Ana Sayfa1 Film 1 YönetmenGeçmişin hayaleti bugünde: Yönetmen Christian Petzold ile “Transit” üzerine

Geçmişin hayaleti bugünde: Yönetmen Christian Petzold ile “Transit” üzerine

HABER MERKEZİ – Yönetmen Christian Petzold, “Transit” filmiyle geçmişin bir dönemde tıkılı kalmadığı, hayaletlerinin bugün yanı başımızda, sokaklarda, her bir mekana nüfuz etmekte olduğu yorumunda bulunur. Günümüz arka planında Nazi Almanya’sının 1942’deki faşizmini işleyen Petzold, burada “kendimizi dünün zamanıyla bugününkü arasında kapana kısılmış buluyoruz” diyor ve yaşamın dokusundaki çeşitliliğin faşizme dönük en büyük tehdit olduğunu dile getiriyor.


Çeviri-Derleme: Tolga Er


Radyo ve televizyon teknisyeni olan bir Yahudi, Georg, Nazi Almanyası’ndan kaçmaya çalışırken, Paris’teki loş bir kafede arkadaşının gelmesini bekliyor. Bekleyişin ardından arkadaşı çıkageliyor, ikisi de kısık sesle, işgalden, sahte dökümanlardan, sınır dışı etmelerden ve savaşla bağlantılı diğer konulardan söz ediyor.

Polis sirenlerinin yaklaştığını, siyah başlıklı polislerin belgeleri görmek istediğini duyuyoruz. Sözde ‘kaçaklar’ toplanıyor ve herkes yakın bir zamanda başlayacak bir ‘temizlik’ten bahsediyor.

Yönetmen Christian Petzold’un “Transit” filmi, Almanyalı yazar Anna Seghers’in kendi hayat hikayesini yansıttığı aynı isimli kitaptan uyarlama, ancak bir uyarlamadan daha fazlası.

Petzold, “Transit” filmiyle 1942 yılındaki Nazi işgali altındaki Fransa’yla bugünün Marsilya’sı ve Avrupa’nın mülteci akını karşısında verdiği tepkiler arasında koşutluklar kuruyor. Öyle ki, faşizm ile zaman-mekan arasındaki bağı kırarak, bir ‘zamansızlığı’ dile getiriyor Petzold. Dünü, bugünü ve yarını bir olarak kabul ediyor, hiçbirinin arasında fark gözetmiyor.

Bir yerden hiç beklemeksizin geçme anlamındaki “Transit”, Petzold’un dokunuşlarıyla aidiyet yokluğuna dönüşüyor, sonu olmayan bir yola benziyor. Burada, herkes gelip geçiyor, mekan-özne arasındaki bağ unsurları bile kendine yer bulamıyor.

Yönetmenin işlediği zaman kavramı, her yönüyle yazar William Faulkner’ın şu sözünü bizlere hatırlatıyor:  “Geçmiş asla ölmüş değildir, geçmiş geçmiş bile değildir.”

Aşağıdaki söyleşide ise yönetmen Christian Petzold, Anna Seghers’in romanıyla ilk kez tanışmasını anlatıyor, filmde ele aldığı şekliyle zamanı tartışıyor ve filmdeki Marsilya seçimine dair nedenleri sıralıyor.

Yönetmen Christian Petzold

Anna Seghers’in romanına ilk denk geldiğiniz ve bu materyal üzerine çalışmak istediğiniz anı hatırlıyor musunuz?

