Ana SayfaGüncelYas hakkına saygısızlık ve ölülere işkence – Tayip Temel

Yas hakkına saygısızlık ve ölülere işkence – Tayip Temel

HABER MERKEZİ – Ya günlerce bekletilen cenazeler ya gömdürülmeyen ölüler ya da gömülse de mezarından çıkartılan ölü bedenler. HDP Van Milletvekili Tayip Temel “Yas hakkına saygısızlık ve ölülere işkence” başlıklı yazısında, siyasi iktidarın ‘ölüm siyaseti’ne eğiliyor. Özellikle 2015 sonrası yani müzakerelerin sonlandırılmasıyla beraber devreye konulan nekro-siyaset pratiklerini merceğe alan HDP’li vekil, 2015 sonrasını ‘bambaşka bir süreç’ olarak yorumluyor. Temel, “Ölüme el koymak, ölümü de gasp etmek yaşayanlara dair neden bir politika haline geldi?” diye soruyor. Duvar’da yer alan yazıyı biz de aktarıyoruz.


Tayip Temel*


Silopi’de 19 Aralık 2015’te komşusundan dönerken öldürülen ve cenazesi 7 gün yerde kalan 57 yaşındaki Taybet İnan’ın defin işlemine eşi ve dokuz çocuğu, izin verilmediği için, katılamamıştı. Günler sonra Taybet Ana’nın oğlu Mehmet İnan bir mektup yazmış, o mektupta  “Yedi gün, tam yedi gün, annenizin cenazesi sokak ortasında kalsın… İnsan çok iyi olamıyor, insan kalamıyor… Annemin elleri kaskatı olmuş ve öyle sıkmış ki eşarbını, belli ki canı hayli acımış. Kanı kurumuş annemin, elleri, yüzü, ki yüzü düşerken toprak olmuş, elbiseleri kandan ıslanmış, sonra kurumuş, sonra taş olmuş annemin…” demişti.

“İnsanın insan kalamamasından” bahseden Mehmet İnan, belki de en önemli insani hakka vurgu yapmış oluyordu. Bu, ‘yas hakkıdır’… Yani modern anlamda Antigone ile dile gelen yas hakkı! Çünkü bilinen meşhur hikayede, Antigone savaş alanında yaşamını yitiren kardeşini gömmek istemektedir ama dayısı Kral Kreon buna karşı gelerek gömülmeyeceğini, yasanın böyle emrettiğini ifade etmektedir. Antigone bu yanlışa ortak olmaz ve yas hakkını savunur, kardeşini gizli gömer. Bunun cezası da mezara diri diri gömülmesi olur. Sophokles’ın bu trajedi metninde Antigone, kardeşi İsmene’ye bir yerde “Kreon kardeşimizi gömmeyerek aşağılıyor” diyor.

Bu metin iki bin yıldır güncel! Çünkü ölülerimiz üzerinden aşağılanmaya devam ediliyoruz.
 Tam da bu bağlamda, 90’lı yılların başında Lice’de geçen bir olayı yeniden hatırlatmak belki yararlı olacaktır.
Lice’nin bir köyünde erzak almaya giden genç bir gerilla, operasyona takılır ve askerler tarafından köyün girişinde vurulur. Köylülerin hepsi olayı görür. Köyün girişinde bir cenaze vardır. Askerler uyarıyı hemen yapar “Kim onu almaya gelirse vururuz.”
Kimse köyün girişindeki genci almaya gidemez korkudan. Günler geçer ama cenaze hala yerdedir. Durum artık vicdani olarak bambaşka bir boyut almıştır. Köylülerin boğazından bir lokma yemek geçmez olmuştur.  Her gece o genç köylülerin rüyasına gelir. Rüyalarını sabah birbirilerine anlatır olmuşlardır. Genç, rüyada “Sizin hiç vicdanınız yok mu? Beni niye burada bırakıyorsunuz” diye sitem etmektedir. Köylüler bu duruma dayanamaz ama bir şey de yapamazlar. Çare düşünürken akıllarına köyün delisi gelir. Onunla konuşurlar ve gidip o genci köyün girişindeki ağacın altına gömmesini isterler. Köyün delisi söyleneni yapar ve cenazenin yanına gider. Askerlerin açtığı taciz ateşine aldırış etmeden genci ağacın altına gömer. Köylüler nihayet nefes almıştır. Sonradan söylenene göre o gencin mezarı bir kutsal alana dönüşür. Ve hala kim olduğu bilinmeyen o genç, o köyün girişindeki ağacın altında yatar.

Françoise Dastur, “Ölümle Yüzleşmek” adlı felsefi denemesinde “Başkalarının ölümü bizi yaralar çünkü varoluşumuzun saklı yüzü olan kendi sonluluğumuzu hatırlatır bize. İnsan ölüm karşısında duyduğu endişe ile kendi insanlığının farkına varır. Bu endişe ise her defasında başkasının ölümüyle yeniden canlanır” diyor. Özce, insan olduğumuzu ancak sonluluğumuzun farkındalığı ve endişe tecrübesinde görüyoruz der.

