Ana SayfaKültür-SanatKarınca öneriyor: İstanbul Film Festivali’nde hangi filmleri izlemeli?

Karınca öneriyor: İstanbul Film Festivali’nde hangi filmleri izlemeli?

HABER MERKEZİ – Bu yıl 38.’si düzenlenecek İstanbul Film Festivali’ne geri sayım sürüyor. 5-16 Nisan tarihleri arasında 186 filmin seyirci ile buluşacağı festivalden sizin için bir seçki hazırladık.


Hazırlayan: Kenan Tekeş


Eğer Tanrı’nın bizlere bahşettiği bir şey varsa o da düş gücüdür. Hiçbir otoritenin kontrol edemeyeceği yegâne gücümüzdür, düş gücü.

Düş gücü sayesinde, geçici de olsa, alıp başımızı gidebiliriz şu içinde durmadan debelenip durduğumuz yaşamdan.

Düş gücü insana hayat verir.

Tıpkı sinema gibi… İnsanın yarattığı en büyük düş fabrikasıdır, sinema.

Hiç kimse yok ki bir filmden etkilenmesin, hiç kimse yok ki bir filmi izlerken yaşadığı yerden gitmek istemesin ve hiç kimse yok ki bir filmin kahramanı olmak istemesin.

Kurgu da olsa her film bir şekilde insana dokunuyor, değiyor, hırpalıyor, alıp götürüyor. Çünkü her birinin kalbi ayrı ayrı atıyor.

187 yönetmenden 186 film

12 gün boyunca 19 bölümde 45 ülkeden 187 yönetmenin 186 filmi için görme zamanı.

5-16 Nisan tarihleri arasında yapılacak olan 38. İstanbul Film Festivali’nin biletleri 23 Mart Cumartesi günü satışa çıkıyor.

Bu zamanları hiç kaçırmamalı diyerek izleyebildiğiniz kadar film izleyin.

Seyriniz iyi olsun, güzel olsun diyerek 186 filmden bazılarını sizin için seçtik:

Rostand’ın hakiki zaferi

Edmond Rostand’ın 1897’de kaleme aldığı Cyrano de Bergerac oyununun ortaya çıkış hikâyesinin de anlatıldığı “Edmond” festivalin açılış filmi. Filmin yönetmenliğini ve senaristliğini dramaturg, oyuncu ve oyun yazarı Alexis Michalik yaptı.

Rostand, Sarah Bernhardt ve Constant Coquelin’in ısrarıyla Cyrano de Bergerac’ı kaleme aldığında; bütün ruhunu, ruhunun bütün zarafetini, ıstırabını oyunun kahramanı Cyrona’ya aktarır adeta.

O da Cyrano gibi anlaşılmamanın azabını yaşar. Nitekim oyun tamamlanıp provalarda en güzel sahneleri kesip atmak isteyenlerin vırvırı, vezin hatası bulmak için gelenlerin manasız müdahaleleri, dekor ve kostüm için para sarf etmek istemeyen idarenin cimriliği ile oyunun bütün zamanlarda söz edileceğini akıllarına sığdıramayan o oyuncuların şüpheciliği Rostand’ın üzüntüsü olacaktır. Lakin 27 Aralık 1897 tarihi, Fransa edebiyatı ve tiyatrosu için yeni bir devrin başlangıcı olur. O gün oyunu izleyip ağlayan, gülen, alkışlayan halk; Rostand’ın ilk ve hakiki zaferi olur.

Arjantin’in karanlık yılları: “Kırmızı”

Benjamin Naishtat’ın yazıp yönettiği “Kırmızı” (Rojo), Arjantin’in en karanlık yıllarındaki toplumsal sessizliği öngören, gergin bir suç filmi.

Francis Ford Coppola, Sidney Lumet ile John Boorman gibi yönetmenlerden esinlenen Naishtat’ın filmi, 1970’lerin ortasında bir yabancının kasabanın saygın avukatı olan Claudio’ya hakaret etmesiyle başlar.

Adam terslenip kovulduğunda kendince intikam almaya niyetlenir. Ancak olaylar ölüm, sırlar ve suskunlukla, hiç kimsenin beklemediği bir yönde gelişir.

Filmin başrollerinde Latin Amerika’nın usta oyuncuları Dario Grandinetti ile Alfredo Castro var.

“Suskunluğun yükü”

Berlin Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü alan Fronçois Ozon’un yazıp yönettiği “Yüzleşme” (Grâce A Dieu) filmi, Alexandre, François ve Gilles adlı üç erkeğin öyküsünü anlatır.

Çocukluklarında kendilerini taciz eden rahibin hâlâ çocuklarla çalıştığını ve kiliseden uyarı bile almadığını öğrenen bu üç erkek kendi anılarının da yüzeye çıkmasıyla “suskunluğun yükü”nden kurtulmaya karar verirler.

Film, Fransa’nın Lyon kentinde papazlık yapan Bernard Preynat’ın 1986 ila 1991 yılları arasında çocukları cinsel istismara maruz bıraktığı vakadan esinlenir.

Filmin oyuncu kadrosunda, Melvil Poupaud, Denis Ménochet, Swann Arlaud ve Éric Caravaca gibi isimler var.

“Gölge” kral

“Çin Seddi”, “Uçan Hançerler Evi” ve “Kırımızı Fenerler” gibi filmlere imza atan Çinli yönetmen Zhang Yimou’nun “Shadow” (Ying) adlı destansı dövüş filmi dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yaptı.

Film, üçüncü yüzyılda geçen, Çin’in Üç Beylik Dönemi’nde bir kralın “vücut çifti” olarak çalışan bir erkeğin hikâyesini anlatır.

Bir çeşit “dublör” işlevi gören bu kişiler, yeri geldiğinde kralın yerine önemli toplantılara katılıyor yahut savaşlarda yer alır.

Senaryosunu Li Wei ile birlikte yazan Yimaou, Çin geleneksel mürekkep sanatından da esinlenir.

Özü, bedenindedir insanın

Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı Ödülü alan Nadav Lapid’in yaşamından izler de taşıyan “Eşanlamlılar” (Synonymes) İsrail’den Fransa’nın başkenti Paris’e göç eden ve kimliğini tamamen reddeden Yoav’ın hikâyesini anlatır.

Yoav, hiç hazzetmediği ülkesi İsrail’den, sonuna kadar benimsemeye karar verdiği Paris’e taşınır. Kökenlerini silmek, Fransalı olmak, Père Lachaise mezarlığına gömülmek ister ama özü, bedenindedir, çifte kimliği onu hiç bırakmaz.

Filmin kurgusunda da çalışan, “en yakın sanatsal ortağım” dediği, hayatını yakın zamanda kaybeden annesi Ara Lapid’e filmi ithaf eden yönetmen Nadav Lapid, filmin senaryosunu Haïm Lapid birlikte yazdı.

Peterloo Katliamı

Senaryosu ve yönetmenliği Mike Leigh’e ait “Peterloo” 1819 yılında Manchester’da gerçekleşen Peterloo Katliamı’na doğru giden süreci işler.

Waterloo Savaşı ile başlayan film, Napolyon Savaşları sonrasında açlık ve işsizlik hüküm sürerken oy verme hakkının sadece mülk sahipleri değil tüm vatandaşlara tanınması tartışmalarını izler.

Filmin ilk yarısında bu tartışmaları diyaloga ağırlık vererek ele alan Leigh, filmin final bölümündeyse, siyasi reform talep etmek ve artan yoksulluk seviyelerini protesto etmek için Manchester’daki St. Peter’da toplanan on binlerce insan bir eylem düzenler. Ancak hükümet güçleri bir katliam gerçekleştirir.

Katliam, The Guardian gazetesinin kurulmasında da önemli rol oynar.

Filmin oyuncu kadrosunda Rory Kinnear, Maxine Peake, Neil Bell, Philip Jackson, Vincent Franklin, Karl Johnson, Tim McInnerny gibi isimler yer alır.

“Epik bir melodram”: Elveda Oğlum

Berlin Film Festivali’nden Gümüş Ayı En İyi Kadın Oyuncu (Yong Mei) ve En İyi Erkek Oyuncu Ödülü (Wang Jinchun) alan ve senaryosunu A Mei ile birlikte yazan Wang Xiaoshuai’nin “Elveda Oğlum” (Di jiu tian chang) filmi, festivalin önemli filmlerinden.

30 yıllık bir sürecin anlatıldığı filmde, Çin’in tek çocuk politikasının etkilerini yaşayan bir çiftin hikâyesi anlatılır.
Ülkenin ekonomik büyümesinin ardından gelen toplumsal dönüşümünü de gözlemleyen film sevgi, arkadaşlık, çocuk sahibi olmak, keder, affetme gibi kavramlara da değinir.

“Pekin Bisikleti”, “Sürüklenenler”, “11 Yaşındayım”, “Kızıl Amnezi” filmlerinin yönetmeni Wang Xiaoshuai’ın son filmi, “epik bir melodram” olarak nitelendirilir.

Sistem arızası

İlk filmiyle Berlin Film Festivali’nde “yeni bakış açıları sunan” filmlere verilen Alfred Bauer Ödülü’nü kazanan Nora Fingscheidt’ın “Oyunbozan” (Systemsprenger) filmi, istismara maruz kalan ve geçirdiği travmalar nedeniyle öfke kontrolü sorunları yaşayan 9 yaşındaki Benni’nin hikâyesini anlatır.

Benni’nin tek isteği koparıldığı annesine geri dönmek.

Sosyal hizmet görevlileri ise sürekliliği sağlanması gereken bir sistemde, altından kalkamadıkları bir “vaka”, daha doğrusu bir sistem arızasıdır.

Film, kusursuz işlediği varsayılan Almanya sosyal devlet sistemi, acaba herkesin derdine çare olabilir mi sorusunu ele alır.

Kız Kardeşler: Reyhan, Nurhan ve Havva

Emin Alper’in “Tepenin Ardı” ve “Abluka” filmlerinin ardından üçüncü uzun metrajlı filmi olan ve Berlin Film Festivali’nde de Altın Ayı için yarışan “Kız Kardeşler”, farklı yaşlardaki üç kız kardeşin hikâyesini anlatır.

Annelerinin ölümünün ardından küçük yaşlarında kasabaya besleme olarak verilen Reyhan, Nurhan ve Havva adlı kız kardeşler, yanlarına verildikleri ailelerde tutunamazlar ve birbiri ardına baba ocağına geri gönderilirler.

Üç kız kardeş, dağ köyündeki evlerinde, birbirlerinden güç alarak ayakta kalmaya çalışırken, bir yandan da tekrar kasabaya gidebilmek için gizli bir rekabet içine girerler.

Alice T.

Senaryosunu Alex Baciu ve Razvan Radulescu ile birlikte yazan Romanya Yeni Dalga Sineması’nın önde gelen yönetmenlerinden Radu Muntean, “Alice T.” filminde küçük bir çocukken evlat edinilen Alice’in hamile kalmasıyla başta annesi olmak üzere tüm çevresiyle olan ilişkisi anlatılır.

Muntean bu ilişki üzerinden filmde; evlat edinme, ergen hamileliği, kürtaj, ebeveyn-çocuk ilişkileri, koşulsuz sevgi gibi konulara eğilir.

José Mujica’nın yüce yaşamı

Venedik’te UNESCO Ödülü alan Emir Kusturica’nın yönettiği “El Pepe, Yüce Bir Yaşam” (El Pepe Supreme Life) 2010-2015 yılları arasında Uruguay’ın devlet başkanlığını yürütmüş olan, “El Pepe” lakaplı José Mujica hakkında bir belgesel.

Film, görevde olduğu yıllarda başkanlık sarayı yerine kendi evinde yaşaması, eski şahsi arabasını kullanmaya devam etmesi, toplantılara terlikle katılması gibi duruşuyla tanınan Mujica ile yaptığı sohbetler üzerine kurulu.

“El Pepe, Yüce Bir Yaşam”, bir yandan “dünyanın en yoksul devlet başkanı” olarak bilinen Mujica’nın gündelik hayatına odaklanırken bir yandan da ilk gençliğinden hapiste geçirdiği yıllara, çeşitli ülkelerde yaptığı siyasal konuşmalardan eşine duyduğu aşka kadar birçok farklı konuya değinerek bir siyasetçinin insani portresini çizer.

Bir aşk üçlemesi

2010’da Berlin Film Festivali’nde Gümüş Ayı ödülünü kazanan “Islık Çalmak İstersem Çalarım” filminin yönetmeni Florin Şerban’ın “Aşk 1: Köpek” (Dragoste 1: Câine) filmi, aşk teması üzerine kurulu bir üçlemenin ilk filmi.

Bir dağ kulübesinde köpeğiyle beraber yaşayan orta yaşlı Simion bir gün ormanda yaralı ve baygın bir genç kadın bulur.

Onu evine götüren, bakan ve iyileştiren Simion, zamanla kadına âşık olur. Ancak Simion’un hoyrat doğası bir kadının karmaşık ruh dünyasını anlamasına engel olacaktır.

Romanya kırsalında geçen film, bir erkekle kadın arasındaki irade savaşı üzerine kurulu romantik-psikolojik bir dram.

“Tanrı’nın casusu”: Carlitos

Pedro Almodóvar’ın yapımcılığını üstlendiği ve ilk gösterimini Cannes Film Festivali’nde “Belirli Bir Bakış” bölümünde yapan Luis Ortega’nın “Melek” (El Angel) filmi, Arjantin’in Oscar adayıydı aynı zamanda.

Film, 40 soyguna karışan, 11 kişiyi öldüren, 45 yıldır hapiste ceza çeken ve Arjantin’de “Ölüm Meleği” olarak anılan Carlitos’un hikâyesini anlatır.

Kendini, “Tanrı’nın casusu” diye tanımlayan Carlitos, henüz 17 yaşında lisedeyken sınıf arkadaşı Ramon’la birlikte ilk soygunu gerçekleştirir.

Beden, sanat ve varoluş üzerine bir deneme

Angela Schanelec’e Berlin Film Festivali’nde En İyi Yönetmen Ödülü getiren “Evdeydim, Ama” (Ich war zuhause, aber), düz bir anlatı izlemeyen, beden, sanat ve varoluş hakkında bir deneme filmi.

Film, 13 yaşındaki Philippe’in bir hafta kaybolduktan sonra eve dönmesiyle başlar.

Kayıpken hem okulu hem de ailesi telaşa kapılır, ancak Philippe’in dönüşünden sonra işlerin normale dönmesi biraz zaman alır.

Tam her şey düzeldi derken bu kez de varoluşsal kaygılar su yüzüne çıkar ve annesi hayata ve sanata farklı bir gözle bakmaya başlar.

Bir büyüme ve modernlik hikâyesi

Emir Baigazin’in yazıp ve yönettiği “Irmak” (Ozen) filmi, Kazakistan’da bir ovanın ortasında, gözlerden uzak bir çiftlikte yaşayan beş erkek kardeşin en büyüğü olan Aslan’ın hikâyesini anlatır.

Bir büyüme ve modernlik hikâyesinin anlatıldığı filmde Aslan, her türlü lüks ve konfordan uzak yaşamlarını sürdürürken şehirli kuzenleri Kanat elinde kablosuz bir tabletle çıkagelir ve kardeşler için hiç aşina olmadıkları modern dünyaya açılan bir pencere aralar. Otoritesi sarsılan Aslan, kendini bir güç savaşında bulur.

“Irmak” Aslan üçlemesinin son filmi. Üçlemenin ilk iki filmi “Uyum Dersleri” ve “Yaralı Melek”.

Bir elbisenin laneti

Peter Strickland’ın yönetmenliğini yaptığı “Lanetli Kumaş” (In Fabric) filminin başkahramanı bir elbise.

“Burgundy Dükü” ve “Berberian Sound Studio” filmlerinin de yönetmeni olan Stricklan, yeni filminde koyu kırmızı bir elbisenin lanetini takip eder.

Birbirinden tuhaf çalışanlarla bezeli, cehennemvari D&S mağazasının kış indiriminde satılan bu gece elbisesi; giallo, doğaüstü, moda, gerilim filmlerine göz kırpar.

Bir Yunan trajedisi: Petra

İspanyalı yönetmen Jaime Rosales’in Cannes Film Festivali’nde Yönetmenlerin On Beş Günü Bölümü’nde prömiyerini yapan “Petra” filmi, çizgisel ilerlemeyen senaryosuyla kader ve umut arasında ilerler.

Filme de adını veren Petra, annesinin ölümünden sonra, hiç tanımadığı babasını bulur. Çok ünlü, güçlü ve acımasız bir sanatçı olan babası Jaume ve onun ailesiyle tanışan Petra, saf kötülük, korkunç sırlar ve şiddetle git gide kaçınılmaz sona ilerleyen bir Yunan trajedisinin ortasına düşecektir.

Bir kasaba kâbusu

Syllas Tzoumerkas’ın yönetmenliğini yaptığı “Sargasso Denizi Mucizesi” (To Thávma Tis Thálassas Ton Sargassón) filmi ilk gösterimini Berlin Film Festivali’nin Panorama bölümünde yaptı.

Film, Yunanistan’ın batısında, yılanbalığı çiftliklerinin olduğu küçük bir kasabada iki yalnız, mutsuz ve umutsuz kadın olan Elisabeth ile Rita’nın hikâyesini anlatır.

Kasabada biri beklenmedik bir şekilde ölünce iki kadın yakınlaşır ve birtakım sırlar açığa çıkar.

Elisabeth rolündeki Angeliki Papoulia’nın oyunculuğuyla övülen Tzoumerkas’ın bu üçüncü filmi, özgün görsel diliyle bir kasaba kâbusu.

Bir kara film: Sınır

Cannnes Film Festivali’nden ödül alan ve senaryosunu John Ajvide Lindquist ve Isabella Eklöfn ile birlikte yazan İranlı yönetmen Ali Abbasi’nin “Sınır” (Grans) filmi bir roman uyarlaması.

Film, kendi kadar tuhaf bir erkeği takıntı haline getiren Tina adındaki bir sınır polisinin sonunda kendi varlığını bile sorgulayacağı birtakım sırları öğrenişini anlatır.

Film, aşk, doğaüstü ve kara film ögelerini harmanlamış.

Yaşlanmak üzerine

Yapımcıları arasında Martin Scorsese’nin de yer aldığı ve Kent Jones’un yazıp yönettiği “Diane” (Diane) filmi, 21. yüzyılda yaşlanmanın dinamiğini irdeleyen bir karakter portresi çizer.

Hitchcock/Truffaut belgeselinin de yönetmeni olan Kent Jones, bu ilk uzun metrajlı filminde, zamanını madde bağımlısı huysuz oğluyla uğraşmak ve ölüm döşeğindeki kuzenini hastanede ziyaret etmekle geçiren emekli dul Diane’in kol kanat gerdiği bu insanların kaderlerinden sorumlu olup olmadığını sorgulatır.

Bu dünyadan ayrılan arkadaşlarının sayısının da artmasıyla Diane’in kendi faniliğiyle de yüzleşmesi kaçınılmaz olur.

Jones’un kendi annesi üzerine dayandırdığı Diane karakterine Mary Kay Place hayat verir.

