Ana SayfaManşetDistopya değil gerçeğin dünden bugüne kurgulanışı: Gilead kimin ülkesi? – Fatma Koçak

Distopya değil gerçeğin dünden bugüne kurgulanışı: Gilead kimin ülkesi? – Fatma Koçak

HABER MERKEZİ – Jineoloji Dergisi’nin 15’inci sayısında kadınlar feminist bir demografiyi masaya yatırıyor. Derginin son sayısındaki çalışmalardan biri de Fatma Koçak’ın, feminist-distopya olarak da adlandırılan Margaret Atwood’un “Damızlık Kızın Öyküsü” adlı romanı üzerine kaleme aldığı yazı. Romanın, kökten dinciliğin sonuçları üzerinden kurgulanan bir diktatörlüğü anlattığına dikkat çeken Koçak, bu distopyanın ise bütün distopyalar gibi geleceğe dair bir paranoyayı değil, içinde yaşadığımız gerçeğin ta kendisini dile getirdiğini söylüyor: “Erkek egemen muhafazakâr bir rejimin üremeyle sınırlandırdığı, mahrem örtülerin ardına gizlediği kadın bedenleriyle bize aşina gelen gerçeği…” Koçak’ın yazısını paylaşıyoruz.


Fatma Koçak


Bugünlerde adından sıkça söz ettiren bir kitap, 1985 yılında, Margaret Atwood tarafından yazılan Damızlık Kızın Öyküsü, orijinal adıyla The Handmaid’s Tale. 30 yıl önce yazılan, feminist-distopya olarak adlandırılabilecek romanın bugünlerde adından tekrar söz ettirmesini sağlayan, aynı isimle diziye uyarlanması olduğu kadar çağın getirdiği çağrışımlar da olsa gerek.

1950’lerden sonra Neo-Liberalizmin kendinden menkul özgürlük düşünceleri, günümüzde ise tüm dünyada hızla yükselen sağ popülist siyasetin ve faşizan iktidarların kadın düşmanı söylemlerinin birkaç adım sonrasını göstermesi, oluşan yoğun ilgiyi açıklıyor. Yani distopyalarda felakete ayna tutan dünyalar, bugünkü yaşamımızla, korktuğumuz gelecekle veya bugün dünyanın başka bir yerinde olanlarla benzeşiyor. Kuşkusuz, kapitalizmin “gayri meşru” çocuğu DAİŞ’in Ortadoğu coğrafyasında kurduğu köle pazarları ile sağ popülist faşizan iktidarların kürtajı ‘cinayetle’ eşdeğer tutması arasında derin bir bağ var. İşte bu bağ kitapta geçen Gilead Cumhuriyeti ile yaşadığımız dünyadaki mizojiniyi birbirine bağlıyor.

Bu yazıda anlatılacak olan Damızlık Kızın Öyküsü kitabının edebi içeriği ya da uyarlanan diziye ilişkin değerlendirme olmayacak. Slavoj Zizek’in kitaba ilişkin, “Margaret Atwood’un liberal-müsamahakâr evrenimizin kısıtlamaları konusundaki masalının temel körlüğüdür” eleştirilerine katılmamak mümkün değil. Eleştiri hakkım saklı kalmak kaydıyla, kitap vesilesiyle iktidar, tek tanrılı dinler-kapitalizm ve kadın bedeni üzerindeki kontrol mekanizmaları üzerine güncel bir politik okuma yapmaya çalışacağım.[1]

Adeta kehanetin çağırışımı gibi birçok coğrafyada yüzümüze çarpan ve güncelliğini her geçen gün biraz daha hissettiren kitap için Margaret, “Ben peygamber değilim, haklı olduğum için üzgünüm” diyor.[2] Evet Margaret ‘peygamber’ değil, zira nedenleri ve sonuçları itibarıyla kadın bedeninin kontrol edilmesi ve doğurma özgürlüğünün kadının elinden alınıp erkeğin koşulsuz denetimine sokulmasının uzun bir tarihi var. Oraya girmeden önce okumayanlar için kitaptan kısaca bahsetmek faydalı olacaktır.

