Ana SayfaManşetGerçek, iktidar ve anti-iktidar sarmalına yamuk bakmak – Nejat Uğraş

Gerçek, iktidar ve anti-iktidar sarmalına yamuk bakmak – Nejat Uğraş

Ölümünün birinci yıldönümünde sevgili dostum İbrahim Ayhan’ın anısına ithafen. Saygıyla!


Nejat Uğraş*


“Muktedirler hakikati söylemeyi yararlı bulamıyorlarsa eğer, daha iyi bir yalan bulamadıklarındandır.”

Gerçek ile ifade hiç bu kadar birbirlerine uzak olmamışlardı. Hani en iyi yalan söyleme metodunun gerçeği söylemek olduğunu ironinin etkisi lehine iddia edenler bir zamanlar zeki çocuklar addedilirdi. Gelin görün ki, yaşanan her zamanki gibi bir kaç adım önde seyrediyor. “Ben yalancıyım” diyerek sade gerçeği ifade eden birisi dürüstlük-mütevazılık-harbilik övgüsüyle hakikatin sözcüsü oluveriyor. Bazıları çığlık çığlığa “o gerçeği söylüyor” demekle işin çözüleceğine inanıyorlar, duyulamayacaklarını göremeden de ömür tüketiyorlar. Matrix filminin “gerçeğin çölüne hoş geldin” repliği film vizyona girdikten sonra dillere pelesenk olmuştu. Boşuna da olmamış zahir. Şimdiki anda yaşananlar tam da çölün gerçeğinin sığlığıyla baş başa kalmanın dayanılmaz sancıları olarak hayatımızın her anına temayüz etmiş durumda. Öyle ki Post Truht (gerçek sonrası) çağında olduğumuzu söylüyor bazıları. Antroposen (insan çağı) jeolojik çağında olduğumuzu ileri sürenler de var. Hatta Siborg çağında yaşadığımızı, çoktan her birimizin siborglar haline geldiğimizi güçlü şekilde savunanlar da mevcut. Uygun adlandırmaların hangisi olduğu elbette önemli ama bu kısa yazıda beni ilgilendiren şey neyin “gerçek” olduğu değil; gerçeğin iktidarla kurulu ilişkisinde anti-iktidar gerçeğini de sorgulamaya tabi tutmaktır.

Gerçekle yüzleşmek

Bir zamanlar her birimizin tutunabildiği sağlam kayayı oluşturan “gerçek” kavramından geriye elimizde “Lego” oyununa dönen bir varlık kaldı. İstenildiği gibi yapıp bozulabilen bir gerçek kavramı ile baş başa kaldık. Önümüzde renk renk, biçim biçim gerçek parçaları karşısında ürkek, geleceğe güveni zayıflamış bir ruh haliyle şaşkın halde bakıyoruz. Yalan artık “gündemi yönetmek” ve “siyasalı oluşturmak” adını verdikleri yaratıcı bir etkinlik olarak iktidar bloğunun etkili oyuncağına dönüşmüş durumda. Yalan iktidara içkin bir olgu olmaktan çıkıp aşkın bir gerçek haline geldi. Yalan iktidar oldu; iktidar yalan oldu. Elimizde kalan tek gerçek bu oldu.

Gerçeğin filozofu ünvanına sahip Nietzsche ‘İnsanın en korkunç ve en esaslı talebini” iktidar olarak belirlerken aslında Bertrand Russel’in iktidarın güdüsel bir güç olduğuna dair tartışmalarına belki de ön ayak oluyordu. Kim bilir? Çokça patolojik bir vaka/hastalık olarak iktidarı ele alanlar ise, bunun gerçek ile alakasından çok bir ifade biçimi dışında herhangi bir kıymete haiz olmadığını bugünkü iktidar düzenlenişiyle çoktan anlamış olmalılar. Mevzuyu kavrayacağımız yer iktidar olunca Abdullah Öcalan’ın iktidar tartışmalarına ilişkin uygarlık sosyolojisini irdeleyerek yaptığı iki belirlemeyi esas alarak ilerlemek istiyorum.

