Ana SayfaYazarlarDemet ParlarPatti Smith’in izinde sanat, aşk ve dostluk

Patti Smith’in izinde sanat, aşk ve dostluk

Sanata, yaratmaya adanmış bir yaşamdan küçük bir kesit “Adanmışlık”, “Çoluk Çocuk” ise 68 kuşağından iki sanatçı arasındaki derin aşkın, yoğun dostluğun hikâyesi. Demet Parlar, Patti Smith’in hayatı ve yolculuklarından onun Robert Mapplethorpe’yle aşkına uzanan iki eser üzerine yazdı.


Demet Parlar


“Ben aşk için yaşadım, ben sanat için yaşadım”

Tosca ‘Vissi D’arte’

Belki de bir sanatçının yaratma, bir bilim insanının keşfetme tutkusunu en güzel özetleyen sözcüklerden biridir “adanmışlık”. Kitapçıda dolaşırken öncelikle yazarı Patti Smith ve kitabın adı “Adanmışlık” dikkatimi çekti, hemen aldım. Okumaya başlamamla bitirmem bir oldu. Çabucak ve keyifle bitse de kitabın etkisi zihnimde uzun süredir devam ediyor.

Müzisyen, rock şarkıcısı ve şair özellikleri yanı sıra bir ressam da olan Patti Smith, sanki bir kolaj gibi kurgulamış kitabını. Ağırlıklı olarak onun çektiği fotoğraflarla renklenen Fransa yolculuğunun anıları ile “Adanmışlık” adındaki öykü ve öyküyü yazma süreci birlikte gidiyor.

“Öngörülemeyen niceliktir ilham, esrarengiz bir vakitte taarruz eden esin perisidir. Oklar uçuşur ve kişi vurulduğunu, bir dolu farklı farklı katalizörün kendi sistemini oluşturmak için gizlice birleştiğini, aynı anda hem melun hem de kutsal olan onulmaz bir hastalığın –şiddetli bir hayal gücü- sarıldığını anlamaz bile…

“Yaratıcı ruh neden kendi kendine saldırır? Yaratıcı neden tüm olaylar dizisini tersine çevirir? Harap esin perisinin rehberliğinde kaldırılır kalem. ‘Uyumsuzluk olmadan’ diye yazar, ‘fark edilmez uyum, uyumsuzluk olmadan’ diye devam eder, Habil unutulmuş bir şakadan daha fazlası olarak betimlenemez.”

Patti Smith’in hayranı olduğu Baudlaire’nin Kötülük Çiçekleri’ndeki düzyazı şiirlerini hatırlatan bu cümleler daha ilk sayfada onun “yaratma lanetiyle/hediyesiyle” doğan sanatçılardan olduğunu hissettiriyor insana.

“Yazamadığım için hayıflanıyorum ama insanın kendisini Modiano evreninin canlı durgunluğunda kaybetmesinin yazmakla hemen hemen eşdeğer olduğu sonucuna varıyorum” diyor yazar. Bir kitabın insanın zihin dünyasında açtığı o farklı evreni Patti Smith’in de okur kimliğiyle böylesine derin bir şekilde yaşadığını görmek heyecan verici geliyor bana.

Uçağa kitapsız binme olasılığı bir panik dalgası yaratıyor. Doğru kitap bir tür rehber görevi görebilir, yolculuğun gidişatını belirleyebilir, hatta seyrini değiştirebilir.  Çaresizce, derin bir bataklıkta bir cankurtaran halatı ararcasına, odaya bakınıyorum…

Benzer bir panik duygusunu ben de neredeyse her yolculuk öncesi yaşadığım için Patti Smith’i çok sevdiğim bir rock sanatçısı olmasının ötesinde yakın bir dost gibi de sevmeme yol açıyor bu satırlar.

Yolculuğu sırasında, “yumurtadan çıkmayı bekleyen bir şiir”e benzettiği Paris sokaklarında, Victor Hugo’nun, Baudlaire’nin, Picasso ve Camus’nün, S. Weil ve Patrick Modiano’nun izlerini sürüyor; P. Valery, Camus ve Londra’da  Simon Weil’in mezarlarını ziyaret ediyor. Camus’nün evine kızı Catherine’in davetlisi olarak gidiyor, el yazmalarını görme ve dokunma şansını buluyor.