Belirsiz bir zaman dilimi… Üremenin hızla azalmasının ve kısırlığın yegâne sorumlusu elbette ki Havva’dan beri ‘günahkâr’ kadındır ve ‘suçlu’ bulunur. Bunun için başvurulacak yöntem ise kadın bedenini kontrol altına alıp onu kuluçka makinesine dönüştürmektir. Dini metinlerin referanslarını arkasına alan erkek aklının yarattığı dünyaya inanan bir grup, darbe yapar ve iktidarı ele geçirir.

“Hristiyan köktencilerin darbesiyle Gilead Cumhuriyeti kuruluyor, başkana suikast düzenlenip Kongre makineli tüfeklerle taranıyor, olağanüstü hâl ilan ediliyor ve ‘İslamcı fanatikler’ suçlanıyor” diye anlatır, Joyce Carol Oates. “Tıpkı George Orwell’in 1984 kitabında anlatılanlar gibi Cumhuriyet, “düşmanlar” ile sürekli savaşarak kendi gücünü pekiştiriyor.”[3]

Kitaba göre, Gilead diye bir ülke kurulur ve bu ülkede verili roller ile herkesin tanrıya -ki aslında iktidara- hizmet etmek için görevleri vardır. Elbette ki bu devlete yasa lazımdır; kollar sıvanır. Önce kadınların mülk edinmesi, çalışması, söz söylemesi ve nihayetinde kendi bedeniyle ilgili söz hakkı ellerinden alınır. En sonunda, kadınlar özgürlüklerini tamamen kaybederler ve bedenleri birer doğurma makinesine dönüştürülür.

Kadınların neredeyse bütün haklarının elinden alındığı, sadece çocuk doğurmak için köleleştirildiği, erkeklerin egemen olduğu dindar bir kesim tarafından totaliter tarzda yönetilen Gilead diktatörlüğüne direnin kadınlar, elbette vardır. Direnen kadınlardan doğurgan olanlar, ülkenin yüksek rütbeli kumandanlarına doğurma makinesi olarak verilir, ‘damızlık’ olarak adlandırılır ve kırmızı pelerinleri ile bir orduya dönüştürülür. Doğurganlığı olmayan kadınlar ise ‘Martha’ olarak isimlendirilir ve giydikleri kıyafetler hâkî renktedir. Sistemi kabul etmeyen ‘baş belası’ kadınlar ise fahişe olarak, genelevlerde toplanır.

Peki ya muhalif olmayan kadınlar? Onlar zaten sistemi gönüllü olarak kabul etmiştir, sistemin çarklarını yürütmekle görevlidir. Gilead, yapısal anlamda ataerkil olmasına karşın, kendisini oluşturan sosyal dokudaki kimi sektörler için kadına ihtiyacı vardır. İşte o kadınların rolü burada başlar. Gilead’ın mimarlarının da pek iyi bildiği gibi etkin bir totaliter sistemi ya da aslında herhangi bir sistemi kurmak için kaldırdıklarınızın yerine yeni çıkarlar ve ayrıcalıklar koymanız gerekir.

Uysal, dini referanslarla ataerkil sistemi gönüllü olarak kabul etmiş ‘iyi’ eşler, mavi kıyafetleriyle arzı endam ederler ve erkekler ‘damızlık’ kadınlara tecavüz ederken kadınların ellerini tutanlar yine bunlar olur. “Gücün kıt olduğu yerde, birazcığı bile baştan çıkarıcıdır”, birazcık güç ya da ceza korkusu ile teyzeler-kıyafetleri kahverengidir- sistemin temel bekçisi olurlar ve buradaki rolleri, köleleştirilen ve doğurma makinesine dönüştürülen kadınların, ‘eğitilmesi’, kurallara uymayarak direnenlerin ise işkence ile yola getirilmesi olarak karşımıza çıkar.[4]

Damızlık adı altında evlere dağıtılan kadınlardan beklenen asıl şey, evinde yaşadıkları kumandanlardan hamile kalıp mümkün olduğu kadar çok çocuk doğurmalarıdır. Kitap, kadınlardan biri olan Offred’in hikayesinin etrafında şekillenir.