Birincisi:

“Kapitalist modernitenin en özgün yanlarının başında geleni, her bireyin kendini iktidarlı sanma, öyle kılınma halini hiçbir uygarlığın başarmadığı kapsam ve özellikler içinde başarma yeteneğidir” der ve devam eder.

“İktidar-bilgi-hapishane-hastahane-tımarhane-okulhane-orduhane-fabrikahane-kerhane kavram zincirleri, yöntemsel katkılar kadar özgür bir bilgi sisteminin nasıl kurulması gerektiğine dair dolaylı da olsa aynı katkıyı sunar. M. Foucault’nun erken ölümü nedeniyle tamamlayamadığı iktidar-savaş-özgürlük çözümlemesinde, toplumun içinde ve dışında daimi savaş hali olduğu için modernitenin insanı öldürdüğünü belirtmek ister gibidir.”

Foucault’un yeri bu çerçevede daha özel ve daha “gerçek”tir. Foucault’un ezilenlerin mücadelesine katkıları ve verdiği tahribatlar sıkı bir tartışma konusu olagelmiştir. Analizinin iktidar karşıtı mücadeleyi dümensiz, imkânsız kıldığını iddia edenler var. Bunu kabul edenler de, reddedenler de bulunuyor. Ancak sanırım düşünce yelpazesinin her yerini işgal edenler onun “iktidarın her yerde olduğu” gerçeğini ilan ettiğini kabul edeceklerdir. Evet, hem dikey hem de yatay olarak her yere nüfuz etmiş bir iktidar olgusuyla karşı karşıyayız. Bu tespiti hakkıyla ele alamayanlar Foucault’a başvurarak iktidar karşıtı bir konumdan söz ediyorlar. Maalesef Foucault’un analizinde iktidarın olmadığı bir yer yoktur. Düşünürün kendi bulunduğu yer bile iktidarın en güçlü mekânlarından birisidir!

İktidar her yerde

Zamanın nehrinde “iyi” ve “kötü” iktidar denebilecek diyalektik bir denklemin güçlü savunusu vardı. Ne yazık ki o savununun birçok yaprağı Berlin Duvarı’nın yıkıntıları altında kaldı. Anarşizmin insan ve toplumun esas olarak “iyi”, “yaderk”- kurallarını, yasasını kendi içinden çıkaracak yerde dışarıdan alan- olduğu iddiası metafiziğin sayısız örneğinden birisi olarak var olan kötülüğü açıklamakta yetersiz kalıyordu. 68 dönemeci sonrasında iktidar iki insan arasındaki ilişkiye ve duygu düşünce katmanlarına nüfuz etmiş bir olgu haline geldi. Bu dalga başka rüzgar ve akıntılarla yakın zamana kadar muhalif düşünce ve eylemi çalkalamayı sürdürdü. Yalan gerçeğin teminatı kılınırken iktidar kendimizle benliğimiz arasına bile yuvalanmışken “anti-iktidarcı paradigma”  başka bir iktidar düzenlemesi olmaktan başka ne anlama gelebilirdi ki? Birçok insan sözde iktidar karşıtlığından bahsedip pratikte ise güçlü iktidar uygulamalarında bulunanlardan şikâyet ediyor. Doğrusu buna nispeten şaşırıyorum. En sade haliyle iktidarın varoluş biçimi tam da bu değil mi? Dışarıda ve içeride daima güçler arası bir mücadele diyagramı içinde değil miyiz? Kropotkin’in cenaze töreninde büyük bir pankartla “Kahrolsun otorite” sloganı açılıyor. Anarşizme dair tartışmalar bir yana, bu slogandan vara vara “demokratik otorite” söylemine ulaşıldı. Bu kavramın oksimoron olduğunu gözden kaçırmadan daha makul olduğunu teslim etmek gerekiyor. Yazıda adını sıkça andığımız Foucault’un iktidara karşı söyleyebildiği nihai şey “her iktidara karşı mücadele etmek ve kazandığımız anda da kendimizin iktidarına karşı mücadeleye devam etmek” olarak özetlenebilir.

