Ana SayfaYazarlarBircan DeğirmenciHepsi sinema işte!

Hepsi sinema işte!


Bircan Değirmenci


İlkbahar gelmiş, Dersim’in heybetli dağlarındaki buzlar yavaş yavaş çözülmeye yüz tutmuştu. Yola çıkma zamanıydı. Sürü hazırlanmış, çadırlar, yataklar, erzaklar katırlara yüklenmişti. Göçebe bir topluluktu Şavaklar. Dersim’in dağlıları da denirdi onlara. İlkbaharda başlayan yayla yolculukları sonbahar bitimine kadar devam eden, kendi içerisinde bir döngüsü olan büyülü bir hayattı bu. Kış bastırdığında köylerine gelip yerleşik hayata geçtiklerinde yanan odun sobasının sıcaklığına annesinin anlattığı hikayeler eşlik ederdi. Ara sıra köylerine ziyarete gelen şehirliler onlara çok modern ve ilginç insanlar olarak gözükürdü. Onlarla konuşmaya çekinir, konuşmak zorunda kaldığında ise utancından kıpkırmızı kesilirdi.

Ailesindeki okuma oranı Türkiye ortalamasının üzerinde olan 8 kardeşin en küçüğüydü. Ağabeyi ve ablaları büyük şehirlerde üniversite okuyordu. Antep’te Elektronik Mühendisliği’nde okuyan ablasının yanına gönderildiğinde 16 yaşında lise son sınıf öğrencisiydi. Babasının onu Antep’e gönderme niyeti başkaydı. Kızının Sünni bir erkekle ilişkisini duymuş, deliye dönmüştü. Onu durumu kontrol etmesi ve söylenenlerin doğru olup olmadığına ilişkin bilgi vermesi için göndermişti. Bir nevi işbirliği teklifiydi.

Günün birinde iyi bir müzisyen olma hayaliyle severek çaldığı bağlamasıyla Antep’e geldiğinde ilk defa büyükşehirle karşılaşmıştı. Ablasının erkek arkadaşıyla tanışmış ve onu çok sevmişti. Sadece onunla değil sol görüşlü bir çevrede olan ablasının diğer arkadaşlarıyla da kaynaşmıştı. Politik bir ortamdaydı, sürekli kitaplar okuyordu. Elbette ablasına ilişkin babasına herhangi bir bilgi vermemişti. Bir gün evde yalnızken kapı çalındı, sürpriz ziyaretçinin babası olmasına pek de sevinemedi. Babası onu karşısına alarak sorguya başladı, söylentilerin doğru olduğunu inkar etmedi. Babası hiç tepki vermedi. Olacakları merakla bekliyordu. Babası sakince yerinden kalkıp duvarda asılı olan bağlamayı tek hamlede kafasına geçirdi. Kafasında parçalanan sadece bağlama değil aynı zamanda kafalara yerleşen önyargılardı. Yaşadığı tüm tanıklıkları, duyduğu hikayeleri sonradan filmlerinde gördüğümüz Kazım Öz’den bahsediyoruz.

Ablam kaçarak evlendi. Ailede gayet sevilen bir eniştemiz var. Dersim dışına çıkmam görev icabı olmuştu ama o göreve sadık kalmadım. Bir aykırılık o zamandan başladı.”

Lise son sınıfı Antep’te okurken din dersinde dönemin sol ruhuyla yaptığı tanrı ve varoluş tartışmalarından dolayı tek dersten sınıfta kaldı. Üniversite sınavına girip Yıldız Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği’ni kazanmıştı. Ancak girdiği tek ders sınavını da kazanamadığı için kaydını yaptıramamıştı. Ardından tek dersi olsa dahi üniversite sınavını kazananların kayıt yapabileceğine ilişkin bir yasa çıktı.

Bir rivayete göre Meclis’te oğlu aynı durumda olan biri varmış galiba. Sonra yasa geçmiş. Neyse ki ‘’din dersi hariç demediler.” (Gülüyor…)

İlk kez geldiği İstanbul’a adım attığında 1991 yılıydı. Kürtler açısından her anlamda olağanüstü bir dönemdi. Üniversiteler tam manasıyla kaynıyordu.