Offred, orta sınıf, Amerikalı, beyaz bir kadındır. Feminist bir anneden doğmuş ama geleceğin felaketlerini görmeyecek kadar körleşmiştir.

“…Her zamanki gibi aldırmadan yaşardık. Aldırmamak cehaletle aynı şey değildir, üstünde çalışman gerekir. Hiçbir şey bir anda değişmez: derece derece ısınan bir küvette farkına varmadan haşlanarak ölürsünüz…”[5]

Zaman zaman geçmişle yaptığı muhasebedeki monologları, bize liberal bireyci özgürlüğün sıradan insan duyarsızlığı ile nasıl adım adım hayatları esir aldığının ipucunu verir: “Elbette gazetelerde öyküler vardı, hendeklerdeki ya da ormanlardaki cesetler, ölesiye dövülmüş ya da sakatlanmış, eskiden dedikleri gibi saldırıya uğramış; ancak bunlar başka kadınlar hakkındaydı ve bunları yapan erkekler başka erkeklerdi. Hiçbiri tanıdığımız erkekler değildi. Gazete öyküleri bizim için rüya gibiydi, başkalarının gördüğü kötü rüyalar. Ne korkunç, derdik, öyleydiler, ancak inandırıcı olmaksızın korkunçtular. Aşırı melodramatiktiler, bizim hayatımıza ait olmayan bir boyuta sahiptiler. Gazetelere konu olmayan insanlardık biz. Baskı kenarlarındaki beyaz boş alanlarda yaşıyorduk. Bu bize daha çok özgürlük verirdi. Öyküler arasındaki boşluklarda yaşardık.”

Romanımızın kahramanı Offred, kitabın bir yerinde, “Biz iki bacaklı rahimleriz, hepsi bu” diyor. Kadın, “bunaltıcı düşlerden uyandığı” bir sabah, hiçliğe dönüşmüş olarak buldu kendini. Artık bir adı yoktu, düşüncesi, benliği, arzusu yoktu ama bir rahmi vardı. Yaşamını kolonilere sürülmeden, öldürülmeden, Damızlık Kız olarak sürdürmesini sağlayan rahmi… Artık âşık olmayacaktı, sevmeyecekti, onaylanmış bir dilin ötesine geçmeyecekti. Duvarlara asılmış sıra sıra cesetler, tek gerçeğin savaş ve üreme olduğunu hatırlatıyordu. Özgürlük hatırlanmayacak kadar uzaktaydı.

Her baskı kendi direnişini doğurur. Gilead’da da Mayday diye gizli bir örgüt kurulur ve kitabın kahramanı Offred, bu örgütle birlikte direnişe katılır. İlk etkili eylem ise diğer ülkelerden gelen diplomatlarla yürütülen bir toplantı esnasında, sistemin inşasının temel taşı olan parlamento binasının havaya uçurulması olur. Offred ve aslında romanda geçen tüm kadınlar bir gün kendini keşfe çıkar ve içindeki özgürlük tutkusu, baskı ne kadar yoğun olursa olsun, direnme gücünü verir. “Ordu olmamızı istemiyorlarsa bizi aynı renk giydirmeyeceklerdi” diyen kırmızı üniformalar içindeki rahimler, harekete geçer. Offred, sloganı ise gizli saklı bir yerde bulur ve çıkarır: “Bu piçlere kendini ezdirme.”[6]

Dizi aslında Amerika’yı yeniden keşfetmiyor. Margaret Atwood’un New York Times’da yazdığı gibi, “Kadınların ve bebeklerin kontrol edilmesi bu gezegen üzerindeki tüm baskıcı rejimlerin özelliğidir.” Ataerkil iktidar mücadelesinin verildiği ilk mikro alan olan beden, Margaret’in hayalini ürettiği Gilead Cumhuriyeti’nde de kontrol edilmeye çalışılır.