Patti Smith, şarkılarına da yansıyan sahici ve sıcak üslubuyla yazma serüveninin, daha doğrusu zihin dünyasının içine davet ediyor okuru. Bu nedenle olsa gerek kitabın ilk bölümünün adı “Zihin Nasıl Çalışır?”

“Adanmışlık” öyküsünün temel çatısını nasıl kurduğunu samimiyetle okuruyla paylaşıyor Patti Smith, bir şey ararken rastlaştığı başka şeylerin öyküsünü ve ortaya çıkan hikayeyi:

“Kaderin parmağı var ama tek parmak onunki değil. Bir şey arıyordum ve başka bir şey, bir filmin fragmanını buldum. Gür ama yabancı bir sesin etkisiyle kelimeler döküldü. Referans noktalarından bir senfoni oluşturan ışıktan bir müzik kutusunun büyüsüne kapıldım ve bir yolculuğa çıktım. Bir kitap okudum, Simon Weil’in mistik aktivizmiyle tanıştım. Büsbütün büyülenmiş bir şekilde artistik patinajcıyı izledim…”

Fransa yolculuğunun öncesinde yazamama sıkıntısını yaşarken, “Defterime elimi bile sürmedim. Yazmayan bir yazar gazetecilerle yazmak üzerine konuşacak. Bu ne ukalalık, diye paylıyorum kendimi” diyor, bütün bu karşılaşmaların onda yarattığı etkiyle Gallimardi Yayınevi’nin imza günleri için gittiği Fransa – Londra yolculuğu boyunca yazmaya başlıyor. Yazma süresince neden ve nasıl yazdığını “Adanmışlık“ öyküsü örneğinden yola çıkarak anlamaya ve açıklamaya çalışıyor.

Yazdıklarımı bir cerrah kalemiyle kesip parçalara ayırmak ve incelemek gibi bir arzum yoktu ama tekrar okuduğumda geçip giden ne çok düşüncenin ve olayın öyküme ilham verdiğini veya nüfuz ettiğini görüp hayrete düştüm.

Yazdıklarımı neden değil ama nasıl yazdığımı veya esas yolumdan niçin bütünüyle saptığımı irdeleyebilirim. İnsan bir suçlunun izini sürerek ve onu bir güzel yakalayarak suçlu zihniyetini anlayabilir mi gerçekten? Nasıl ile nedeni birbirinden ayırabilir miyiz gerçekten?

Yanıtı Camus’nün evinin olduğu küçük kasabanın sokaklarında dolaşırken buluyor Patti Smith.

Görev ne? Meselde olduğu gibi tıpkı, meramını farklı farklı düzeylerde anlatmayı başaran, akıllılığın lekesinden yoksun bir eser ortaya koymak. Düş ne? İyi bir şey yazmak, benden daha iyi olacak, girişimlerimi ve münasebetsizliklerimi haklı çıkaracak bir şey yazmak… Neden yazıyorum?… Gençliğimden beri var olan, eğlenceyi, dostları ve aşk vadisini terk ettiren, kelimler kuşanmış bir muamma, dışarıdan gelen bir ritm. Neden yazıyoruz? Hep bir ağızdan haykırıyor koro. Çünkü öylece yaşayıp gidemeyiz.”


“Adanmışlık” zihnimde nefis bir lezzet duygusuyla bitince, kütüphanemde yıllardır okunmayı bekleyen “Çoluk Çocuk”a başladım. Aynı keyifle ama bu kez heyecan ve merakın eşlik ettiği bir okuma oldu. Ancak bu kitap da ne yazık ki gene çabucak bitti.

Hayatlarını, başkalarının göremediğini görmenin, kendi hayal güçlerinin yansımasının peşinden gitmenin tutkusuyla sanat yapmaya, yaratmaya adamış iki aykırı insanın, Patti Smith ve Robert Mapplethorpe’nin bir tesadüfle kesişen ve ömür boyu süren aşkının, dostluğunun, efsanevi ilişkilerinin hikayesi “Çoluk Çocuk”.