Hem karanlık hem aydınlanma dönemiydi aslında. Antep’te başlayan süreç ulusal anlamda ve politik kimliğim açısından benim için devam etti. Kendimi tanıdığım, geliştirdiğim, sanatla tanıştığım yıllara denk geliyor.”

İstanbul’a adapte olmakta biraz zorlansa da üniversite okuyan ağabeyi ve ablasının yanına geldiği için şanslıydı. Okulda, Bahoz’daki Cemal’in bunalımını yaşadı.

Kendini yabancı hissetme durumu, dünyayı anlama çabası, Dersimli olduğun için sol fikirlerle geliyorsun. Üniversite öğrencilerinin duruşuna olan sempatin var. O aynı zamanda besliyor da beni. İstanbul’a gelip belli bir süre kaldıktan sonra Dersim’in anlamı benim için daha çok değişti. Oraya başka bir gözle bakmaya başladım. Ülke duygum oluştu. Okudukça, kendimi tanıdıkça, toprakla olan bağımın anlamı değişti.”

MKM ile kimlik bulma

Üniversite ikinci sınıftayken Kürt dili, kültürü ve sanatına ilişkin çalışmaların yapılacağı bir merkezin açıldığını duymuştu. Tarlabaşı’nda eski bir binada açılan yer Mezopotamya Kültür Merkezi’ydi (MKM). Kendisi gibi üniversite öğrencisi olan kuzeniyle birlikte binanın yolunu tutmuşlardı.

Kürtler hakkında sanat, edebiyat, bilim ve kültür üzerine çalışmalar yapan böyle bir kurumun açılması bizi heyecanlandırmıştı. Biraz da sosyalleşmek amacıyla gitmiştik. Gider gitmez kurumdaki folklor, tiyatro, sinema bütün bölümlere kayıt yaptırdık (gülüyor). Tiyatro kursuna da yazıldıkları için derslerin görüldüğü bodrum katına inmeleri gerekmişti. Oraya inerken önce önce ayaklarınız, sonra bacaklarınız daha sonra yavaş yavaş gövdeniz ve son olarak kafanız gözüküyordu.

Aslında ben bu girişi biraz sanatla tanışmama benzetiyorum. Önce bilmeden sadece fiziksel olarak katıldım. Daha sonra kafamı da katmış oldum. MKM ile birlikte kendi gerçek kimliğimi bulma sürecini yaşadım. Ulusal kimlik ve kültür orada şekillendi.”

Aşağıda Cemil Hoca’nın eşlik ettiği kursiyerler Türkiye’de oynanan ilk Kürtçe oyun olan Mişko adlı tiyatro metninin masa başı çalışmasını yapıyordu. Hayatı boyunca ne tiyatroya ne de sinemaya giden Kazım 6 aydır bu oyunu çalışırken bulmuştu kendini.

Tiyatroyu bırak bir kişinin karşısında konuşmaya bile utanıyorum. Ben bir kadınla değil erkekle bile konuşurken kızarırdım. Aslında bununla hesaplaşmaya çalışıyordum. Belki de tiyatro bunun için bir araçtı. Onu hissettim. O süreçte sahneye çıkmamız gerekiyor ama daha bir tiyatro izlemeden tiyatro yapmaya çalışıyoruz. Gidip bir oyun izleyelim en azından tiyatro nasıl yapılıyor görelim dedik.”

9 aylık çalışma sonucunda artık oyun çıkmıştır. Gala, Ortaköy Kültür Merkezi’nde yapılacaktır. Lakin galaya 13 gün kala öğrenci arkadaşlarıyla birlikte katıldığı bir devrimcinin cenaze töreni nedeniyle gözaltına alınır ve galaya yetişemez. Bir sonraki oyun ise yönetmen yardımcılığını yaptığı Rojbaş oyunudur. 5 yıla yakın bir süre tiyatroda oyunculuk ve reji gibi alanlarda çalışır. Böylece yönetmenlik deneyimi başlamıştır.

Sadece tiyatroyla değil sinemayla tanışması da çok geç olmuştur. Üniversite ikinci sınıftayken sinema salonunda ilk izlediği film Kevin Costner’ın oynadığı Kurtlarla Dans’tır. Büyülenmiştir.