Kitapta geçen distopyanın günümüz dünyasındaki gerçekliğine değinmeden önce dini referanslarla kadın bedeninin kontrol edilmesinin ataerkil tarihi başından itibaren nasıl şekillendiğine bakmakta fayda var. “Tek tanrılı dinin genesis koşullarına ve ‘yaratılış’ öykülerine bakıldığında, can alıcı noktanın, kadının doğurganlığı dolayısıyla var olan can verme gücünün ‘ideolojik’ olarak elinden alınıp tek tanrıya ve onun aracılığıyla ‘yeryüzü erkeğine’ aktarılması olduğu görülür.”[7] Fatmagül Berktay’ın bahsettiği bu dönüşümün kadınlar açısından en olumsuz sonucu, kadının, fiziksel olarak elinden alınamayan doğurganlığının küçümsenmesi ve soyu üretme yetisinin karşısına erkeğe özgü olduğu öne sürülen kültür yaratma yetisinin çıkarılması; bu amaçla kadın bedeninin “kirli” sayılarak lekelenmesi, dolayısıyla da denetlenmesinin meşrulaştırılmasıdır.

Tanrıça kültünün hâkim olduğu aşağı Mezopotamya’da, ataerkil toplum düzeni, kent devletlerinin doğuşuyla birlikte şekillenmeye başladı. Bu geçiş döneminin ideolojik altyapısını hazırlayan kuşkusuz, tek tanrılı dinlerdi. Bu sürece eşlik eden ideolojik gelişmeler ise iktidarın, otoritenin ve hiyerarşinin erkeğin tekelinde meşrulaştırılması ve bu arada mülkiyetin miras yoluyla babadan oğula geçmesini güvence altına alan, dolayısıyla da kadın cinselliğinin ve doğurganlığının denetimini erkeklere veren ataerkil ailenin kurumlaşması ve yasalara geçirilmesiydi. “Kadın, yeryüzü devletinin üyesi olarak oynadığı cinsel nesne rolüyle lanetlenirken, tanrı devletinde doğal görevi olan kocasına yardımcılık ve çocuklarına bakıcılık rolüyle de yüceltilir. Böylece, kadın yalnızca erkeğin mutlak karşıtı olmakla kalmamakta; kendi kendisine karşı da Lanetli Havva ve Kutsal Meryem Ana olarak, onulmaz bir biçimde bölünmektedir. Ana Tanrıça kültünün bastırılıp kadının özgür cinselliğinin günaha dönüştürülmesi süreci, böylece, hükmünü yürütmeye devam etmektedir.”[8]

Tanrı-devlet-erkek sürecinde bedeni kontrol altına alınan ve erkeğin sömürüsüne ve soy sürdürmenin aracına dönüştürülen kadın bedeni üzerindeki denetimi tarihin sonraki çağlarında da artarak ve farklılaşarak devam eder. Yukarıda Fatmagül Berktay’ın bıraktığı yerden bu farklılaşmayı sanırım en iyi anlatan Abdullah Öcalan’ın Demokratik Uygarlık Manifestosu kitabının ikinci cildindeki şu çarpıcı cümlelerdir:

“Tüm uygarlık tarihinde olduğu gibi, en acımasız dönemini kapitalist uygarlık aşamasında yaşamaya başlayan ‘ekonomisiz kılınmış kadın’ gerçeği, en çarpıcı ve derinlikli toplum çelişkisi haline gelmiştir. Kadın nüfusu ezici olarak işsiz bırakılmıştır. Ev işleri en zor işler olduğu halde, beş metelik değer etmemektedir. Çocuk doğurma ve yetiştirme hayatın en zor işi olduğu halde, sadece değer etmemekle kalmamakta giderek başa bela olarak düşünülmektedir. Hem ucuz, işsiz, çocuk doğurma ve bin bir zahmetle büyütme makinesi, hem ücretsiz ve hatta suçludur! Kadın, uygarlık tarihi boyunca toplumun zemin katına yerleştirilmiştir. Ama hiçbir toplum kapitalizmin yürüttüğü ve çok sistemli hale getirdiği istismarı geliştirme gücünde olamamıştır. Bu sefer kadın sadece zemin katta değil, tüm katlarda eşitsizliğin, özgürlüksüzlüğün, demokrasisizliğin nesnesidir!”[9]

Neo-liberal politikaların çökmesi ve kapitalizmin buhranı ile ortaya çıkan ekolojik felaketler ve insan eliyle yaratılan savaşlar, popülist, cahil, maço siyasetin hemen hemen her ülkede iktidar olmasına ve bunların ilk iş olarak kadınların bedeni üzerinde söz söyleme hakkını kendinde görmesine alan açmıştır. ‘Spekülatif kurgunun gerçeğe dönüşmesi’ şeklindeki kitap kehaneti, sahiden de gerçekte yaşanılanları işaret etmektedir; ataerkil iktidarın yani diğer adıyla ‘kurnaz adam’ın ilk icraatlarından biri kadın bedenin kontrol altına almak olur. “Şu kadar çocuk doğurun”, “Şu meslekleri yapmayın”, “Şu kıyafetleri giymeyin”,şeklindeki buyruklar uzayıp gider. Bu kehanet diğer taraftan, her gün televizyonlardan, gazetelerden, sosyal medyadan üzerimize dökülen zehirleşmiş erkek dilinin temsiliyet bulduğunun da lanetidir.

Hatırlatma olsun diye birkaç ismi burada anmak gerekirse; Brezilya Devlet Başkanı Jair Bolsonaro, kadınlarla erkeklerin eşit ücret almasına karşı olduğunu açıkça söyleyerek, muhalif kadınları tecavüzle tehdit etti; ABD Başkanı Donald Trump’ın partisi Cumhuriyetçi Parti, birçok eyalette kürtajı yasakladı. Trump ise defalarca kadınları bedenleri üzerinden aşağılayarak, siyasette yerleri olmadığını söyledi; Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Rus kadınlarının ev işlerine yönelmesi gerektiğini belirtirken, ülkede son çıkan yasa ile aile içi şiddet ve tecavüz suç olmaktan çıkarıldı. Putin’in 8 Mart’da verdiği mesaj ise oldukça ironik bir gönderme içermekteydi: “Her konuda başarılısınız: hem işte hem evde ve aynı zamanda güzel, karizmatik, büyüleyicisiniz, tüm aileyi sevginizle bir arada tutan ağırlık merkezisiniz. Muhteşem Rus kadınlarının katkısı olmadan ülkemizin tarihini ve gelişimini tahayyül etmek zor.”; Filipinler Devlet Başkanı Rodrigo Duterte, muhalif kadınlara tecavüz eden askerleri yargılamayacağını duyururken, “Sizi çocuk doğurduğunuzda seviyorum” diyerek kadınlara hakaret etmişti. Bu konuda listenin en kara yerinde duran ise Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’dır. Kendisinin “Bir tane kız mıdır, kadın mıdır bilemem. Kadına şiddet abartılıyor. Ben zaten kadın erkek eşitliğine inanmıyorum. Kürtajı bir cinayet olarak görüyorum. En az 5 çocuk doğurun…” şeklindeki sözleri uzayıp gider; İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, kadınlara önce 3, sonra 5, ardından ise geçtiğimiz aylarda 12 çocuk doğurmalarını dini referanslarla, “12 imamın mührünü rahminizde taşıyın” sözleriyle buyurdu. Ülkede geçtiğimiz günlerde ise mollalar “doğum cihadı” ilan ederek kadınların çocuk doğurma makinesine dönüştürülmesinin fetvasını verdi.