Endişe tecrübesi, Kürdistan’da yaşam akışına paraleldir. Hemen her gün kendini yeniden üretir ve sancı doludur. Hatırlanacak olursa, Diyarbakır’ın Lice ilçesinin Bayırlı Mahallesi’nde 2 Haziran’da başlatılan askeri operasyonlar kapsamında 3 Haziran’da çatışma çıktı. 5 PKK’li yaşamını yitirdi. İlk gelen bilgiler, yaşamını yitirenlerin bedenlerinde yoğun bozulma olduğuydu. Çok geçmeden yaşamını yitirenlerin kimlikleri açıklandı. Cenazesi bekletilenler İbrahim Çelik, Abdullah Turhan, Ömer Demir ve Yusuf Kayran’dı. Aileler doğal olarak harekete geçti fakat onları alamazsınız denildi. Yaşamını yitirenlerin aileleri, ilk olarak aralarında HDP’li vekillerin de bulunduğu heyetle birlikte Lice Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvuruda bulundu. 9 Temmuz’da Diyarbakır Barosu’na başvuruda bulunarak, cenazelerin alınması için hukuki yardım talebinde bulundular. Diyarbakır Barosu, tesadüfen aynı gün kente ziyarette bulunan Adalet Bakanı Abdulhamit Gül’e konuyu bildirmiş, Bakan Gül ise Diyarbakır Valisi Hasan Basri Güzel’e cenazelerin alınması yönünde talimat vermişti.(Mezopotamya Ajansı, 16 Temmuz) Fakat cenazeler verilmedi. Operasyon bölgesinde, arazide güneş altında bekletmeye devam ettiler. Günler sonra, 44.güne girilirken aileler ve halk, ne olacaksa olsun duygusu ile çatışmanın olduğu alana gidip cenazeleri aldı. Kazan bombalarının etkisiyle parçalanan bedenlere ait kısımlar torbalara konularak otopsi için teslim edildi.
Hâsılı, 30 yıl aradan sonra Lice’de aynı durum yaşanıyordu.

Lice’deki insanlık ayıbı daha hafızalardan silinmeden, daha bir ay geçmeden, şimdi benzer bir başka durumla karşı karşıyayız. 20 Temmuz’da Amed’in Bağlar ilçesinde bir eve baskın oldu ve yapılan baskında çatışma çıktı. Bir kişi yaşamını yitirdi, ev sahipleri de işkence edilerek gözaltına alındı. Evin kanlar içindeki balkon görüntüsü medyada paylaşıldı.

Fotoğraf: hurriyet.com.tr

İçişleri Bakanlığı ertesi gün açıklama yapıp ‘İç güvenlik operasyonu’ dedi ve çatışmadan bahsetmedi. Bu baskında infaz edilen kişi 27 yaşındaki Mücahit Yılmaz idi. 22 Temmuz günü Amed’e gelen Yılmaz ailesi, teşhis için Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurdu. Ardından baba Abdulkadir Yılmaz, Gazi Yaşargil Eğitim ve Araştırma Hastanesi morgunda tutulan oğlu Mücahit Yılmaz’ın cenazesini teşhis etti. Teşhis sonrası oğlunun cenazesini almak için avukatlarıyla birlikte yeniden savcılığa başvuran baba Yılmaz’a DNA testi yapılmadan cenazeyi teslim alamayacakları yanıtı verildi. Oysa parmak izi teşhisi de yapılmış ve netleşmişti onların çocuğu olduğu. Şuan 26 gün geçmesine rağmen aile naaşı morgdan alabilmiş değil. Cenazeyi vermiyorlar.

Bir diğer korkunç uygulama, şu sıralar yoğunca işletilen yas yeri kurmama uygulamasıdır. Çatışmada yaşamını kaybeden kişilerin ya da politik herhangi bir durumu olan hiç kimseye yas kurma izni verilmiyor. Gösterilen gerekçe ‘propaganda’… Sessizce gömün ve yas kurmayın deniyor. Yas yeri de zaten verilmiyor ailelere.


Gerek Lice’de 44 gün bekletilen cenazeler olsun, gerekse de yaklaşık bir aydır cenazesi verilmeyen ve cenazesi teslim edilip ama yasına izin verilmeyenlerin bize anlattığı başka şeyler de var. Bu da devletin 2015, son çözüm sürecinin bitirilmesi ile başlayan yeni süreçteki nekro-siyaset pratikleridir.