Üniversite, sanat ve siyaset üçgeninde kendi içerisinde tartışma yaşadığı yıllardır. Yavaş yavaş netleşir. Tiyatrodan sinemaya geçiş zor bir karardır onun için.

Sahne mi? Kamera mı? Sinema izledikçe ikna olmaya başladım. Özellikle sinema tarihinde çok önemli filmleri izleyince sinema yapmaya karar verdim.”

Yeşim Ustaoğlu’yla “Güneşe Yolculuk” filmi sırasında tanışır. O filmde yönetmen yardımcılığı yapar, bu da sinemanın pratik kısmını tanıması için çok önemli bir deneyimdir.

Prodüksiyon, mekan, senaryo açısından bir film nasıl çekilir öğrenmiş oldum. O filmin bir anlamda jokeri gibiydim. Tiyatrodan sinemaya geçişte o film bir köprü oldu. Ön hazırlıkta çok yoğun bulundum. O da benim için bir dönüm noktası oldu. Kafamdaki bazı soruların cevabını buldum. O filmde MKM’den biz bir grup arkadaş bulunmuştuk. Oyuncular bizdendi, sette ben ve Özkan Küçük vardık.”

Filmden kazandıkları parayla köy boşaltmaları anlatan kısa metrajlı Ax filmini çektiler. Bu film onları daha görünür kılmıştı. İlk çalışma olmasına rağmen çokça festivale gidip ödüller aldı. İlk gösterimi Milano Film Festivali’nde olan Ax En İyi Film ödülü aldı.

Ax ile birlikte MKM’de sinema birimi oluşturuldu. Bu birim dışarıya eğitim veren, çeşitli atölye çalışmaları yapan aynı zamanda üretimde bulunan yıllarca sürecek bir yapılaşmaydı. Şu anda Kürt ve Türk sinemasında hem oyuncu hem teknik ekip açısından yetişen sinemacılar oldu. Hüseyin Karabey, Özcan Alper, Ahu Öztürk, Özkan Küçük, Sami Mermer gibi yönetmenler, oyuncular hatta bazı dizilerin başrol oyuncuları o tedrisattan geçenlerdi.

İlk uzun metraj: “Fotoğraf”

Sinema biriminin ilk uzun metrajlı filmi bir savaşın karşıt saflarına giden iki gencin aynı otobüsün yan yana koltuklarında tesadüfen çakışan öykülerinin anlatıldığı Fotoğraf filmiydi.

2001 yılında küçük bir prodüksiyonla yaptıkları bu film Türkiye’de vizyona girdi. 4 kopyayla gösterime giren filmin 25 bin seyircisi oldu. Avrupa’da da vizyona koyulan film çok iyi reaksiyonlar aldı.

Ardından kendi köyünün hikayesi olan “Dûr” adlı kişisel belgeseli çekti.

O da belgesel anlamında bir alan açtı bize. Belgesel yapabileceğimizi, belgeselin Kürtler açısından hem Türkiye hem dünyada dolaşımı açısından çok daha önemli bir alan olacağı tartışmaları oldu. O belgeseli ARTE gibi dünya çapında bir televizyon gösterince daha çok ilgi gördü.”

Tartışmalı film “Bahoz”

Üniversiteye geldiğinde tanık olduğu olayları ve gözlemlediği durumları anlatan Bahoz filmini çekmeye karar verdi. Bu onların en büyük prodüksiyonuydu. Dönem filmi olduğu için gerek oyuncu kapasitesi, gerek prodüksiyon gerekse mekanlar açısından gerçekten çok zordu.

Benim açımdan o döneme dönük borcumu ödemek gibi bir şeydi. Bir çoğunun hayatını kaybettiği çok değerli arkadaşlarla tanışmıştık. Onların anısına düşündüğüm bir şeydi. O açıdan gerçekten ruhumla, bedenimle kendimi verdiğim bizi çok yoran da bir işti. Büyük oranda iyi oldu ama kurumsal olarak bazı tartışmalar yaşandı. Mesela bu filmin bazı yönlerinin yanlış olduğu, gösterilmemesi gerektiği belirtilerek filme dönük ciddi eleştiriler oldu. Kimisi çok destekledi, kimisi de çok karşı geldi. Bir bölünme yaşandı. Karşı tepkiler gelişti.”