Bu konuda, yazarın, kitabına ilişkin verdiği bir röportajda geçen cümleler tabloyu özetliyor. Margaret, hikâyenin yıllar sonra yeniden popülerleşmesini yükselen sağ popülizme vurgu yapan şu sözlerle açıklıyor: “Kitapta karakterlerin söylediği bazı cümleleri hayatta başkalarından da duyarsınız. Kitabın yayınlandığı 80’lerin ortasında, şimdikinden daha az geçerliydi bu.”

Damızlık Kızın Öyküsü 20. yüzyıl sonlarında ortaya çıkan bir edebiyat ürünü. Public Radio International’ın To the Best of Our Knowledge programına röportaj veren Margaret Atwood’a ‘Bunu nasıl öngördünüz?’ diye soruluyor ve Margaret “İnsanlar, özellikle gençler, gelecek konusunda kendilerini tedirgin hissediyorlar. Daha fazla sosyal istikrarsızlığın olduğu bir gelecek öngörüyorlar” diyor. Yazar, iklim konusunda felaket senaryolarının ele alındığı bilimkurgu yapıtlarının çokluğunu işaret ederek bu tür kurguların insanların korktukları yerden doğduğunu belirtiyor. Bu açıdan baktığımızda dünyada yükselen sağ popülizmin insanların kaygılarını tetiklediğini düşünmek de grafiğin yükselişini bu bilgiyle değerlendirmek de mümkün oluyor.

The Handmaid’s Tale, kökten dinciliğin sonuçları üzerinden kurgulanan bir diktatörlüğü anlatıyor. İktidarın baskı aracına dönüştürülen dinlerden birini çıkarıp yerine diğerini koyduğumuzda ise sistemin değişmediğine, yakın tarihli Ortadoğu coğrafyasında tanıklık ettik. 2014 yılından itibaren Müslüman köktendinciliği referans edinerek Ortadoğu coğrafyasında halklar ve özelde kadınlar üzerinden terör estiren DAİŞ’in uygulamaları uzak bir distopya değil, yaşanmış kötü bir örnek olarak karşımızda, hafızalarımızın en yakın yerinde duruyor.

DAİŞ’in Musul’u ele geçirmesi, 3 Ağustos 2014’de Şengal’e saldırısı ve ardından Kobanê ile devam eden silsilede, Kürt-Ezidî kadınların köleleştirilerek, pazarlarda ‘cariye’ adı altında satılmasındaki tek fark, kırmızı kostüm yerine giyilen siyah çarşaftan başka bir şey değil. Kaçırılan 7 binden fazla kadının her birinin esaret hayatı, Offred’in hikayesinden çok da farklı olmasa gerek.

Avlusunun dışına çıkması haram kılınmış, tanrının cennet vaadine karşılık yeryüzündeki temsilcisi erkeğin gönüllü kölesi olmuş ‘iyi eş’ler Gilead’da değil ama Rakka’da yaşadı. Ve hatta bu kadınlar El Hansa Tugayı kurup bir manifesto yayınlayarak sistemin gönüllü köleleri olduğunu duyurdu: “Kadın Adem’den, Adem için yapılmıştır. Bunun ötesinde yaratıcısı, kocası için eş olmaktan daha büyük bir sorumluluğu olmadığını hükmetmiştir. İyi bir eş ve Müslüman nesiller için çocuklar yetiştirmek sizin asil görevinizdir.”

