Ana SayfaYazarlarBircan DeğirmenciKepçe Kulak – Bircan Değirmenci

Kepçe Kulak – Bircan Değirmenci

HABER MERKEZİ – Bugün 24 Kasım Öğretmenler Günü. Hemen herkesin bilhassa ilkokul öğretmeniyle anısı ya da anıları vardır. Bircan Değirmenci de aşağıda okuyacağınız yazısında bu anılarını deşiyor. Bir öğretmenin küçük bir çocuğun yaşamında bıraktığı derin izlerin izini sürüyor ve soruyor: “Sahi öğretmenleri neden sevmeliyiz?” Değirmenci’nin çocukluk yıllarına gidiyor ve “Kepçe Kulak” dediği öğretmen ile ona ‘maruz kalan’ öğrencilerin hikayesine kulak veriyoruz.


Bircan Değirmenci


Çapa’daki Fatih Gazi İlkokulu’nun koridoru ders saati olduğu için sessiz. Babamla birlikte müdür odasının kapısında, bizden önce içeri giren bir velinin görüşmesinin bitmesi için koridorda ayakta bekliyorduk. Okula gitmeye çok hevesli olduğumdan yaşım tutmadığı halde bir an önce başlamak istiyordum. Babam ısrarlarıma dayanamayınca elimden tuttuğu gibi soluğu müdürün yanında almıştık. Az sonra ziyaretçi çıkınca kapıyı çalarak içeri girdik. Duman altı odada, üzeri klasörlerle dolu masanın arkasındaki koltukta oturan müdür, bizi görmezden gelip, bir sigara yakarak, önündeki dosyaları karıştırıyor, babama kayıtsız bir biçimde kendi işiyle uğraşıyordu. Siyah deri koltuklara kıyamadığımızdan mı yoksa müdür oturun demediğinden mi hatırlamıyorum ama ayakta durmuştuk. Ellerini göbeğinin üzerinde kavuşturan babam kaydımı yapması için müdüre döktüğü dilin yetmediğini anlayınca o dönem ülkede satışı yasak olan Marlboro sigarasından bir karton hediye etmek istediğini söyledi. Bunu duyan müdürün birden tavrı ve yüzünün o sert ifadesi değişti. Tek kelime etmeden göz kırparak, “anlaştık” dercesine kafasını sallayınca ben sevinçten havaya uçtum.

Eve geldiğimizde babam içerisinde on paket olan kartondan yedi paketi çıkartıp eve her gün alınan Günaydın gazetesine bir güzel sardı. Sonra kardeşimle ikimizin eline tutuşturup müdüre yolladı. Ben hemen, “Ama baba bu eksik, ya müdür kabul etmezse” dedim, lakin babama dinletemedim.

Birimiz 5 diğeri 4 yaşında iki velet el ele tutuşup, kapıyı çalmayı da akıl etmeden destursuz biçimde müdürün odasına daldık. Teneffüs saatine denk geldiğimiz için içerisi çay ve sigara eşliğinde sohbet eden öğretmenlerle doluydu. Müdüre doğru yaklaşıp “Müdür amca bu sigaraları babam size yolladı” diyerek, boyumuzun zor yetiştiği masanın üzerine koyduk. Öğretmenlerin yanında iki küçük çocuk tarafından rüşvet verilmeye çalışılan müdürün şalterleri attı.

“Alın şunu ve gidin, babanız gelsin” diye bağırdı.

Biz “fakat, ama, bilmem ne” diye kem küm ederken, “babanız gelsin diyorum!” diye daha yüksek bir volümle bağırdı. Bütün öğretmenler susmuş, şaşkın bakışlarla bize bakarken, paketi aldığımız gibi arkamıza bakmadan eve koştuk. Tamam da bize niye o kadar bağırmıştı ki? Babam ise tütününü sararken, “benden günah gitti, seneyi bekleyeceksin” dedi. Kendine göre büyük çaba sarf etmiş, elinden geleni yapmıştı.