Bahoz’dan sonraki bu tartışmalı süreç Kazım için bireysel üretimin başladığı bir dönem oldu.

Dersim’in ötekileri “Şavaklar”

Bahoz’la eş zamanlı olarak yürüttüğü kendi çocukluğunun geçtiği göçebe hayatı anlatan Şavaklar adlı belgeseli tamamladı.

“Şavaklar” Bahoz’dan önce başlamıştı ama Bahoz araya girdiği için Bahoz’dan sonra bitti. Dört mevsim belgesel olduğundan uzun yıllara yayıldı. Hatta hem dağıtım hem de enerji açısından Bahoz’un gölgesinde kaldı film. “Şavaklar” ARTE tarafından finanse edilmişti. Ama onlar o parayı Bahoz’a harcamışlardı.

Sadece gecikti ama çok beğendiler. ARTE, Şavaklar gibi bir film daha çekmek istedi benimle ama yeni bir kurmaca film çekmek istediğimden cevap veremedim. Şavaklar da belgesel damarın bir adım daha ilerlemesine sebep oldu. Orada gördüğünüz hayat benim çocukluğumun geçtiği yerlerdi. Dersim’in de ötekileri diyebileceğimiz bir göçebe toplumunun hikayesi. Bunlar kışın sadece köydeler ama baharda yollara çıkar sonbaharda tekrar dönerler. Kendi içinde bir ekosistemi olan bir hayat.

Ben o hayattan modern hayata geldiğimde bu farkı çok gördüm. O gerçekliği anlatmak istedim o filmde. Ciddi bir ses getirdi. Dünya çapında en çok dolaşan film oldu. Birçok festivalin açılış filmi oldu. Vizyona girdi, kurmaca filmlerle yarıştığı dönemler oldu. Mesela Paris’te bir film festivalinde 10 tane yarışan film vardı. Hepsinin bütçeleri yazılıydı. En az 1 milyon Euro’luk filmlerdi. Biz 10 bin Euro’ya yapmıştık. Öyle bir temsiliyeti oldu bizim açımızdan.”

Dûr ve Şavaklar’daki çizgiyi devam ettirdiği, mevsimlik işçileri anlatan “Bir varmış bir yokmuş” adlı belgeseli ise El Cezire televizyonu için yapmıştı.

“Şavaklar’a göre biraz daha kurmaca hissinin içinde olduğu dramaturgi olarak sinemasal yanı güçlü olan bir işti. Batmanlı bir ailenin üç mevsimdeki Ankara’ya gidip bir tarlada çalışma hikayelerini anlatıyordu.”

Beyaz Çınar: Zeynel Kahraman

Belgesel çalışmaları Beyaz Çınar ile devam etti.

Sinemaya başladığından beri arşive önem veren Kazım Öz, herhangi bir projeye dönüşmese de kendisi için önemli olan şeyleri kaydedip arşivliyor.

Mesela Dersim 38 ile ilgili yıllardır tanıklar ölmeden kaydetmek üzere çeşitli kayıtlar yapıyorum. Dersim’de tam olarak dengbêj diye adlandırılmasa da dengbêj diyebileceğimiz Zeynel Kahraman’ın varlığını duymuştum. 2004 yılında kaydetmeye başladım. Yıllarca yanına gidip geldim. Dersim en çok asimilasyonun yaşandığı ve sonucun en çok alındığı yer olmasına rağmen kendi kültürüyle hala yaşayan, yüzlerce bestesi olan, sadece sanat değil zanaat konusunda da çok yetenekli bir kişiydi.

Sonra bu aile içinde bir yolculuk yaptım. Beyaz Çınar böyle çıktı. Çeşitli festivallerde özel gösterimler yaptık. Gösterim olanağı en az olan işimiz bu oldu. O da biraz Zer’in gölgesinde kaldı. Benim yaptığım belgeseller mutlaka bir uzun metrajın gölgesinde kalıyor.”