Kısaca belirtmek gerekirse, 90’lar yoğun çıplak şiddet ve kontra faaliyetlerinin geliştiği süreçti. Bu iki yöntem üzerinden Kürt Hareketi’nin ‘halklaşma’ dediği toplumsallaşma sürecini kesintiye uğratma amaçlandı. 2000’li yılların başında ise ‘şok dalgası’ yaşandı ve tasfiye süreçleri başlatıldı. Rıza üretim mekanizmalarının politik alana daihiliyetinin en yoğun olduğu süreçlerden birine girildi ve tahakkümcü iktidar pratiklerine altyapısal iktidar denilen daha ince koordinatlar eklendi. Mekan, ilişkiler, hobiler ve ekonomik yaşama neo-liberalizmin eliyle geçişler gerçekleşti. 2004 ve sonrası süreçte bu yönelimlere karşı sosyolojik bir direnç görüyoruz. Sosyallik üzerinden kimlik inşası, zihinsellik üzerinden ideolojik ayak, çevresel olgu üzerinden de doğa-canlı-insan özgüllüğünü programlayan bir hamle gelişti. Devlet bunu hızlı fark etti ve yönelimi çok sert oldu. Tekrar disiplin, tutuklama ve denetleme metoduna girişti.

2015 ve sonrası ise bambaşka bir süreçtir. Yukarıda özet geçtiğim kısımları aşan bir dönemdir. Bekletilen, verilmeyen cenazeleri asıl tartışmak istediğim bağlam da bu aralıktır. Çünkü devletin kent savaşlarına yöneldiği ve ‘ölüm siyasetini’ devreye soktuğu zaman dilimidir. Burada göreceğimiz üzere egemen, tüm yöntemleri birleştirerek mekânsal direnişi kırmanın hattına geçti. Kendi rant ekonomisi ile bölüşüm dengesini yeniden düzenleyen, sosyal yardımdan eğitim alanına el atmasından ve diğer bürokratik güçlerine kadar, hepsi birden yani Bourdieu’nun özce ifade ettiği gibi, devlet hem sağ hem sol eli ile beraber harekete geçti. Devlet yeni dönemde önüne aldığı konsept ile bariz olarak eylem ve mekânı ayrıştırdı, sokağa yerleşmiş Kürtlük bilincini gasp etti, değerleri ve direnişi gri alana çekti… Göç ettirme, göçertme, sosyal ilişiklerin koparılması ve eşitsiz ekonomik durumun yaratılması; bu konsepti besleyen ana damarlar oldu.  Özel savaş hâkim kılındı. Çok kısaca bazı şeyleri hatırlatmak gerekirse, kayyum rejimi ile beraber savaş/çatışma veya başka eylemlerde yaşamını yitirenlerin, bunlara siviller de dahil, cenazelerine bambaşka bir yaklaşım geliştirildi. Çözüm sürecinin bitişi ile beraber cenazeler ve mezarlıklara saldırı başladı.

“Ölülere şiddet” artık aleni bir hal almaya başladı ve zorla defnetme, taziye yerinin tesis edilmemesi, ailedekilerin cenazeye katılımının engellenmesi gibi uygulamalar her yerde Kürde dayatılmaya başlandı. Hatırlanacak olursa, Bitlis’in Yukarı Olek Köyü’ne bağlı Xerzan Mezarlığında 267 cenazenin olduğu mezarlık yıkılarak kemiklerin mezardan çıkarıldığı gibi bazı yerlerde devlet güçleri ailelere dahi haber vermeden cenazeleri kaçırarak yerinden ettiler. Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk’un mezarından çıkarılması ise büyük bir utanç olarak hala hafızalardaki yerini koruyor. Batman ve Diyarbakır’da mezarlara operasyon yapıldı. İsimleri boya ile silindi. Taşları kırıldı ve yerinden edildi. Kamuoyuna yansıyan bu durumların dışında, şüphesiz sayısız başka pratikler de yaşandı ‘ölüm’e dair…

Verilmeyen cenazelere geri dönersek;
Cenazelerin, parçalanmış bedenlerin, morgda tutulanların defnedilmesine neden izin verilmiyor gerçekten? Barışmanın ilk ve temel şartının yasa saygı olduğunu gayet net bilen devlet, neden böyle bir işkence yöntemine gidiyor, neyi dayatıyor? Bu durum açık bir provokasyon değil midir? Ölüme el koymak, ölümü de gasp etmek yaşayanlara dair neden bir politika haline geldi?

Sorular çoğaltılabilir…

Cenazeye izin verilmiyor çünkü ölüm ve yaşam arasındaki çizgi, ölümün ardında kişinin kendini yaşama ikna ettiği çizgiye de artık tahammül yok.
Ölümün kavranabileceğini düşünen biri olarak Şair Maria Rilke, ölümü “tıpkı bir meyvenin çekirdeğini içinde taşıdığı gibi herkesin kendi içinde taşıdığı” bir şey olarak tarif ediyor. 44 gün, belki de insanın içindeki o çekirdeğe ulaşma süresidir. Kim bilir…


*HDP Van Milletvekili

PAYLAŞ:
    WhatsApp'da Paylaş!   Telegram'da Paylaş!     Yazdır   E-Posta Gönder

Önceki Haber
Kayyum atamadan kayyumlaştırma - Özgür Amed
Sonraki Haber
Bir çocuk anaokulunda cinsel istismara maruz bırakıldı, savcılık 'takipsizlik' verdi