz ay nasıl da kaçırır sizi, kurtarır. O, oradadır. Kaçacak bir yer vardır. Her şey yolundadır demektir bu. Tüm kaleler düşmemiş, bahçeler işgal edilememiştir. Beden bu dünyanın kafesinde kalmışsa da ruh, oradadır. Işık olmanın hafiflik ve aydınlığında, ay’ın cennetinde huzurla dans etmektedir.

Papuçlarımızı ay ışığında bıraksak, o da yağmur gibi giyer mi? Sonra giydiğimizde değer mi ayaklarımız birbirine?

Ay’ın parladığı çok özel anılarım da var, mesela biri şöyle: Kobanê’nin katil çetelerce sarıldığı 5-6 Ekim gecesiydi, “düşmüştü” Kobanê! Ama o uykusuz gecenin yarısında gökyüzünde ay’a bakmıştım ve umutla gülmüştüm; Kobanê oradaydı, çetelerin yüzlerce tankına, dokçasına karşı dolunay’la ışıldıyordu, özgürdü, “düşmüyordu”. Ay o gece de yanıltmadı beni yani. Bir de şu var: bulutlu gecelerde ay’ın yüzünü göremediğimizde kendimizin ve birbirimizin de yüzünü göremeyiz, kör kalırız. Belki bu yüzden “ay buluttan çözülse / yüzünü görsem” demiş şair. Ay tutulduğunda ise NASA’ların açıklayamadığı bir şey oluyor; kalbimiz de tutuluyor ya da kalbimiz ve aklımız tutulduğu için ay da tutuluyor, neticede simbiyotik bir ilişkideyiz. Bir de ay yüzlü insanlar vardır, ay hep taşır onları. Şimdilerde sürgün Kürtlüğün, devrimci kadınlığın asaletini taşıyan Leyla Güven’dir Ay yüzlü kadın. O samimi sohbetleri, direnişi sıcacık gülüşünün güzelliği ancak ay’da sûret bulabilir zaten.

Ay’a küstüğüm zamanlar da oldu ama ışıldamasına rağmen kara haberler geldiğinde kırılır, bakamam ona. “Ama sen böyle dememiştin” derim sessizce, mehtaplı bir dünyaya karanlık icraat ve zamanları layık görmemenin haklı serzenişiyle. Ayrıca da ay’la büyük bir randevum var; zamanı geldiğinde sadece ben ve O olacağız; nasıl çıldıracak, nasıl akıllanacağız bilinmez ama sabırsızlıkla bekliyorum. Zaten Kürtçede “bihivê ketin” (“ay çarpması”) denen bir durum var. Bebek ve çocuklar gözlerini dolunay’a diktiğinde, dolunay onları çarpar ve hastalanırlar. Bu yüzden çocukluğumda bizi ay çarpmasından koruyan ritüel ve semboller de vardı. Ama ay’la olan bu özel çıldırma randevusuna sözlü ilişkimizden, ayın çarptıklarından olduğumu çıkarsamak da mümkün.

Bırakalım terliklerimizi yağmur, papuçlarımızı ay giysin. Ardından biz giyelim ve hem yağmur hem de ay olalım; tahtlar, kölelik dolu mekanlar, şatafatlı unvanlar onların olsun ama dünyayı da aysız ve özgürlüksüz bırakmayalım, başta kendimizden başlayarak. Bu aysız gecelerde mehtabın hülyasını kurarken, yağmurun ayaklarıyla yürüyor, Leyla’ya el sallıyor, papuçlarımızı baş eğmez gecelerin karanlığına bırakıyoruz, değil mi?