Bir şarkının peşinden: “Zer”

Dersim’de Dûr filmini çektiği sırada Naciye adında yaşlı bir kadınla konuşurken bir şarkı söylemesini ister Kazım. Kadın da Zer şarkısını söylemeye başlar, Kazım kayıttadır. İki kıta söyledikten sonra “Senin kasetin bu şarkıya yetmez” diyerek kalkıp gider. Ekran boş kalır. Kazım şarkının tamamını merak edip bir başkasına sorar o da aynı şarkıyı farklı sözlerle söyler. Yine başka bir köyde farklı bir melodi ve farklı sözlerle başka bir köylü söyler.

Aslında ilk kıvılcım böyle oluştu. Bir efsaneye dayalı bu Zer şarkısını bir dönem aradım. Fikir buradan gelişti. Acaba bunu arayan bir karakter üzerinden kurmaca bir şey mi yapsam diye. Derken bu Dersim tarihiyle, Dersim coğrafyasının gerçeğiyle, Alevilik ve Kürt meselesiyle birleşti. Giderek büyüdü yani.”

Filmin ön hazırlığını yaptığı dönem Türkiye açısından da daha ılımlı politik bir atmosferin olduğu dönemdi. Çözüm süreciydi. Filmi yapmak için Kültür Bakanlığı’na yaptığı başvuru kabul edilmiş filme destek çıkmıştı. Bahoz filminden kaynaklı siyaset ve sanat tartışması konusunda MKM ile bir konsensüs yakalayamamışlardı. Sanatın özgünlüğünün korunması gerektiğini düşünüyordu. Filme Bakanlık tarafından verilen destek de tartışmalara yol açmıştı.

Bu desteğin olmaması gerektiğini düşünenler vardı. Kimisi de ‘hayır biz bu ülkede yaşıyorsak, vergi veriyorsak almamız gerekir’ diyordu. Birbirimizi ikna edemeyince bireysel çalışmaya karar verdim. Zer’i bitirdik.”

Zer filminin çekimleri bitince çözüm süreci de bitmişti. Film bu süreçten sonra ortaya çıkınca Bakanlık destek verdiği filmdeki bazı sahneleri çıkartmak istedi. Kazım buna karşı çıktı.

Bu görüşmelerde baktım çözüm olmuyor. Ben çıkarayım ama yerine siyah sahneler koyarak en azından sansürü ifşa edeyim dedim. Yoksa film vizyona da girmeyecek. Komisyon tekrar toplandı ve o siyahlarla geçti. Sahne süresi boyunca siyah kaldı. Hatta denetim komisyonu arayıp, ‘Sen emin misin biraz uzun, seyirci sıkılmaz mı, filme de zarar verir’ dediler. Ben de ‘yok, kalmalı’ dedim. O sahneler oradan çıktığına göre bir belge de olmalıydı.”

İstanbul Film Festivali’ndeki dünya prömiyerinde bir adım ileri gidip, altyazı olarak ‘Şu anda bu sahneleri Kültür Bakanlığı’nın sansürü sebebiyle izleyemiyorsunuz’ diye bir ibareyle gösterildi film. Ve kıyamet koptu. Seyirci ilk kez sansürle direkt karşı karşıya gelmişti.

Aslında sansürün anlamı buydu. Şu an siz bir şey izliyorsunuz, bir yerde sahne vardı ve çıkarıldı. Çünkü bugüne kadar sansürlenen sahneler çıkarıldı, bununla ilgili en fazla bir haber çıktı. O sahneler de genelde izlenmeyip çöpe atılmış gibi oldu. Böyle olunca seyircinin ciddi bir tepkisi oldu. Protesto eden, alkışlayan, ıslıklayanlar oldu.

“Komite o hafta yeniden toplandı. Eski kararını kaldırdı. Filmin vizyonunu durdurdu, izni iptal etti. Siyahsız bir şekilde gösterebileceğimi söylediler. Yani bir saniye bile siyah olursa filmin komple yasaklanacağı noktasına geldiler. Ben de zaten sansür meselesi ifşa olduğu için siyahsız gösterime karar verdim. Siyah için epeyce mücadele ettim ama. Sarı, kırmızı, yeşil için yıllarca mücadele ettik de siyah için mücadele edeceğimi hiç düşünmemiştim (gülüyor).”

