Ana SayfaManşetGDO’lu mısırlar: Sunilik, hakikilik ve ahlaki infial – Levent Ünsaldı

GDO’lu mısırlar: Sunilik, hakikilik ve ahlaki infial – Levent Ünsaldı


Levent Ünsaldı


Gündelik yaşamın temel sorusu “ne olup bittiğidir”. Olan bitenin en sıradan anlamıyla “normal” mi ya da “anormal” mi veyahut da olması gerektiği gibi gidip gitmediği daimi bir önceliktir. Bu açıdan düşünüldüğünde, “ne olup bitiyor” sorusu ve imlediği ilişki tipi her zaman için “nerede”, “ne zaman”, “kim” ve “ne” sorularını merceğine alır. Bu noktada, bazı ihtimaller “olası” veya “gerçek” olarak kodlanırken, diğerleri ise “olanaksız” veya “gerçek dışı olarak” tasnif edilir. Örneğin, polisle ilişkinizde, ekip otosunda tecavüze uğramak, normalde (standart ve beklenilen ilişki tipi olarak da okuyabilirsiniz) olasılık dışıdır!

Tüm bu normatif hatların gündelik hayatta fevkalade çatallı ve kendine has bir görünüm arz ettiği Türkiye’de, yazılı-görsel-sosyal tüm medyada “normatif duyarlılıkların” bu derece yüksek olması da hayli ilginçtir. Tüm türevleriyle medya bunu iki şekilde yapar. İlki, “Palu Ailesi” vakasında olduğu gibi, bir dizi televizyon programı, sınıfsal koordinatları yeterince açık ailelerde “yolunda gitmeyeni” izleyicilerin gözüne sokarak bir nevi ahlaki infial tetikler. Bu “göze sokma”, özellikle daha üst sınıflardan izleyici kitlesi için, tüm “tiksinti” verici şeyleri öteki addedilenin üzerine yıkarak kendi evini temizlemeye yarar. Diğer yol ise tam tersi bir mantık izler. “Sapma”nın en az beklenilebileceği toplumsal kategoriler doğal olarak haber editörlerinin özel ilgisine konu olur: Devletin “sapmayı” engellemek ve önlemekle yükümlü görevlileri (kolluk güçleri, yargı mensupları, valiler, vb.) ya da sahip olunulan sembolik sermayenin “sapmadan” muaf tuttuğu düşünülen kategoriler (doktorlar, akademisyenler, vb.). Bu, standart (olması gereken) tanıma kategorilerinin ve özellikle de ilişki tiplerinin (bir doktor, akademisyen veya polisle yapılabilecek şeyler ve bunun sınırlarının) muhafaza edilmeye gayret edildiğini gösterir. Bu tür haberleri yapanlar için olduğu kadar okurlar için de gündelik yaşamın o tüm sıradanlığında işlerin böyle yürüyüp yürümediği tamamıyla tali olabilir. Mühim olan, toplumun, “normu” ya da “beklenileni” yeniden tesis etmek istermişçesine, ama bunun bu kadar kolay olmadığını da bilirmişçesine “sapanı” işaret etmekle yetinmesidir. Bu türden her haberin sonunda geçen, “inceleme-soruşturma başlatılmıştır” şeklindeki ifadelerin de “norma inancı” tazelemekten başka hiçbir işlevi yoktur, tıpkı “güvenlik kuvvetlerince geniş çaplı bir operasyon başlatılmıştır” ifadesi gibi.

Ancak diğer taraftan, bu türden haberler hedeflenmeyen bir sonuç da doğurur. Yayınlanma sıklıkları (bu yönde hemen hemen her gün sayısız haber yayınlanır), norm-sapma arasında zaten ince olan hattı iyice silikleştirerek, toplumsal evrenin neredeyse tümünü kapsayacak bir “sunilik” (“hiçbir şey göründüğü gibi değil”) fikrini kültürel bir öncül olarak tesis eder. Bu ise, tuhaf bir “iç-dış” ikiliğini; suni olmaktan başka bir şey olamayacak bir “dış” ve bilinemez bir “iç” fikrini gündelik sorgulamaların temel refleksine dönüştürür: “Dış” sahte ise ona ancak şüphe ile yaklaşılabilir; “iç” bilinemezse onun ancak niyetleri okunabilir.