Almanya Federal Cumhuriyeti, ya da bir dönemki adıyla Batı Almanya, hiç şüphesiz antikomünist bir ülkeydi ve Anna Seghers bir komünistti. Aynı zamanda Almanya Demokratik Cumhuriyeti’nde, yani Batı Almanya’da Yazarlar Birliği’nin başkanıydı. Okula giderken bizlere sadece Günter Grass veya Siegfried Lenz gibi Batı Almanya yazarları tarafından yazılmış edebi metinler veriliyordu. Bize Anna Seghers’in berbat bir yazar olduğu ve çok yavan, çok basit bir edebiyat yaptığı, çok yönlü olmadığı ve aslında gri bir realitede yer aldığı söyleniyordu. 80’lerin sonuna doğru Harun Farocki ile tanıştım. Önce benim öğretmenimdi, ardından arkadaşım oldu ve edebiyat hakkında konuştuğumuzda, “Ah, Anna Seghers, unut onu” dedim. Onun yanıtı hiçbir fikrim olmadığı yönünde oldu. İlkin bunun önemsiz bir şey olduğunu düşündüm ancak sonra bana kitabı verdi ve ben onu okuduğumda edebiyat hayatımdaki en iyi kitaplardan biri haline geldi. Beraber geliştirdiğimiz senaryoların tamamı bazı yönlerden öyle ya da böyle Anna Seghers imzalı “Transit”e dayalı.

Anna Seghers sayesinde öğrendiğim veya deneyimlediğim bir şey var ve bu, başka türlü hem edebiyatta hem de sinemada bulması zor bir şey. Ve bu da iş sayesinde, el emeği sayesinde veya birinin belli bir becerisi sayesinde ortaya çıkan sevgi veya duygular. Yani iki kişiden birinin belli bir becerisi olduğu için ve bir iş türünde çok iyi olduğu için insanlar arasında erotik bir bağ var. O yüzden Georg’un radyoyu tamir ettiği hikayeyi filmde istedim. Bu tam anlamıyla bir Anna Seghers sahnesi ve o yüzden ihtiyacı olan metali kazıyarak ortaya çıkarmasını bu denli detaylı işledik. Tanıştığı çocuk karakter için de aynısı geçerli: Çocuğun onun için duygular geliştirmesine, onu bir arkadaş olarak ve baba benzeri bir figür olarak görmesine olanak sağlayan şey bu emekti ve Georg’un elleriyle bir şeyler yapmasını izlemesiydi. Georg’un kendisi için de çocukta olduğu üzere, kendisinde de duygulara açılan bir kapı aralanıyor. Normalde filmlerde, bilmiyorum, sevgi bir kadının yüksek topuklu giymesi ve bunu vurgulamak için şarkı notalarının kullanılmasıyla tetiklenir. Fakat burada güven ve sevgiyi geliştirmelerine olanak sağlayan şey birinin becerisi ve el emeği.

Arka planı 20. yüzyıldan günümüze taşımanızın nedeni iki dönem arasında siyasi paralelliklerin ortaya çıkmasına olanak sağlamak mıydı yoksa bu kararın arkasında daha derin veya kişisel nedenler mi var?

Anna Seghers tarafından kitapta tasvir edilen transit mekan, yatay bir mekan. Coğrafi bir mekan ve Avrupa ile ABD arasında bir mekan. Onlar liman kentinde ve aynı zamanda üzerinde olduğumuz kara ve aşmayı istediğimiz denizin arasındaki bir mekanda. O yüzden bu bir yatay transit mekan. Fakat ben aynı zamanda bir tür dikey transit mekanın var olduğunu ve bunun zaman olduğunu, zamanla ilerleyen hikayeler olduğunu düşünüyorum. Yani kendimizi yalnızca ABD ile Avrupa arasında veya kara ve toprak arasında değil, dünün zamanıyla bugününkü arasında kapana kısılmış buluyoruz. Ve bu yüzden şöyle düşündüm, bunu biri şakaya dönüştürmeden sinemada böyle bir şey yaptı mı hiç?

