Ana SayfaBilim ve Teknoloji“Yaratıcı Tür”: Bitmeyen yenilik arayışı – Demet Parlar

“Yaratıcı Tür”: Bitmeyen yenilik arayışı – Demet Parlar


Demet Parlar


Sanki her gün biraz daha zor şaşırıyoruz… Farklı ve özgün olanın arayışı düşünsel düzeyde hemen her alanda olsa da en çok çağdaş sanatta kendini gösteriyor; bienal ve festivallerde, tiyatro ve görsel sanatlarda, tasarım nesnelerinde zihnimizin sınırlarını zorlayan  işler ve yapıtlar üretildikçe insanın yaratıcılığının sonsuz olduğu duygusunu yaşıyoruz.

Bir de çok değil 20-25 yıl önceki hayatlarımızla, artık çok sıradanlaşmış ve gündelik hayatımızın olağan bir parçası haline gelmiş olan cep telefonlarının, internetin sağladığı ve yeniliğini otuz yaş üstü nesil için çoktan kaybetmiş, otuz yaş altı için zaten hiçbir zaman yeni olmayan hayatlarımızı karşılaştırınca “yeni” olanın nasıl hızla eskidiğini ve olağan hâle geldiğini açıklıkla görmek mümkün…

Sanırım artık en çok değişmeyen şeyler, mekânlar şaşırtıyor bizi…

Ülkemizde de çok iyi tanınan nörobilimci David Eagleman, besteci Anthony Brandt ile birlikte yazdığı yeni kitabında, Homo Sapiens’i diğer canlı türlerinden ayıran en belirgin özelliğinin işte bu bitmeyen yenilik arayışı ve yaratıcılık  olduğunu, bu özelliğiyle insanın dünyayı nasıl yeniden ve yeniden yarattığını, her gün belki onlarca kez aklımıza gelen “Şöyle olsa ne olur(du)?” varsayımsal düşünce yapısının yaratıcı düşünmenin en belirleyici özelliklerinden biri olduğunu anlatıyor.

“Beynimizin içindeki bağlantılar ormanı, alışkanlıkların ötesine geçmeyi sürekli mümkün kılar. Beyin seçenekleri çoğalttığında kolay yoldan ayrılarak kurulu algoritmaları çalıştırmak yerine deneyim depolarına dalarak, büker, parçalar, harmanlar ve ‘şöyle olsa ne olur’ senaryoları kurgular.”

Gerçekten modadan teknolojiye gündelik yaşamımıza bin bir farklı şekilde yansıyan araba, elbise, saç, dayanıklı tüketim eşyaları, evler, binalar vb.lerinin modellerindeki, işlevlerindeki değişikliklerin sonu gelmiyor.

Neden “kusursuz” bir biçim bulunsa da ona sadık kalınmıyor, neden “yeni” eskimeden yeniden “yeni” ve farklı olanı arama merakı kışkırtıcı bir şekilde devam ediyor?

Üç bölümden oluşan kitap yaklaşık 250 sayfa, normal kitap formatından biraz daha büyük, ancak Eagleman’ın diğer kitaplarında* olduğu gibi son derece akıcı bir üslupla yazılmış olmasının yanı sıra bol resimli olması nedeniyle çok rahat okunuyor.

İlk bölümde yaratıcılığa duyduğumuz gereksinimi ve yeni fikirleri nasıl ortaya çıkardığımızı, bu yeniliklerin yaşadığımız yer ve zamanla ilişkisini, ikinci bölüm yaratıcı düşünme biçiminin ana öğelerini, seçeneklerin çoğaltılmasının ve riskin göze alınmasının önemini, üçüncü bölümde “kuluçka makineleri” olarak tanımladıkları şirket ve okul sınıflarında yaratıcılığın nasıl teşvik edilebileceği anlatılıyor.

Aslında kitabın dört savı var; birinci sav yenilik arayışının insan için bir zorunluluk ve ihtiyaç olduğu, ikinci sav “şöyle olsa nasıl olur?” varsayımsal düşünce yapısının evrimsel olarak beyinde gerçekleşen ince bir ayarla türümüze özgü bir özellik olarak ortaya çıktığı, üçüncüsü yeni fikirlerin hiç yoktan ortaya çıkmadığı, onları deneyimin hammaddesiyle ürettiğimiz ve son olarak NASA’dan Picasso’ya, mimarlara, saç tasarımcılarından çiftçilere daha önce görülmemiş bir şey üreten herkes için geçerli, yaratıcı düşünce için kullandığımız ortak bir bilişsel yazılımımız olduğu.

Kitap 1970 yılında uzayda oksijen tankı patlayan Apollo 13 ekibinin NASA tarafından kurtarılma süreciyle, Picasso’nun Avingon’lu Kadınlar’ı yapma ve sergileme sürecinin karşılaştırılmasıyla başlıyor.