Ya da Gilead’ta sistemin bekçiliğini yapan ‘teyze’lerin yerine DAİŞ’in işgali altındaki bölgelerde kurulan maddefelerde (kadın misafirhanesi) ‘mama’ları koyalım. Kendi başına bir evde yaşama şansı olmayan ve esir kampı niyetine maddefelere doldurulan bu kadınları, sadece ve sadece camdan baktığı için ‘göz zinası yapmaktan’ kırbaç cezasına çarptıran ‘mama’lar ile yolda yabancı birine selam verdiği için ‘nefs’ terbiyesi adı altında kadınların gözünü çıkaran ‘teyze’ler, bize distopyayı değil, direkt kâbusun çağımızda yaşanan halini anlatıyor.

Yine son 4 yıldır dünyanın hemen hemen her köşesinde kadınların kürtaj yasağına karşı eylemleri ve “Benim bedenim benim kararım” sloganı ile The Handmaid’s Tale’daki damızlık kadınların kostümlerini giyerek yürümesi tesadüf değildir. Günümüzde birçok sağcı liderin benzer yasak girişimlerini, kadın bedeni üzerinde otorite sağlamaya çalışan politikaları ve erkek egemen duruşlarını görebilmeniz mümkün.

Margaret Atwood’un distopyası Damızlık Kızın Öyküsü, bütün distopyalar gibi geleceğe dair bir paranoyayı değil, içinde yaşadığımız gerçeğin ta kendisini dile getiriyor; erkek egemen muhafazakâr bir rejimin üremeyle sınırlandırdığı, mahrem örtülerin ardına gizlediği kadın bedenleriyle bize aşina gelen gerçeği…

Ve son söz niyetine, Margaret’in kitaba ilişkin şu bu değerlendirmesi ile bitirelim: “Ne zaman Damızlık Kızın Öyküsü’nün gerçekleşmesi ihtimalini sorsalar, her zaman kendime kitapta iki tane gelecek olduğunu hatırlatırım ve eğer ilki gerçekleşirse, belki ikincisi de gerçekleşebilir.”[10]


[1] Slavoj Zizek, “Margaret Atwood’un eseri, başka insanların acısından keyif alma ihtiyacımızı tasvir ediyor”, Independent Türkçe, https://www.independentturkish.com/node/72376/yazarlar/margaret-atwoodun-eseri-başkainsanların-acısından-keyif-alma-ihtiyacımızı e.t. 6 Ekim 2019

[2] Jennifer Keishin Armstrong, “Damızlık Kızın Öyküsü neden hala güncel?”, BBC Türkçe, https://www.bbc.com/turkce/vert-cul-43910758 e.t. 6 Ekim 2019

[3] Joyce Carol Oates, “Margaret Atwood’s Tale”, The Newyork Review Of Books, https://www.nybooks.com/articles/2006/11/02/margaret-atwoods-tale/ e.t. 6 Ekim 2019

[4] Margaret Atwood, Damızlık Kızın Öyküsü, Doğan Kitap, Birinci Baskı, İstanbul, 2017, sf. 379

[5] Margaret Atwood, a.g.e., sf. 77

[6] Margaret Atwood, a.g.e., sf. 234

[7] Fatmagül Berktay, Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın, Metis Yayınları, Birinci Baskı, İstanbul, 1996, sf. 10

[8] Fatmagül Berktay, a.g.e., sf. 139

[9] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu, Kapitalist Uygarlık-Maskesiz Tanrılar ve Cı̧plak Krallar Ca̧ gı̆, Amara Yayıncılık, Birinci Baskı, İstanbul, 2015, sf. 112

[10] Röportajın tamamı için bkz. “Margaret Atwood Anlatıyor: Damızlık Kızın Öyküsü Nasıl Yazıldı?”, Çev. M. Gizem Erkol, Oggito, https://oggito.com/icerikler/margaret-atwood-anlatiyor-damizlikkizin-oykusu-nasil-yazildi/64127 e.t. 6 Ekim 2019




Önceki Haber
Muş'taki Meryem Ana Kilisesi definecilerin hedefinde
Sonraki Haber
Vapurda kadınlara cinsel tacizde bulunup serbest bırakılan erkek hakkında hapis istemi