İkincisi:

Öcalan, Kapitalist Modernitenin her bireyin kendini iktidarlı sanma yanılsamasının yanındaki ikinci özgün durumunu da şöyle izah ediyor. ‘kapitalizmin sınırlarını çizdiği ortalama olanaklara sahip olmanın aynı zamanda bir özgürlük alanı olduğunu düşünen’ ‘garip bir özgürlük yanılsamasını’ sürekli güncelliyor olmasıdır… Vaniegem ‘bütün bu sahip olduklarımıza karşı sefaletimizin üstünü örtebilecek hiç bir yanılsama henüz mevcut değil’ demesinin bir nedeni de budur kanımca… Ayrıca Foucault’un ‘iktidar her yerde ama direniş de’ tezine karşı Negri ‘İktidar hiç bir yerdedir çünkü o görünmezdir ve merkezi yoktur; buna göre öncü parti modellerinden tamamıyla sıyrılıp hayatın her tarafını bir karşı-iktidar odağına çevirmekten başka yolumuz kalmamıştır’ diyor… Buna karşı Holloway ‘iktidar olmadan dünyayı değiştirmek mümkün ama bunun nasıl olacağını soruyorsanız tek bir cevap verebilirim: bilmiyorum’ der.”

Tartışmalar muhtelif. Tartışmalar çeşit çeşit.

2009 itibariyle post-modernizm, post yapısalcılık denilen düşünce sistematiği kırk yıllık dönemecini tamamlayarak söyleyeceği her şeyi söyledi. Bütün analizlerini yaptı, çıkarımlarını sundu, ayrımlarını işaretledi. Sonrası kendisinin sıkı eleştiri sürecine uğramasıdır. Zaten egemenler cenahı milliyetçiliği körükleyip, Trump tiplemesiyle ulus devleti güçlendirme ( seçim sloganı -Make America Great Again’di- Amerika’yı yeniden büyük yapalım) yönünde kürek çekmeye başladılar. Muhalif hareket Zizek-Badio hattında epeydir “yeniden Lenin’i tartışalım” demeye başlamıştılar zahir. Bazıları “çokluk” eksenli alternatif oluşturma sürecinden söz ediyorlar. Daha etkili bazı isimler sürekli bir “yapıbozum” süreci içerisinde tesadüflere tabii yapılanmalar öneriyorlar. Birkaç yıl içinde “demokratik iktidar”, “Federal Devlet” kavramlarının sürüme girerek tartışmayı renklendireceği kimseyi şaşırtmamalı. Günün sonunda herkes bir çıkış yolu arıyor ama nafile. Çünkü “iktidar her yerdedir.” İktidarın dışı denilen bir yer yoktur. Anti-iktidar da bir iktidar aranjmanıdır! Kanımca iktidar karşıtı mücadele argümantasyonlarının hemen hepsi egemen sınıfların her gün daha da güçlenen iktidar organizasyonlarının neredeyse bakiymiş görünen mevcudiyetini basite alıyor gibiler. Milyarlarca insanın günlük hayatının her zerresine sinmiş iktidar akıntılarına karşı yakın ve uzak gelecekte pratik olarak ne yapılacağına dair birkaç jest göstermek dışında hiçbir şey söyleyemiyorlar. İklim krizi ve milyonlarca insanın teknolojik gelişmelerle “gereksiz yığın” haline geldiğinin tartışıldığı şu ahir zamanda Agemben’in “kutsal insan”ının milyarlarla ifade edilmesinin edebi bir değeri tabiki olacaktır. Ancak “nasıl bir çözüm?” sorusu tüm çıplak şiddeti ile önümüzde dururken anti-iktidardan ziyade bir sürü hastalığa açık olsa da “demokratik iktidar” seçeneği üzerinde düşünmek büyük bir zaruriyete dönüşüyor. Çünkü “yanlış hayat doğru yaşanmıyor.”