Ortak hiçbir yönü olmayan bu iki hikâyede NASA ve Picasso’nun yaratıcı edimlerinin altında yatan, insan türüne özgü bilişsel algoritmaların bükme, parçalama ve harmanlama olarak tanımlanan üç temel strateji çerçevesinde açıklanabileceğini ileri sürülüyor:

“Mühendisler ve sanatçının kullandıkları hammaddeler farklıydı belki ama yeniliği gerçekleştirme biçimleri aynıydı: bildiklerini bükmek, parçalamak ve harmanlamak. Beynimizin deneyimi yeni çıktılara dönüştürmede kullandığı bu araçlar, yeni icatların programlamasında başvurulan temel süreçlerdir.”

Bu işlemlerde kullanılan hammadde kısaca bugüne kadar topladığımız her anıdan, karşılaştığımız nesnelerden, dinlediğimiz müziklerden, gördüğümüz resimlerden, tanıştığımız insanlardan dünyayla karşılaşmamızda öyle veya böyle bize değen her şeyden her yönden gelir; “İnsan zihni bükme, parçalama, harmanlama üçlüsünü bir araya örerek deneyimlerini eğip büker, böler, birleştirir ve onlara yeni biçimler kazandırır.”

Peki yaratıcı düşüncenin olmazsa olmazı hayal gücünün rolü? Kitap bize hayal gücünün bu bilişsel mekanizmaların kanatları üzerinde nasıl havalandığını, bu üçlü bilişsel yazılımı çevremizdeki her şeye uyarlayarak, yeni dünyalardan oluşan süreğen bir dalgayı nasıl ortaya çıkardığımızı da açıklıyor:

“Bu zihinsel işlemler, dünyaya bakış ve onu kavrayışımız için birer temel niteliğindedir. Belleği ele alın. Girdiler çıktılarla aynı değildir ve bu nedenle hepimiz tanık olduğumuz aynı olayı farklı şekillerde aktarabiliriz. Gözlemlediğimiz her şeyi büker, parçalarına ayırır ve harmanlarız. Beyindeki nöronlar arasındaki bu yaygın etkileşim insan yaratıcılığının nörolojik temelidir, yaratıcılık beynin bütününün devreye girdiği bir deneyimdir. Böylelikle bizler de dünyayı sürekli soğurur, parçalarına ayırır ve dışarıya farklı bir uyarlama olarak geri veririz.”

Bu üç stratejinin o güne kadar görülmemiş bütün fikirlerin evrimine kaynak olan temel araçlar olduğu varsayımlarını “insan toplumunun icatlarını, fosil kayıtlarının altını üstüne getiren bir paleontoloğu aratmayacak şekilde” irdeleyerek hem sanat ve edebiyat hem de bilim ve teknoloji tarihinden ilginç anekdotlarla, öykülerle ve nörobiyolojinin verileriyle destekleyerek açıklıyor E&B.

Yeni olanın hızla normal olana evrildiğini gündelik yaşamlarımızda sıkça yaşıyoruz, özellikle tüketim ekonomisinin verdiği ivmeyle bu durum teknoloji alanında daha belirginken sanat ve edebiyat için daha uzun erimli de olsa benzer kanıksanma ve sıradanlaşma söz konusu.

“İnsanları bir zamanlar sarsmış olan büyük eserler bile zaman içinde ‘onaylanmışlar’ ile ‘unutulabilirler’ arasında bir yere düşecektir. Öncü, yeni normale dönüşür, en yeniyse en yeniliğini kaybeder.”

Eagleman bunun nedenini, “tekrar baskılaması (repetition suppression)” adı verilen bir olguyla açıklıyor; “Yeni bir nesneyi ilk  gördüğünüzde beyniniz büyük bir tepki verecektir çünkü o sırada yeni bir şeyi soğurmakta ve kaydetmektedir, ikinci görüşünüzde beyninizin vereceği tepki, biraz daha az olacaktır, her tekrarda daha az tepki verecektir.”

İleri görüntüleme teknikleri ile doğrulanan bu durum nörobiyolojik olarak bir şeye ne kadar aşinaysak onun için o kadar az nöral enerji harcadığımızı gösterir. Doğru tahminlerde bulunmak, enerjiden tasarruf sağlar, bu da öngörülebilirliği cazip ve yararlı bir hale getirir. Enerji tasarrufu beynimiz ve bedenimiz için çok önemli olmasına rağmen neden sürpriz ve yenilik arıyoruz?

Öngörülebilirlik güven verici de olsa, tekrarlayan şey cazip de gelse beyin, kurduğu dünya modeline yeni gerçekleri de katmak için uğraşır, kusursuz öngörülebilirlikten hoşlanmaz. Ödül sisteminde yani bize haz veren mutlu eden durumlarda beyinde devreye giren dopamin benzeri maddeler tahmin edilebilir durumlara göre sürpriz durumlarda daha çok artar.