Babamın üşengeçliği yüzünden bir yıl sonra nihayet okula başlamıştım. Elimde komşu kızının eskittiği çanta, beslenme sepeti, su mataram, üzerimde siyah önlüğüm, ponponlu beyaz çoraplarım ve annemin işlediği dantel yakamla hazırdım artık. Evde aynısından birkaç tane daha olduğundan kimsenin umursamadığı değersiz ve önemsiz çocuklardandım. Tabi annemle babamın her zaman çok fazla meşguliyeti olduğundan veliliği reddettikleri için okula ağabeyim götürdü beni, bahçe kapısında bırakıp gitti.

Cehennem kapısından içeri atılmıştım sanki, okulun bahçesi mahşer yeri gibiydi. Öncelikle küçücük boyumla onca insanın arasında 1-B sınıfını bulmam gerekliydi, ağabeyim de çok önemli bir toplantısı varmış gibi niye hemen gitmişti ki? Alt tarafı gittiği yer kahveydi, o da kaçmıyordu. Bahçede; çocuğunun elinden tutan veliler, etrafta koşuşturan öğretmenler, ağlayan çocuklar.. Herkes sınıfını bulmaya çalışıyor, bulanları öğretmenler sıraya diziyordu. Nihayet sınıfımın olduğu bölümü buldum. Orta yaşlı kadın bir veli bizim sınıfla ilgileniyordu. “Herkes elini önündeki arkadaşının omzuna koysun” diyerek, bizi hizaya soktu. Ve mikrofonda tiz bir kız çocuğu sesi, o bağırdıkça biz de var gücümüzle tekrar ediyoruz: “Türküm! Doğruyum! Çalışkanım!”

Öğretmenimin kim olduğunu çok merak ediyordum, sürpriz yumurta gibiydi, bakalım benim bahtıma ne çıkacaktı? Gri duvarlarında Atatürk posteri, mevsimleri anlatan resimler, “Ali topu at”, “Ayşe ip atla” yazılı fişler, kara bir tahta ve önünde tebeşirlerin olduğu sınıftan içeri girdik. Bütün çocuklar birbirini ittirerek, sıra kapmaya çalıştı. Cam kenarında bir sıraya oturdum. Elli kişilik mevcudumuz olduğu için üçer kişi sıkışmak zorunda kaldık sıralara. Ama sınıftaki kaos bitmek bilmiyordu bir türlü. Avaz avaz ağlayan çocuklar, annesinin eteğini çekiştirip “eve gidelim” diye tutturanlar. Yahu ne diye ağlıyorlardı ki? Ne kadar şımarıktı bu çocuklar. Benim annem olsa elinin tersiyle patlatmıştı ağzımın ortasına. Hevesle, heyecanla ve merakla etrafımı izliyordum sessizce.

Ve birden kapı açıldı. İçeri lacivert ceket, gri pantolon, tiril tiril beyaz gömleğinin üzerine gri kravat takmış bir adam girdi. Dökülmekten geriye kalan birkaç tel saçını arkaya doğru taramış, iri yapılı, çatık kaşlı adamın elinde özel yapıldığını sonradan anlayacağımız ince silindir şeklinde bir sopa vardı. Dağınık kaşlarıyla duvarda fotoğrafı olan Atatürk’e benzettiğim bu adamla hiçbir bağ kuramamıştım. Etrafımdaki hiçbir erkeğe benzemiyordu. Ne babama ne amcalarıma ne de babamın arkadaşlarına. Yoksa öğretmenimiz bu muydu? Keşke olmasa demiştim içimden. Kalp atışlarım hızlanmıştı.

İçerideki uğultu devam ederken tahtaya dönüp, eline bir tebeşir aldı. Tahtaya bir şeyler çizmeye başladı. Aa tavşan! Tavşanın uzun kulaklarından dışarı doğru taşan birer çizgi çekti. Onun ne olduğunu anlayamamıştık ama “yaşasın tavşan hikayesi anlatacak” diye beklemeye koyulduk.

Ve hikaye başladı:

“Ben A. Kepçe. Sizin öğretmeninizim. Disiplin benim için çok önemlidir. Yaramazlık ve şımarıklık istemem. 5 yıl boyunca sizi ben eğiteceğim. Şimdi beni iyi dinleyin. Bu tahtada gördüğünüz resim ne?”