Şimdilerde “Bir Kar Tanesinin Ömrü” adında kırık bir aşk hikayesi üzerine çalışıyor. Filmde milliyetçiliği ve erkek egemenliğini bu aşk hikayesiyle anlatıyor. Şu anda oyuncu baktığı, senaryo üzerinde hala değişiklik yaptığı film Karadeniz ve Dersim’de geçiyor.

Erkek Dersimli, kadın Karadenizli. Film için hem bütçe hem de para arıyorum. Savaş karşıtı bir iş. Yaşanan gerilimlerden dolayı yaşanamayan bir aşkı anlatıyor.”

Senaryo yazarken savunma yazmaya başlar

Geçen yıl bu vakitler 24 Kasım 2018’de şu anda üzerinde çalıştığı proje için Dersim’deydi. Burada gözaltına alınarak Diyarbakır’a götürüldü. İki günlük sorgu sürecinde 2010 yılında BDP Siyaset Akademisi, Sakine Cansız’ın cenaze töreni ve Gezi Direnişi’ne katılmasına ilişkin sorular soruldu. Adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı ve ilk duruşması 30 Eylül’de görüldü.

Duruşmada savunma yaptık. Sanki Diyarbakır’da bir dönem siyasetçiler illegal bir eğitim almış gibi iddialar var. Bu tarihler arasında İstanbul’da sinema okulunda 4 gün eğitim verdiğim, yurtdışında bir festival için gittiğimi tespit ettik. Tabi ki siyaset akademisine gitmişimdir orada çeşitli tartışma ve seminerler olmuştur. 10 yıl geçmiş aradan o tartışmayı böyle bir şeye çevirdiler. Biz de bunu çürüttük.

Sakine Cansız’ın cenazesine herkes katıldı. Gezi Direnişi’ne ülkenin yarısı katıldı. Yaklaşık bir yıldır adli kontrol devam ediyor. Bu beni çok engelleyen bir şey. İlk duruşmada kaldırmalarını bekliyorduk. Yurtdışına gitmeme rağmen geri dönüp davaya katılmışım. Kaçma durumum olsa zaten gelmezdim. Ceza olsun diye devam ettirdiler. Duruşma 4 Şubat’a ertelendi.”

Ülke zor bir süreçten geçiyor

Benim için zor bir süreç oldu. Ülke açısından zor bir süreç. Yargıya güvenin yitiminin yaşandığı bir dönem. Tabi ki sinema yapmak dışında kimse başka bir şey yaptığımı iddia edemez. Sosyal medya hesaplarıma veya telefon görüşmelerime baksalar zaten gizli bir iş yapmadığımı, fikirlerimi çok açık bir şekilde eleştirel de olsa filmlerimle bir şekilde sunduğumu görebilirler.

Burada bir dönemin yarattığı politik atmosferin etkisi var. Eleştirel olan, muhalif olan herkesi cezalandırma çabasına dayalı bir dava olduğunu düşünüyorum. Siyasi bir dava sonuçta. Senaryo yazarken bir anda kendimi savunma hazırlarken gördüm. Sayfalarca savunma yazdım. Belki de bu filmi çekmiştim bu arada. Bir yıldır bu stres devam ediyor.

Yurtdışına gitmeyi düşünmüyorum. Ben bu ülkede sinema yapıyorum. Hikayem burada, sevdiklerim, karakterlerim, filmlerim burada. Ben bunlara karşı sorumluyum öncelikle. Bu da bu ülkenin gerçeğiyse ben bunu yaşamak zorundayım.”

Kürt sineması önünde engeller var

Kazım Öz, Kürt sinemasını diğer tüm ulus sinemalarına göre en özgün sinema olarak tanımlıyor.

Hatta her parçanın kendine göre bir özgünlüğü oluştu. Tarihsel ve coğrafi bir gerçeklikten hareketle dört parça bir sinemadan bahsedebiliriz. Bence dünya sinemasında yer edinmeye başlayan, yeni gelişen ve geleceği olan bir sinema. Çünkü Kürtler şu anda dört parçada olağanüstü dönemler yaşıyorlar. Bu 30-40 yıldır böyle ve devam ediyor.

Tıpkı Rojava sorununun uluslararası boyuta gelmesindeki nesnel gerçeklik gibi Kürt sinemasının da dünya çapında böyle bir potansiyeli var. Yeni bir kuşak var. Tabi dört parçada da Kürt sineması önünde ciddi engeller var. Kürtlerin kendi içerisinde sinemayı geliştirmenin önünde engeller var. Sanata bakışta, sanatın gelişmesinde sıkıntılar var.”

Sanat kendini bile eleştirir

Siyasetin bu topraklarda sanat üzerinde kurduğu hegemonyanın varlığına da dikkat çekiyor.

Her siyaset sanatı kötü bir araç olarak kullanmak istiyor. Tabi ki hepsini eşitlemeden, aynılaştırmadan bakmak lazım ama son kertede aşırı siyasal taleplerin bir parçası haline geldiğinde sanat tökezlemeye başlıyor. Tıpkı şu an Türkiye’de iktidarın gölgesinde bir sanatın geliştirilmek istenmesi gibi.

Sanatın doğası bunu kaldırmıyor. İktidar ve sanat dediğimizde birbirine en uzak iki gerçeklikten bahsediyoruz. Tüm toplumsal kavramlar siyasetle daha rahat bir şekilde yan yana gelebilir ama sanat deyince durum farklıdır.

Sanat eleştirir, kendini bile eleştirir. Bir sanatçının film yaptığında, bir şiir yazdığında içini dökmesi aslında kendi çelişkilerini ortaya koyması demektir. Dolayısıyla kendini bile eleştirirken bir şeyi eleştirmemek olmaz. Bu tabi ki genel olarak bu coğrafyada bir otosansüre yol açıyor. Bu da bir engel. İlk engel belki bu değil ama önemli bir şey. Gelişmek istiyorsa bununla mücadele etmeli.”

Yılmaz Güney fener olmuştur

Yılmaz Güney’in sinemaya bakışında önemli bir figür olduğunun altını çizen Kazım Öz, şöyle devam ediyor:

Sinemayı tanıdıktan sonra Yılmaz Güney’i inceledim, izledim, okudum. Gerçekten bence Türk ve Kürt sinemasını ciddi bir şekilde besleyen hala beslemekte olan çok güçlü bir figürdür bizim için. Neyin sinemasını yapmalıyız? konusunda iyi bir fenerdir. Bir sanat eserinin değeri zamana karşı var olmasıyla ölçülmeli. Bir film 20 yıl sonra aynı tatta izlenebiliyorsa, bir soru sorabiliyorsa, insanın ruhunu kanatlandırıyorsa, insanı içine alabiliyorsa o bir sanat eseridir. Yılmaz Güney’in birçok filmi bu kategoriyi aşmıştır.”

Bağlama kırılmasa müzisyen olacaktı

Aynı zamanda inşaat mühendisi olan Kazım Öz sanat dışında bir şey yapamayacağını düşünüyor.

Sinema yapmasaydım müzikle ilgilenirdim. Başka da bir şey olmazdı. Küçük yaştan beri bağlama çalıyordum. O bağlama kırılmasaydı belki de müzisyen olmuştum. Bir daha almadılar çünkü” (Gülüyor…)

Yollar…

Göçebeliğin genlerine yerleşmiş olmasından mı yoksa 16 yaşına kadar Dersim’den çıkmamanın hıncını almaktan mı bilinmez sürekli yollardadır. Yıllardır bir hafta üst üste aynı yatakta yatmamıştır.

Dolayısıyla belki de bu beni önümüzdeki dönemde daha fazla yol filmi yapmaya yöneltecektir.”

Bu nedenle birebir yaşadığı yol anıları da çok fazladır. Sürekli notlar alır. Aklında kalan bir yol hikayesi ise şudur:

Almanya’da Berlin’den trenle Budapeşte’ye gidiyordum. Yanıma yabancı bir kadın oturdu. Üstelik İngilizcem de çok iyi olmamasına rağmen tanışıp konuşmaya başladık. Evli ve iki çocuk sahibi olduğunu, şimdi sevgilisiyle buluşmaya gittiğini ve bunun çok gizli olduğunu söyledi. Hayatında hiç kimseye anlatmadığını yol boyunca bana anlatmaya başladı. Sırdaşın oluyor.”

