Ana SayfaYazarlarElend AydınRuhumuzun fiziği – Elend Aydın

Ruhumuzun fiziği – Elend Aydın


Elend Aydın


İki beyin lobumuz arasında bir köprü vardır: “Corpus Callosum”. Ve bu köprü iki ayrı dünya, iki ayrı benlik arasında birlik ve koordinasyon sağlamaktadır. Ama ağır sara hastalarının tedavisi için yapılan cerrahi müdahalede beynin en insani bölümü olan bu bölümdeki  “köprü” kesilir ve beyin ikiye ayrılmış olur. Peki sonuç? Sonuç köprünün yok olmasıyla iki beyin lobu, iki ayrı benlik olarak hareket etmeye başlar, iki ayrı kişilik… Yani “sağ el sol elin ne yaptığını bilmez hale” geliyor, çünkü her bir yarım küre verilen emri ayrı ayrı yerine getirmeye çalışıyor. Demek ki koordinasyonlar, köprüler olmasa varlığımız çeşitli benliklerin cirit attığı bir alan haline gelecek ve iki ayak, iki el, iki göz asla yeterli gemletecektir. Hele de kalbimiz, o olmayan olası dünya; çoklu varlıklar, talepler dünyasında bir başına yetmeyeceğinden hemen yok olup gider. En önce ve en tez zamanda “o”, yani kalbimiz karışır yokluğa.

Peki biz ruhumuzun fiziği miyiz? Varolan fiziksel varlığımız, bu “geçici evimiz” neyin sonucudur? Ya da şöyle soralım; bilincimizin fiziği ve fiziğimizin bilinciysek sadece, bu iç kaoslar, ana dünyalar ve mevsimsiz mevsimler de neyin nesi? Mesela “Nadas zamanı, nadas zamanı!” diye bağırıyor maddi ve manevi hücrelerim bu aralar. Şaşırmıyorum, çünkü toprağın toprağı olarak nadas’a ihtiyaç duyduğumuzu biliyorum. Hem ben merkezciliğin cehaletiyle “nadas” dediğimiz şeyin toprak için aynı anlama gelmediğini biliyorum. Öyle ya, kim bilir kaç çeşit “nadası” vardır toprağın da, ruhumuzun bile duymadığı.

“Nadas zamanı” diyor ruhum. Tüm kimyasal ilaçlardan, enva-i çeşit haşerelerden, saltanat farelerinin kemirmelerinden azade olarak yıldız tozuna, yıldız tozuyla uzanma zamanı! Nadas! Hiçliğin içindeki oluş, Hayyam’ın esrimesindeki uyanış, Artemis’in dingin ormanlarına varmak için nadas! Aklıma ölüm de geliyor hani. Belki de ölüm en muazzam nadas’tır, sere serpe, huzurla, bir bahar akşamının güzelliğinde varılan… Öte yandan, bu aralar atomaltı dünya’nın “utangaç kuarklar”ına takmış durumdayım. Bu “arkadaşlar” hiç görüntü vermiyor, saklanıyor ve mesela üç kuark’tan biri kaybolduğunda geriye kalan ikisi hemencecik kaybolanın yerini doldurarak tekrar üç oluyorlar. En önemlisi de “görüntü vermemeleri” ki uzmanlar bu nedenle “utangaç kuarklar” diye adlandırıyorlar onları. Ama uzman olmayan benden bir uzman olamayan sorunun gelmemesi mümkün mü? Neden “utangaç kuarklar” denmiş ki, belki de tam aksine dalga geçtikleri gibi böyle davranıyorlar? Dalgacı, özgürlükçü kuarklar olamazlar mı?

Ölü olduğumuzu hissettiren bu ürpertici karakışta belki de tüm benleri nadas’a bırakmak gerekiyor ya da nadas’a çıkarmak! Neticede beriler toprağın özgürlüğüne, hapsedilemezliğine sahip değiller ki, nadas’ları da öyle olsun. Peki nadas için önce hangisinden başlamalı? Köprünün birleştirdiği beyin kürelerinden mi? Ulaşamadıkları gülistanlar için üşüyen ellerimiz mi? Yoksa iflah olmaz kalbimizden mi? Peki kafamızın içindeki binlerce poyrazı ne yapacağız? Ve belleğimizi; zamanın tüm katmanlarını karıştırarak bizleri zamansızlık kışının karlarına fırlatan belleğimizi hangi nadasa, nasıl çıkaracağız?

Toprak haklı ve akıllı, nadassız olmuyor ey rehabilite edilemezler! Nuh Tufanı’ndan kalma birikintiler, atıklarla yürünemiyor. Vatansız bırakan bu “vatani göreve” dur diyerek, bekçi olarak dikildiğimiz bu küçültücü tekerrür diyarını terk edip nadasa koşmalıyız; gerçek vatan olan özgürlük, huzur ve hayat güz bulutlarının sarhoşluğunda çiçek açsın diye. “Yolun nereye?” diye soranlara, sahici kadın ve erkeklerin notaları kıskandıran kahkahasıyla “Nadas’a” diyelim nadas’a! Çünkü “su balığın içinde, balık suyun içindedir”* yani biz toprağın içinde toprak bizim içimizdedir, dahası; binlerce element, ot, bitki, mineral ve hayvan gen ve kalıntılarını da taşımaktayız. Bu nedenle birikmiş nadassızlık için de nadas’a ihtiyaç var, burun büyüten cehaleti tahtından indirmek için de. Sevgili nadas’lılar, devasa haşeratların insan ve sistem şahsında çoğalıp kulak tırmalayıcı zurnalar çaldığı bu zamanlarda, Rilke ile uğurlayalım birbirimizi: “Bizler görünmeyenin arılarıyız. Görünenin balını delice toplar ve görünmeyenin yüce altın kovanına depolarız.”** Nice nadaslara!


*Arthur Miller, Miller, Marx ve Marilyn, Independent, 3 Ocak 1989)
**Hulewicz’e Mektup