Adorno’nun bu cümlesindeki mantık. esas olarak iliklerine kadar Kapitalizm tarafından sindirilmiş bir toplumda bireysel kurtuluşların, üniversite kampüslerinde geçici çözümler oluşturmanın beyhudeliğine işaret ediyordu. Mezkur cümledeki yakıcılık günümüz açısından daha etkilidir. Duygu ve güdülerin bile sömürgeleştirildiği dünyamızda “ben yaptım oldu” minvalindeki çözümlerin imkansızlığı yanında gelecekte daha sarsıcı hayal kırıklıklarının bizi beklediğini de bu vesileyle hatırlatmak gerekiyor. İktidarın yokluğu imkânsızdır ve imkansıza duyulan özlemin nihai durağı hayal kırıklığıdır. Kürt siyasal hareketi eklektik ve iddialı teorik söylemleri ile pratik uygulamalar arasındaki makasın gün geçtikçe açılması yüzünden hayal kırıklığına her zamankinden daha yakın duruyor.

Kürt siyasal hareketinin ana gövdesi önemli oranda “barış”, “demokratik özerklik”, “anti-iktidar”, “bir arada yaşamak” kavramlarına karşı inancı ciddi oranda sarsılmış durumda. Duygusal kopuş güçlü bir dip dalga olarak yüzeyi zorlamaya başladı. Buna rağmen her fırsatın -ki buna en son Rojava’da dahil- devletçi kurumlaşmalar oluşturma yönünde kullanılması demokratik seçenekleri kadük bırakıyor. Her seferinde dönüp dönüp aynı şeyleri yapıp, farklı sonuçlar beklemek bir mantık problemine işaret ediyor. Oysa demokratik seçenekler etrafında yaşamak ve bunları gerçek kılmak için siyasal mücadele yürütmek dışında bir şansımız yok. Aksi halde bize de ait olsa, adı anti-iktidar da olsa o iktidar en nihayetinde bizi/hepimizi yer. Gerçeğin inşaya uğrayacak yanlarının varlığı bize merkezdeki kayayı unutturmamalıdır.

Demokratik iktidar

İdealler herkese şık ve güzel gelebilir lakin sıkça gerçeklerin lahiti haline geldikleri de unutulmamalıdır. Kürt siyasal hareketi de iktidar kavramı üzerinden farkını ortaya koyma şansını kaybetmiştir! Bu durumda farkını ancak demokrasi kavramı ve uygulamaları üzerinden kurabileceği oldukça zorlu bir mecrada egemenin nazarından ve menzilinden azade mekânlar ve düzlemler inşa etmenin kaçınılmazlığıyla karşı karşıyadır. Bu nedenle demokrasi konusu oldukça etraflı bir mevzu olarak son yıllarda gündemi epeyce işgal etmiş durumda. Burada başlıklar halinde bazı belirlemelerden öteye bir şey yapmaktan ötesini başarmak–şimdilik – oldukça zor görünüyor.

  • Bir; demokratik bir iktidar inşa ederken adına “burjuva demokrasisi” denilen hak ve uygulamaların hepsini kapsayacak ve onu yadsıyarak ötesine geçecek bir ferasete sahip olunmalıdır. Öyle “kimse bizden burjuva demokrasisi talep etmesin” deyip en asgari hak ve özgürlüklerin yokluğu kalıcı kılınmamalıdır.
  • İki; “Burjuva Demokrasi”sini aşmak için mümkün olan en yüksek katılım fiili hale getirilmeli ve temsili kurum ve ilişkiler hızla tasfiye edilmelidir. Temsilin insan onurunu zedelediği tüm derinliğine dikkate alınmalıdır.
  • Üç; eşitlik ve özgürlüğün maddi koşulları herkesin yeterli emeği ve liyakati temelinde inşa edilip mental, siyasal, sosyal, psikolojik bariyerlerin tasfiyesi bir mücadele sorunu olarak ele alınmalıdır.
  • Dört; “fark” ve “çokluk” argümanları cinsiyetler dinamiğine uygulanmalı ve farklılıkların eşitliği üzerinden geliştirilecek pratikler cesaretle savunulmalıdır. –sadece kadın ve erkeği kesen tek yanlılığa son verilmelidir-
  • Beş; iklim ve doğanın her unsurunun hakları ve güvenliği bir varlık-yokluk sorunu olarak ciddiyetiyle ve tam katılım düzeyinde ele alınmalıdır.
  • Altı; bu maddelere sürekli ilaveler yapılması bir demokrasi koşulu olarak görülmelidir.