Hep bir ağızdan, “Tavşannnn! diye bağırdık.

Peki kulaklarındaki ne? Herkes sessiz.

“Çivi” diye yanıtlayarak sessizliği bozdu öğretmen. “Nasıl yani, ne çivisi?” diye birbirimize bakındık.

“Eğer ağlamaya devam ederseniz sizi de bu tavşan gibi kulaklarınızdan tahtaya çiviyle asarım” dedi ve demesine kalmadan sınıfta daha büyük bir kıyamet koptu. Oysa ki daha yeni susmuşlardı. Okuldaki ilk gün edilecek laf mıydı bu? Öğretmen bağırarak, “açın ellerinizi” dedi. Korkuyla uzattığımız minik avuçlarımıza sopasıyla vurarak, sıra dayağından geçirdi hepimizi. Okulumuzun ilk günü öğrendiğim ilk kelime avuçlarımda sızlayan ‘disiplin’di. Bütün hevesim kaçmış, hatta dünyam yıkılmış, artık ben de ağlayan çocuklar korosuna katılmıştım. Demek ki hep yalan söylüyormuş mahalledeki arkadaşlarım, okul hiç de anlattıkları gibi keyifli bir yer değilmiş. Tabi eve geldiğimde hiç kimseye olanları anlatamamıştım, ne o gün ne de beş yıl boyunca.

Ertesi gün öğrendiğim kelime ise sükûnet oldu. Kepçe arkamıza yaslanıp kollarımızı göğsümüzde kavuşturup, ellerimizi koltuk altımıza alarak oturmamızı istemişti. Çıt çıkmasına izin vermiyordu. Hapsedilmiş gibiydik. Arka sıralardan bir çocuktan sessizliği bozan bir gürültü geldi. Kepçe, “Utanmıyor musun sınıfın sükûnetini bozmaya” diye bağırdı. Sükûnet de neyin nesiydi? Kimi zaman bu ses çıkartmadan arkaya yaslanmak kırk dakika boyunca sürüyordu, nefes almaktan bile imtina eder hale gelmiştik. Maazallah yoksa sükûnet bozulurdu.

Bir de şikâyet kelimesi girmişti literatürümüze. Kepçe, “Yaramazlık yapan, konuşan arkadaşlarınızı bana şikâyet edeceksiniz” demişti. Sürekli işaret parmağı ve şikayetler havadaydı.

“Öğretmenim şikâyetim varr! Hasan benim silgimi çaldı.”

Hasan da, “Hayır öğretmenim benim de şikâyetim var, yalan söylüyor.”

Kepçe, kimin doğruyu söylediğinden emin olamayınca şikâyet edeni de edileni de her ihtimale karşı dövüyordu. Bir kez bile parmağımı şikâyet için kaldırmamıştım ama yine de şikâyet edilmekten kurtaramamıştım kendimi.

O dönem 23 Nisan’dan önce çocukların dondurma yemesi yasaktı. Ben de babamın tanıdığı esnaftan dondurma almış, keyifle eve doğru yürürken sıra arkadaşımla karşılaşmıştım. Birkaç gün sonra keyfine düşkün ailemin piknik sevdası yüzünden okula gidememiştim. Hafta içi ne diye pikniğe gidilir ki? Ertesi gün öğretmen, neden gelmediğimi sorduğunda ben de, “Bademciklerim şişmişti, hastaydım, o yüzden gelemedim” diye yalan söyledim. Demez olaydım. Bir baktım sıra arkadaşım Önder parmak kaldırdı: “Öğretmenimmm şikâyetim var. Ben onu dondurma yerken gördüm.”

Haydi bakalım, Kepçe bu fırsatı kaçırır mı?

“Havalar daha ısınmadan dondurma yersen bademciklerin şişer elbet” diyerek patlattı tokadı. Bu kez de hastalandığım için dayak yemiştim. Utançtan kıpkırmızı olmuş yüzümle yanımdaki Önder’e baktım. Görevini yapmış muzaffer bir edayla önündeki güzel yazı defterini karıştırıyordu.

Şikayetlerin en kötüsü sanırım Rıza’ya yapılandı. