Ana SayfaYazarlarElend AydınFazladan alınmış intikamlar – Elend Aydın

Fazladan alınmış intikamlar – Elend Aydın


Elend Aydın


“Kafirlerin” öldürdüğü babasının öcünü almak için savaşa katılmış olan genç savaşçı, kıdemli şövalyelere bunu nasıl yapacağını sorar. ‘Düello, Öç Alma ve Onur Lekeleri Genel Müdürlüğü’ne dilekçe yazması söylenir. Neticede oraya varır ve cevap şöyle olur: ‘Tamam, tamam işte! Hiçbir şey yapmana gerek yokmuş! Öç almanın falan yeri değil! Ulivieri, geçen gün, iki amcasını savaşta öldüler sanıp öçlerini almıştı! Oysa amcaları bir masanın altında sızıp kalmışlarmış! Şimdi bizim elimizde fazladan iki amca intikamı var, başımız dertte yani. Şimdi eğrisi doğrusuna geliyor: Bir amca intikamını biz yarım baba intikamına eşdeğer sayarız, yani elimizde açık bir baba intikamı varmış demek.”

Savaş ve savaşçıyı anlatan bir kitap olmasına rağmen romanda insan olarak en çocuksu, havalı, masum, dalgacı, ‘günahkar’ ya da korkak hallerimizle, tuhaf ve devasa şövalye zırhlarıyla cirit attığımız zannına kapılırız. Hayat ve savaşın üç boyutlu görünümünü soruyormuşçasına, gözlerimizi kamaştırdığını görürüz; flu, net ve buzlu camlı görüntülerde. Bakış, ne yapacağını şaşırır, idrak “neler oluyor?” der, şimdiki zamanın paçaları tutuşur; “burası” diye bir yer kalmaz.

Sahi, neresidir burası, şimdi kimdir, neyimiz olur? Bilimsel verilere göre sadece on iki saniyelik “bir şey”, bir an olan şimdinin suları bizi nereye sürüklemektedir? Ve esasta nasılız? Enkazların, çığların dibinden seslenirken bu vakitlerde, nasılız, ne yapıyoruz? II. Dünya Savaşı’nın uğursuz arifesine isabetli olarak benzetilen bu zaman kesitinden geriye ne kalacak, bizden geriye ne kalacak? Herkesin bir şekilde üşüyüp karanlıktan sıkıldığı bu on iki saniyelik şimdilerden oluşan tren katarları, bizleri Auchwitz’e değil de nereye götürüyor?

Girişteki alıntı yabancı kalıp “sırıtmaya” başladı biliyorum, ama belki de bu yazının tüm cümleleri alınmamak ya da “fazladan alınmış intikamlar”ın deposundan süzülüp gelmektedir. Fazladan yapılmış o kadar çok şey, fazlalık olan o kadar çok kurum ve güç yığınakları var ki, gözlerimizi kapatsak da görürüz. Bakış bir kibrit çöpünün aydınlığında bile olsa yol alır, körlük biter. Ama körlük bitse de Leyla’nın Ay yüzü, asude bir ay batımıyla “uzaklaşmaya” devam ediyor. Her şey tam tersi, güzel ve aydınlık olabilecekken şahit kılındığımız bu ağır zulüm, sonsuza kadar kalmayacak, kalmamalı ama Ay kalmalı, yüzü kalmalı, aydınlığı kalmalı.

Aslında tüm sözcükler tırtıllanmış şimdi, hatta pençeleri oluşmuş, bu yüzden lal oluş ve akışlara kaçasım var. Tüm sözcükler diş çıkarmış şimdi, kemirile kemirile yıpranmakta. Ama kitaba dönelim: varolmanın hiçliğinin sızım sızım sızlattığı patika, yolculuk ve meydanlarda dolanırken, tek kusursuzluğun; varolmayan Şövalye’ye, yani boş bir zırha ait olduğunu görüyor, kusursuzluğunun güzellik dolu anılarında, inanmazlık dolu bir inançla yol alıyor ve varolmayan Şövalye yok olduğunda üzülüyoruz. Çünkü “varolmayan”dır asıl “varolan”. Ya da varolmanın kusur ve noksanları o kadar çok ki, geriye varoluş diye bir şey kalmamaktadır. Oysa varolmamak, emsalsiz bir şövalyeyle arz-ı endam etmektedir.

Kelimeler şimdi bellek, göz ve dil yakmaktadır ki, soğuk sularda bekletmeden dokunmamalı şimdi. Peki ya ‘Düello Öç Alma ve Onur Lekeleri Genel Müdürlüğü’ne yolumuz düşerse neyin çetelesi tutulacak.