Başkalarının onları “çoluk çocuk” diye tanımladıkları yirmili yaşların başında buluyorlar birbirlerini. Mapplethhorpe’nin vakitsiz ve trajik ölümü nedeniyle Patti Smith, ortak hikayelerini o kendine özgü sade ve samimi diliyle anlatıyor bu kitapta.

Aslında ikisi de 1946 yılı kışında bir pazartesi günü Amerika’nın iki farklı bölgesinde doğuyor, bam başka koşullarda yetişiyorlar. Patti Smith’in minicik bir çocukken annesiyle gittiği parkta karşılaştığı kuğu, bir müzede gördüğü Picasso resimleri, 16. yaş gününde hediye olarak aldığı Diego Rivera kitabında karşılaştığı resimler gibi Mapplethorpe’nin boyama kitabı ile başlayan çizim denemeleri, takı kitleriyle yapmaktan çok hoşlandığı farklı tasarımlar ikisinin de çok küçük yaşlarda içlerindeki sanatçı doğasının farkına varmasına neden olmuş.

Kuğu gökyüzüyle bir oldu. Hissettiklerimi anlatabilmek için kendi sözcüklerimi bulabilmek için çabaladım. Kuğu diye tekrar ettim, tam anlamıyla tatmin olamadan, ve bir sancı hissettim içimde, tuhaf bir özlem; etraftakilerin, annemin, ağaçların ya da bulutların fark edemedikleri.”

Mapplethorpe’un beraberliklerin ilk dönemlerinden itibaren başlayan sancılı kendini arama serüveni ilişkilerine farklı şekillerde yansıyor.

“Bu kağıtlara bakarken, benim için ruhunun derinliklerine indiğini ve ifade edilemeyecek olanı ifade etmeye çalıştığını fark ettim. Onu bu mektubu yazmaya iten kederi hayal etmek gözlerimin dolmasına sebep oldu. ‘Kapıları açıyorum, kapıları kapatıyorum’ diye yazmıştı. Kimseyi sevmemiş, herkesi sevmişti. Seksi seviyordu, nefret ediyordu. Yaşam bir yalandı, gerçek bir yalandı. Düşünceleri sağaltıcı bir yarayla sona eriyordu. ‘Çizerken çırılçıplak kalıyorum. Tanrı elimden tutuyor ve birlikte şarkı söylüyoruz.’ Bu onun bir sanatçı olarak manifestosuydu.”

“Değişimi Genet’nin gülü gibiydi ve açarken derinden yaralanmıştı. Ben de dünyayı daha derinden hissetmek istiyordum. “

Benzer dünyalara sahip olma, hayattaki “asıl ödülün insanın kendisini gerçek sanata adaması” olduğu düşüncesi, bu düşüncelerin ve kader birliğinin ateşlediği aşkla, başkalarıyla farklı ilişkiler ve aşklar yaşasalar da, Mapplethhorpe ölene kadar hiç ayrılmıyorlar.

Patti Smith artık benim için yakın bir dost. Kısa, sade ve akıcı cümleleriyle anlattığı bu “hikaye” tıpkı kendisi gibi, müziği gibi en çok içtenliğiyle etkiledi beni…

Artık ilişkiler dahil her şeyin derinliğini ve sahiciliğini yitirdiği bir dünyada unuttuğumuz bu özellikleri hatırlamak için bile okumaya değer bu iki kitap; hele bir de Patti Smith hayranı rock severseniz ya da fotoğraf sanatının önemli isimlerinden Robert Mapplethhorpe’u daha iyi tanımak isterseniz. Ya da belki “yalnızca öylece yaşayıp gitmemek” için.

Previous post
Psikanalizin politik bir projesi: “Sahip Olmadığımız Şeyin Keyfini Sürmek”
Next post
2018 Şirin Tekeli Araştırma Ödülü'nü kazananlar açıklandı