Oysa sunilik, tahmin edilebileceği üzere, hakikilik ile var olabilecek bir terimdir. Pragmatist açıdan her iki terim de deneyimin kendisinden ayrı düşünülemez. “Gerçek” bir annenin, para karşılığı çocuğunun böbreğini satma niyeti taşıyabileceğini tasavvur dahi edemem çünkü kendi annem ve tanıdığım diğer “gerçek” annelerde bunu ne duymuşumdur ne de görmüşümdür. Bu deneyimin kendisi, kültürel açıdan “anneyi” tanımlayan rol ve norm kalıplarından bile üstün bir geçerlilik seviyesine sahiptir. Tanıdığım annelerden biri için böyle bir şey duyarsam eğer, büyük bir şaşkınlık içinde ahlaki infiale kapılabilirim. Ancak bu durumda bile farklı konum almalar söz konusu olabilir. Eğer söz konusu anne, “bize” yakın annelerdense bu infialin uygun kaçmayacağını düşünüp sessizlik paktının yeni üyesi olarak, uygun ifşa tarihinin tarafıma beyan edilmesini bekleyebilirim; eğer “şahıs” diğer mahalleden annelerdense infialim hiç vakit kaybetmeksizin sert ve yüksek ahlaki patlamalara dönüşebilir.

Hakikilik-sunilik ve ahlaki infial üçlüsünde, Türkiye örneğinde alışılmadık olan tam da burada nüvelenmiş gözükmektedir. Gündelik bireysel deneyim, bir anneyle, bir polisle, bir doktorla, bir akademisyenle yapılabilecek şeylerin veyahut da bu figürlerin size yapabileceğinin sınırlarını bambaşka bir “makullük” (yani beklenti ve öngörülebilirlik) sistemi içerisine yerleştirmekle kalmaz, bunun bilgisini de paylaşır ve uyarısını sürekli yineler: “Hiçbir şey göründüğü gibi değil”. Burada, örneğin GDO’lu mısırların tüm piyasayı kapladığı bir yerde “hakiki” mısırla hiç karşılaşmamış tüketicilerin, yine de bu hakikilik referansını muhafaza etmeleri, hatta bazı durumlarda GDO iddiasını (“bizden anne” örneğinde olduğu gibi) külliyen ve şiddetle reddetmeleri gibi ilginç bir durum söz konusudur. Eğer böyleyse, toplumsal evrenin birçok sahnesine ilişkin olarak, hemen hemen herkes tarafından kullanılan sunilik nitelemesinin her şeyden önce, “kolla kendini” uyarısını içerdiğini düşünmek için yeterince sebebe sahibiz. Benzer bir yorum, birtakım şerhlerle beraber, “yozlaşma”, “çürüme”, “ahlaksızlık”, “geri kalmışlık” gibi nitelemelerin toplumsal kullanımları için de yapılabilir. Burada asıl dikkate değer olan, eğer bir Celal Şengör olmak istemiyorsak, bu türden bir çürümenin söz konusu olup olmadığından öte (ki nasıl incelenebileceği, çürümeden ne kast edildiği, aynı toplumun hangi geçmiş dönemlerine göre bunun dendiği tamamıyla muğlaktır), hangi toplumsal gruplar veya sınıflar nazarında bu türden bir söylemin taraftar topladığı, içinin nasıl doldurulduğu, ne türden semantik hatlar içerdiği ve en önemlisi de niçin muhafaza edildiği ve bu söylemin savunucularının, gündelik yaşamlarını ve etkileşimlerini ne ölçüde bu referans etrafında kurduğudur.

Şöyle bitirmeye çalışalım. Aslında her şey, Malinowski’nin Trobriand Adaları örneğinde not ettiği “ensest” vakasını hatırlatır gibi seyretmekte. Bir köyde, genç bir erkek, kadın kuzeniyle ilişki kurarak egzogami (yani klan dışından evlenme ve cinsel ilişki kurma) kuralını çiğner. Bunu haber alan, genç kadının nişanlısı, müstakbel karısıyla ilişkiye girmiş erkeği herkesin önünde ensestle suçlar. Kadersiz erkek kuzenin-aşığın artık intihardan başka seçeneği kalmamıştır. En güzel giysilerini giyer, bir palmiye ağacının en yüksek noktasına çıkar ve kendisini boşluğa bırakarak intihar eder. Ensest, örnekteki şekliyle, Trobriand Adaları’nda hem bir tabu hem de bilinen bir pratiktir. Peki, “makul” görülemeyeceği eşiği ne zaman aşmıştır? Onuru kırılmış nişanlı bu ilişkiyi, herhangi bir yerde değil, herkesin önünde bir ensest ilişkisi olarak nitelediğinde. Tam da bu an, kolektif bilincin sahneyi arkadan terk etmesinin, çalıyı dolanmasının, ayak diretmesinin olanaksız olduğu andır. Dolayısıyla devreye girer, ihlali tanımlar, nizamı [geçici olarak] yeniden tesis eder, cezayı keser. Sihir işe yaramıştır. Ensest yeniden tabudur, ikinci bir ensest vakasına ve devamında yeniden bir hizaya çekmeye kadar…

Türkiye’de hukuk ve idarenin de yaptığı büyük ölçüde budur. Asıl mesele, nadiren, keskin bir tanım dâhilinde norm ve ihlali tanımlamak ve uygulamaları takip etmektir; daha ziyade, sahne almak zorunda olduğu için sahne alır hukuk veya idare. Standart olanı vurgulayarak, başkalaşacak olana kerteriz sunar sanki. Bu, mevcut pratikler üzerinde hiçbir etkide bulunmadığı anlamına gelmez elbette ama asıl risk, hiçbir kerterizin kalmamasıdır. Trobriand Adalarında kadersiz aşığın intiharı, ensesti tabu karakterinde yeniden tesis ederek olası bir boşluğun doğuşunu engelleyen eylemdir. Devamında yeni ensest vakalarının gözlenebilme riski ise o anın meselesi değildir. Zira bilinir ki, bir pratiğin ihlal olarak tanımlanması, ifşası ve cezalandırılması, bir kuralın tüm gücünden ve kutsallığından her zaman daha fazlasını gerektirir. Dolayısıyla, ne mekanik bir kural fetişizmi ne de ahlaki infiallerdir bize gerekli olan. Daha yerinde bir sorgulama, gündelik yaşamın herhangi bir alanında ve anında hepimizin dâhil olduğu bu yaygın “makullük” sistemlerinin, yani GDO’lu mısırların, zorlayıcı ve oyun kurucu güçlerini nereden aldıkları sorusu olabilir. Hatırlatmak gerekir ki, bir kurala itaat, kuralın kendisinden kaynaklanmaz; kurala uymalı mıyım (amir hüküm olarak kural) veya kurala uymak istiyor muyum (bir oyunu tesis eden konvansiyon olarak kural) sorusu, pratikte işleyen normatif zemine, fiiliyatta kabul gören ilişki tiplerine ve tüm bunların dayandığı otoriteye ilişkin bir sorudur. Diğer bir ifadeyle, insanlar, öğrenmedikleri, daha önce deneyimlemedikleri, duymadıkları, kısacası belli bir meşruluk/makullük kalıbına oturtmadıkları davranışlar içinde bulunmazlar. Bireyler, ne yapıların basit birer taşıyıcısı ne de kıvrak hesapçıdırlar; sadece iyi birer hamlecidirler, ama hep birbirlerine karşı ve yine hep birbirleriyle beraber, yani dâhil oldukları grubun ortak bilgi stoku ve hamle grameri üzerinden. Burası davranış repertuarlarının sınırıdır da…