Kimseye anlatmadığı şeyin belki de günün birinde film olacağından habersiz anlatmıştır kadıncağız.

Sürekli yol yaptığı için düzenli bir hayatı olmadığından zorlandığını da söylüyor ama yine de yol yapmayı seviyor.

Tema olarak da yolu seviyorum. Benim kafamda yol çok devrimci bir kavram. İnsan bir yola çıktığında hayata, kendine başka bir açıdan bakmaya başlıyorsun. Algıların değişiyor yolda. Geçmişe ve geleceğe dönük fikirlerinde değişimler yaşanıyor. Basit bir yer değişimi gibi görünse de aslında farkında olmadan fikirsel, düşünsel, duygusal ve ruhsal olarak da değişiyorsun.”

Sürekli yollarda olduğu için senaryolarını da yolda yazmak zorunda kalmış. Zer’in senaryosuna MKM’de atölye çalışmalarının yoğunluğundan dolayı bir türlü başlayamamış. Karakterin uzun bir tren yolculuğu varmış. Haydarpaşa’da trene atlayıp 44 saat süren Kurtalan Ekspres’e binmiş, Batman’da indiğinde senaryonun yüzde 10’u tamamlanmıştı.

Tamam artık başladım dedim. Sonra oturuyorum masaya bir cümle bile çıkmıyor. Bir daha bineyim dedim. 3-4 ay sonra tekrar bindim trene, o trende restoran da yok. Yanıma yiyecek ve içeceklerimi aldım. 48 saat yine gittim. Diyarbakır’da bir arkadaşın evinde çalışacağım sözde ama tık yok. 6’ncı gidişte tamamladım. Zer’i 12 günde trende yazdım.”

Zer’in gösteriminin yoğunluğundan yeni filmin senaryosuna da başlayamaz. Bunun için de bulduğu çare dünya turuna çıktığında yazmaktır. İstanbul’dan başlayıp Viyana oradan Almanya, İngiltere, Amerika ve Japonya.

35 gün süren bir tur yaptım geçen yıl. Dedim ki bu turda uçağa bindiğimde başlayayım senaryoya. Madem hep yollardayım. Yolda yazmak dışında bir seçeneğim yok. Atatürk Havalimanı’nda yazmaya başladım. Uçaktan indim tık yok. Yazamıyorum. Ayağın yerden kesilmesi lazım. Hastalık gibi. Bazı gösterimleri sırf uçakta bir iki saat yazayım diye kabul ettim. Tren de değil artık sadece uçakta. Pahalı bir yönteme denk geldi bu iş (gülüyor).

Allahtan film çok fazla festival tarafından davet edildi. Dolayısıyla uçak yolculukları çok oldu. Uçakta bu işi bitirdim. Hatta New York’tan Philadelphia’ya giderken son sahneyi yazıyorum, acayip etkilenmişim biraz da hüzünlü bir sahne, yazarken ağladım. Yan taraftan bir kadın İngilizce ‘Are you ok?’ diye sorarak, yardımcı olmak istedi. Konsantre olduğum için çok fazla ilgilenmeyip geçiştirdim.

Bir süre sonra da başka bir sahnede gülmeye başladım. Kadın tuhaf biçimde bakıp deli olduğumu zannetti, kafasını çevirip bir daha ilgilenmedi. Dün akşam Elazığ’dan İstanbul’a uçtum. Normalde senaryo bitmiş ama hemen iki sahneye çok önemli müdahalede bulundum.”

“10 yıl sonra Kazım Öz nerededir?” sorumuzu, “Büyük ihtimalle yollardadır ve yine film yapıyordur” diye yanıtlayan yönetmenin yolunun ve yolculuğunun hiç bitmemesi dileğiyle.




Önceki Haber
“Katılımcı Demokrasi” raflarda
Sonraki Haber
Aksaray'da yolcu otobüsü devrildi: Bir kişi öldü, onlarca yaralı var