Sinema tutkusu

Suhaib Gasmelbari’nin yazıp yönettiği ve Berlin Film Festivali Panorama bölümünde dünya prömiyerini yapan “Ağaçlardan Bahsetmek” (Talking about Trees) filminde, hayaller, sanat, dostluk, dayanışma, eski mektuplar ve geçmişin güzel ve acı yüzleri var.

Sudan Sinema Kulübü’nün üyeleri İbrahim, Süleyman, Manar ve Altayib 45 yıldır arkadaşlar, idealistler ve insancıllar.

Uzun yıllar sürgünde ülkelerinden ve birbirlerinden ayrı kaldıktan sonra eski bir hayallerine can verebilmek için yeniden bir araya gelirler: eski filmleri toplamak ve eski salonu ayağa kaldırarak Sudan’a sinemayı yeniden getirmek.

Bu hayatta bir iz bırakabilmek ve sinema sevgisini aşılamakta kararlılar.

Zamanında yarattıkları, kaybolan ya da geriye kalan görüntülerle ülkelerinin güzel ve acı yüzleri ortaya çıkar.

Kalbini teslim edecek birilerini arayan çocuk

Berlin Film Festivali’nden Büyük Ödül sahibi Kim Bo-ra’nın “Sinek Kuşu” (Bolsae House of Hummingbird) filmi, ergenlik, eğitim, aile ve toplum baskısı kavramlarını ele alır.

Film, 1994 yılında Seul’de Seongsu Köprüsü’nün çöktüğü yıla gider.

O yıl gazete manşetleri büyük olaylarla dolu, ama 14 yaşındaki Eunhee bunun farkında değil.

Ailesinden beklediği ilgiyi görmeyen Eunhee o gün, sevgi peşinde şehri turlayıp durur, kalbini teslim edecek birilerini arar.

Eunhee’yi anlayabilecek tek kişi okula gelen yeni kadın öğretmen Youngji olabilir mi?

“Sinek Kuşu”, festivalin Uluslararası Yarışma Bölümü’nde yarışacak filmler arasında da yer alıyor.

Amerikan Rüyası’nın diğer yüzü

Roberto Minervini’nin yazıp yönettiği “Dünya Yanarken Ne Yapacaksın?” (What You Gonna do When The World’s On Fire?) filmi, Amerikan Rüyası’nın diğer yüzünü gösterir.

Minervini kamerasını Louisiana’ya, 2017’deki protestoların sarmaladığı New Orleans’ın siyah topluluğuna çevirir.

Farklı nesillerden bir bar sahibi, iki erkek kardeş ve Müslüman bir aktivistin günlük yaşamlarına odaklanır.

ABD’de ırklararası ilişkilerin gerildiği bir dönemde Minervini’nin filmi, kenara itilmişlerin seslerini siyah-beyaz kadrajlarıyla hikâyelerini anlattığı yüzlerin zorlu ve acımasız hayatlarını perdeye aktarır.

Egzotik bir süsten Viyana sosyetesine uzanan bir yolculuk

Senaryosunu Alexander Brom ile birlikte yazan Markus Schleinzer’in dünya prömiyerini Toronto Film Festivali’nde yaptığı “Angelo” filmi, dışlanmış, hayranlık duyulmuş, herkesten farklı biri olan Angelo Soliman’ın yaşam öyküsünü anlatır.

Angelo Soliman, 18. yüzyılda köle olması için çocuk yaşta Avrupa’ya kaçırılan, vaftiz edilen, büyüyünce Viyana’da saraya alınan, gizlice beyaz bir kadınla evlenen bir Afrikalı.

Memleket, kimlik, aidiyet ve yabancılık kavramlarının buluştuğu film, hayatına bir ‘kurban’ olarak başlayan Angelo’nun egzotik bir süsten Viyana sosyetesinin tepelerinde saygın bir kişiye dönüşümünü izler.

“Angelo”, Markus Schleinzer’in 2011’de çektiği Michael’dan sonra çektiği ikinci filmi aynı zamanda.

Beş kadın: #Dişil Haz

İsviçreli sinemacı Barbara Miller’in yazıp yönettiği “#Dişil Haz” (#Female Pleasure) filmi, 21. yüzyılda kadın cinselliğini ele alır.

Belgeselde; Japonya, Hindistan, Somali diasporası, Brooklyn’deki Hasidik toplumu ve Avrupa’daki Katolik ruhbanlardan Deborah, Leyla, Rokudenashiko, Doris ve Vithika adlı beş kadının içinde yaşadıkları ataerkil toplumların baskısını gözardı ederek bu konudaki konuşma tabusunu nasıl da yıktıklarını anlatır.

Beş kadın, etkin mücadelelerini sürdürürken hem toplumlarından hem de yakın çevrelerinden hakaret, tehdit, aşağılama, dışlanma gibi git gide yükselen tepkiler alır.

Film, kadınların konumlarını kadınlar olmadan belirleyen evrensel mekanizmaların kültür, sınır ya da coğrafi engel tanımadığını gösterir.

Sanal dünya

Senaryosunu Julie Peyr ile birlikte yazan Safy Nebbou’nun dünya prömiyerini Berlin Film Festivali’nde yapan “Hangi Kadın” (Celle Que Vous Croyez) filmi, sosyal medya çılgınlığının ve sanal dünya algılarının gerçek hayatı nasıl etkilediğine bakar.

Ancak film, buna gençler değil farklı bir yaş grubu üzerinden bakar.

Film, 50 yaşındaki iki çocuklu akademisyen olan Claire’nin genç sevgilisini sosyal medya üzerinden gözetlemek amacıyla Facebook’ta sahte bir hesap açması ve sonrasında yaşananları eğlenceli bir şekilde anlatır.

Camille Laurens’in aynı adlı romanından uyarlanan filmde, Juliette Binoche 50 yaşındaki Claire hayat verir.

Napoli’nin genç piranhaları

Claudio Giovannesi’nin Berlin Film Festivali’nde En İyi Senaryo Ödülü alan “Piranhalar” (La paranza dei bambini) filmi, ergen zalimliğiyle suç dünyasının silahlarını ve ölüme karşı umursamazlığını perdeye taşır.

Gomorra’nın yazarı Roberto Saviano’nun romanından uyarlanan Piranhalar, mafya jargonunda “silahlı çete” anlamına gelir.

Bu filmin piranhaları ise Napoli’de ellerinde makineli tüfeklerle sokakları arşınlayan, mafyaya katılarak kazandıkları parayla marka kıyafetler satın alan 15 yaşındaki Nicola ve arkadaşları.

Amatör oyuncuların rol aldığı film, bir yandan geleceğin mafyasının günümüzde nasıl yetiştiğini ve nasıl bir medya bombardımanına maruz kaldıklarını gözlemlerken bir yandan da ergen duygu durumunun suç dünyasından nasıl etkilendiğini inceler.

Bir gazetecinin öyküsü: Bay Jones

Senaryosu Andrea Chalupa’ya ait olan Agnieszka Holland’ın yönettiği “Bay Jones” (Mr. Jones) filminde, Galli gazeteci Gareth Jones’un hayatı anlatır.

İlk gösterimini Berlin Film Festivali’nde yapan film 1933 yılında geçer.

Film Jones’un Stalin döneminde Kharkiv’e giderek tüm engelleme çabalarına rağmen Sovyetler Birliği’ndeki gerçek durumu haberleştirme çabalarını anlatır.

Jones’un George Orwell’le görüşmesinin de yazarın Hayvan Çiftliği romanının esin kaynağı olduğu söylenir.

Agnieszka Holland, 2017’de “İz” (Spoor) ile Berlin Film Festivali’nde Gümüş Ayı ödülü kazanmıştı.

Kadınların eksik ve yanlış temsili: Hollywood

Tom Donahue​’nun yönettiği “Bu Her Şeyi Değiştirir” (This Changes Everything) belgesel filmi, Hollywood’un kadın temsiline bakış atar.