“Şaşırma hali doyurucudur. Beyin bir yandan dünyayı öngörerek enerjiden tasarruf etmeye çalışır, bir yandan da şaşırmayla gelen sarhoşluk duygusunu arar.” Bu durumu bizler de hemen her gün en azından bizi şaşırtan olaylarda, aşkta ve ilişkilerimizde yaşamıyor muyuz?

“Yeniliğe duyduğumuz açlık, onu zorunlu hale getirir. Yenilik dürtüsü, bütün insanların beyninde yaşar; bu durumun bir sonucu olarak tekrarlayan şeylere açılan savaş da bir kuşağı diğerinden, bir on yılı, bir seneyi diğerinden ayıran muazzam değişimlere güç veren etkendir. Yeniyi yaratma dürtüsü, biyolojimizin bir bileşenidir. Yüzlerce kültür milyonlarca yeni öykü icat etmişizdir. Kendimizi daha önce hiç var olmamış şeylerle kuşatmışızdır. Oysa domuzlar ve lamalar yapmaz bunu. Peki, nereden gelir yeni fikirler?”

Soru çok güzel, soru kadar yanıta açılan kapı da; “Ancak görünüşe aldanmamak gerekir çünkü yeniliklerin nereden geldiği bellidir. Yenilikler, icatlara ait aile ağacının son dallarıdır.”

Diğer canlı türlerine göre çok daha büyük bir kortekse, özellikle büyük bir ön-alın (prefrontal) kortekse sahip olması, insan beynine karmaşık kavramları yakalayıp değiştirme, manipüle etme yetisini sağlar.

Yeni fikirler hiç yoktan çıkmaz ortaya, beyin dünyadan aldığı algısal verileri, sözcükleri, sesleri, renk ve görüntüleri, bilgileri Eagleman’ın deyişiyle bir “mutfak robotu” gibi öğüterek çok farklı biçimlere ve içeriklere dönüştürüyor. Her yenilik aile ağacının son dalı olarak bir öncekinin birikimi ve bilgisinden beslenir. Yeni fikirleri deneyimin hammaddesiyle üretiriz.

Bizden önceki nesillerin çok değil yüz yıl önce bile hammadde depoları günümüzün koruma ve dijital depolama, erişim olanaklarıyla karşılaştırınca küçük ve ulaşılması güç durumdaydı. Büküp, parçalarına ayırıp harmanlayacağımız daha çok şey ve özümseyip, işleyip, güzelleştireceğimiz daha çok tarih var şimdi elimizde. Bu durumu E&B, Sanayi Devrimi gibi önemli bir dönüm noktası olarak görüyor ve tarihçilerin günün birinde bizim dönemimizde başlayan bir Yaratıcılık Devrimi’nden söz edebileceğini düşünüyor.

Bu dönüşümü sağlayan ve doğuştan gelen bilişsel yazılımlarımız, devasa Homo Sapiens nüfusuyla çarpıldığında ortaya çıkan şey, giderek daha büyük hızla yenilik üreten ve sürekli olarak son fikirlerinden beslenen bir toplum oluyor; insanlık tarihinin yalnızca son çeyreğine bile baktığımızda yenilikler arasında geçen sürenin nasıl hızla kısaldığını görmek mümkün:

“Tarım Devrimi ile Endüstri Devrimi arasında geçen süre on bir bin yılken, Endüstri Devrimi’nden elektrik ampulüne geçmek için yalnızca yüz yirmi iki yıl, bu noktadan Ay’a iniş için doksan yıl, buradan Dünya Çapında Ağ’a ( World Wide Web) geçiş için yirmi iki yıl ve insan genomunun tümüyle ortaya çıkarılması için de bir dokuz yıl daha yeterli olmuştur.”

İçinde yaşadığımız hızlı, renkli ve her köşesindeki canlılarla birlikte soluk alıp verebildiğimiz Dünyamızın bu döneminde yalnız sanatçılar ve bilim insanları için değil yeni ve farklı olanı araştıran ve arzulayan herkes için ilham verici bir kitap “Yaratıcı Tür”.


*David Eagleman, “Incognito: Beynin Gizli Hayatı”, Çev: Zeynep Arık Tozar, Domingo Yayınevi
*David Eagleman, “Beyin: Senin Hikayen”, Çev: Zeynep Arık Tozar, Domingo Yayınevi

PAYLAŞ:
    WhatsApp'da Paylaş!   Telegram'da Paylaş!     Yazdır   E-Posta Gönder

Önceki Haber
Diyarbakır kadın cinayetlerine karşı mor ve siyaha büründü
Sonraki Haber
Çorlu tren katliamının birinci yılı: "Acımız azalmıyor, çoğalıyor"