… Bugünün insanları, bizler, sıkça geçmişe kıyasla gerçekten gelişme kaydetmişiz gibi davranıyoruz. Özgürüz, istediğimiz her neyse onu giyebiliriz ve seçimi olan tüketicileriz. Fakat gerçekte, öyle olmamıza rağmen bu yine de hala sadece tüketicilik ve hedonizm. Ve aynı zamanda ulusalcılık, yabancı düşmanlığı gibi ortadan kaybolduğunu düşündüğümüz geçmişin o hayaletleri gün yüzüne çıkıyor ve insanlar kendi kimliklerinin ne olduğunu, bu kimliğe kimin ait olamayacağını, bu yüzden kimin aforoz edilmesi ve marjinalize edilmesi gerektiğini tanımlıyor. Son iki filmim sayesinde aklıma gelen bir tür zaman temelli geçiş mekanı, yatay geçiş mekanı böyle işte.

Seçtiğiniz mekanlar bir bakıma oldukça genel bir görünüme sahip. Kent çok iyi bir şekilde betimlenmişe benzemiyor. Yer tabii ki Marsilya, fakat herhangi bir şehir de olabilirdi. Bunun nedeni, mülteci olmanın ne ev ne de sürekli bir yere sahip olmak anlamına gelmesi mi? Yani ziyaret edilen her yer sadece insanların içinden geçtiği bir yer mi? 

Evet öyle. Yapımcılar bana ‘haydi gel bunu Le Havre’de yapalım, çok daha ucuz’ dediler, aynı Kaurismäki’nin yaptığı gibi, orası Marsilya’dan çok daha ucuz! Fakat Anna Segher imzalı romanın Marsilya’da geçtiğini, o yüzden Marsilya’da yapmak istediğimi söyledim. Fakat Marsilya başka yönlerden bakıldığında kinayeli bir tarih gibi. Marsilya çok güçlü, yolsuz ama çok güçlü bir şehir. Marsilya’daki tüm turistler ortadan kayboldu. Her yerde onları gördüğünüz Berlin gibi değil; onlar bu geçiş yerlerinde, her yerde ortadan kayboldu ve Marsilya’da bir geçmişiniz varsa bunu kinayeli bir şekilde görebilirsiniz. Örneğin eski şehirde, Almanlara karşı direnişin olduğu yerde direniş çok kuvvetliydi ve Almanlar burayı tamamen bombaladı.

Orada bazı evler kaldı ve Fransız hükümeti kentin Panier tarafındakiler için 1950’lerde yeni evler yaptı. O yüzden faşist terörünü görebiliyorsunuz, 50’lerdeki yeniden inşayı görebiliyorsunuz, sosyalist yeniden inşaları keza öyle. Aynı Moskova gibi görünüyor değil mi? Ve bunun ardında Napoleon’un 18’inci yüzyılda yaşamış olduğu bir ev var; her şey bir arada ve beraber yaşıyor. Bir karışım olmak Marsilya’nın karakteridir. Biliyorsunuz, her faşist ideoloji karışımları yok etmeye çalışır, bir düzen ister, karışım olmasın diler; ırk karışımı yokluğu, politika karışımı yokluğu, medya karışımı yokluğu… Net, güçlü çizgiler isterler. Ve Marsilya o kadar güçlü ki, her faşist veya yolsuz hükümet bu karışımı yok etmeye çalıştı, ancak karışım daha güçlü ve bu yüzden mülteciler burada yaşabiliyor, tarih yaşayabiliyor ve yalnızca tarih de değil, hikayeler de yaşamayı sürdürüyor.


Transit (2018)

Yönetmen: Christian Petzold

Oyuncular: Franz Rogowski, Paula Beer, Godehard Giese

Tür: Dram

Puanlamalar: IMDB: 7.3, Metascore: 77, Rotten Tomatoes: 93


Jordan Cronk ile Daniel Kasman’ın yönetmen Christian Petzold ile yaptığı sırasıyla Film Comment ile Notebook’ta yayınlanan röportajlarından yararlanılmıştır.
Previous post
Yılbaşında İstanbul'da hangi yollar trafiğe kapalı, alternatif güzergahlar ne?
Next post
Mahkeme öldükten sonra tahliye kararı vermiş