Son 100 yılda toplumun kadın algısını ve kadınlardan beklentisini şekillendiren en etkili güçlerden biri haline gelen Hollywood, aynı zamanda ABD’nin en büyük ihracat kalemi.

Hollywood’dan çıkan her şey bütün dünyaya yayılır.

Peki, bu hikâyeleri kimler yaratır, perdede ve ekrandaki kadın temsilleri nasıl oluşur?

Yüzlerce tanıklığa ve birçok veriye dayanan filmde; Meryl Streep, Reese Witherspoon, Cate Blanchett, Jessica Chastain, Natalie Portman gibi oyuncuların yanı sıra ABD sinema sanayisinin yürütücü yapımcısı Geena Davis de yer alır.

Sanat, köken, fedakârlık ve cesaret

Ken Loach’un filmlerinin de senaristi olan Paul Laverty tarafından senaryosu yazılan ve İspanyalı Icíar Bollaín’in yönettiği “Yuli” filmi, Kübalı ünlü dansçı Carlos Acosta’nın hayatını anlatır.

Afrika Tanrısı Ogun’un oğlunun adını taşıyan Yuli, sokaklarda zaman geçirmeye alışkın, hür ruhlu bir çocukken babası onu zorla Küba Ulusal Dans Okuluna yazdırır.

Bir yanıyla hiç istekli olmayan Yuli, zaman geçtikçe kendi içindeki sese kulak vermeye başlar ve tabuları yıkarak Londra Kraliyet Balesi gibi kurumlarda sahneye çıkan ilk siyah balet olur.

Carlos Acosta’nın kendini canlandırdığı Yuli, sanat, kökenler, fedakârlık, cesaret, aile ve azim hakkında bir film.

Bir hak arama mücadelesi: “Diğerlerinin Sessizliği”

Yürütücü yapımcıları arasında Pedro Almodóvar’ın da yer aldığı ve yönetmenliğini Almudena Carracedo ve Robert Bahar’ın yaptığı, “Diğerlerinin Sessizliği” (The Silence of Others) faşist Franco’nun ölümünün ardından rejim mağdurlarının haklarını arama mücadelesini anlatır.

Franco 1975’te öldüğünde, İspanya’nın yakın tarihindeki sayısız acı ve insanlık suçuyla dolu diktatörlük dönemi de sona erer. Ancak aynı yıllarda kabul edilen “Unutma Anlaşması” diktatörlük rejimi mağdurlarının haklarını aramasını da imkânsız hâle getirir.

Franco döneminde işkence gören, bebekleri devlet eliyle çalınan ya da yakınları öldürülüp toplu mezarlara gömülen mağdurlar, kendi ülkelerinde açamadıkları davayı Arjantin’de açarak haklarını arar.

“Arjantin Davası”nı konu alan belgesel, bu hak arama mücadelesini altı yıl boyunca takip ederken, bir toplumun geçmişindeki travmalarla yüzleşerek iyileşme sürecini de belgeler.

Bedensiz kalan ruhların sesi

Taylandlı yönetmen Phuttiphong Aroonpheng’un “Deniz Şeytanı” (Kraben Rahu) filminde yerinden edilmişlerin çaresizliğini, bedensiz kalan ruhların sesini perdeye taşır.

Taylandlı bir balıkçı, Rohingya göçmenlerinin boğulduğu deniz kıyısındaki ormanda yaralı, baygın bir kişi bulur. Tek kelime konuşmayan bu kişiyi evine götürüp iyileştiren balıkçı ona Thongchai ismini verir. Balıkçı bir gün denizden dönmeyince Thongchai yavaş yavaş onun hayatını, evini ve hatta eşini sahiplenir.

Filmin müzikleri Fransalı sanatçı Christine Ott ile Mathieu Gabry ait.

Previous post
Uygarlığın harabelerinde dalgalanan kaos bayrağı – Ramazan Kaya
Next post
ABD Genelkurmay Başkanı Dunford'dan S-400 açıklaması