Bu koşulları sıralarken meramım ders verir gibi parmak sallamak değildir. Zinhar! Asgari bir düzeyde bile bu koşullar yerine getirilmediğinde erki elinde bulunduranların niyeti ne olursa olsun iktidarın iyice yozlaşarak oligarşi virajını da dönerek tiranlığa ulaşacağı Antik Yunan’ın en parlak döneminden beri bilinen bir bilgidir. Uzak bir gelecekte hangi sorunlarla karşılaşacağı, ne gibi çözümler üretileceği üzerine fazla lakırdı da bulunmak çoğunlukla falcılık başlığına sığınmaktan kurtulamaz. Ama yakın gelecek şu anımızı geçmişten daha çok şekillendirirken iş başındadır. Bu meyanda iktidarı bir hastalık, zorunlu bir kötülük veya uzak durulması gereken bir durum olarak görmek tarihi ve insan var oluşunu yok saymak ve soyutluklar batağına saplanmaktır. Bu tarz ifadelendirmelerin muhalif düşüncede bir çekiciliğe sahip olduğunu elbette inkâr etmiyorum. Ancak bu çekiciliğin “nihai çözüm takıntısı” veya özlemine dayandığını ileri süreceğim. Nitekim radikal siyasal gelenek bu “nihai çözüm takıntısından” çok zarar görmüştür. Her tür erdemin temsilcisi ve insanlık sorunlarının en köklü çözümlerini getirdikleri iddiasıyla ortaya çıkan devrimci hareketlerin bir süre sonra yerinden ettikleri egemenlere benzemeleri tevekkeli bir durum değildir.

Tam burada önemli bir hususun altını çizerek belirtmek gerekiyor. İddiası ne olursa olsun her çözüm kısmidir ve zamanla diyalektik tamamlayıcılara ihtiyaç duyacaktır.

Gilles Delleuze intiharına yakın bir zamanda diyalektikten kurtulmanın çok zor olduğunu dile getirirken niyeti teorinin sularında çırpınmak değildi. Adı ne kadar problemli olursa olsun Post- Modernizm’den çıkarılacak dersler de önemlidir. Bu başlık altındaki eleştirel pratiklerin eleştirel olarak değerlendirilecek birçok yanı vardır. Ancak her varoluşun karşıtına benzeme kanallarına ısrarla işaret edilmesi hepimizi ve herkesi ilgilendiriyor. Günün sonunda elde kalan diyalektiktir. “İyi” ile “kötü” başta olmak üzere ikili karşılıkları öyle bir yazı ve belge ile bir kenara atamayız. “Güzel” ve “çirkin” ayrımını kullanmadan âşık bile olamıyoruz. Milyarlarca insana ev, su ve gıda sağlayan asgari bir iktidar bugünkü lanet kapitalizmden kat be kat daha iyidir. Teorik bir takla için bu ayrımı reddetmenin varacağı yer gerçeği idealin kefenine sarmaktır.

Hülasa

“Bugünün küresel uygarlığında, zannettiğimizden daha evrenselsek ve asıl tikel kimliğimiz kırılgan bir ideolojik fantaziden ibaretse?” diye soruyor Slovaj Zizek, Ahir Zamanlarda Yaşarken, adlı eserinde.

Sahiden öyleyse?..

Mesel, meseleye biraz da yamuk bakmakta!..


*Yurttaş
Previous post
Adana’da Suriyelilere ırkçı saldırılar: 138 kişinin tamamı serbest bırakıldı
Next post
66 ülke karbondioksit emisyonunu sıfırlamayı taahhüt etti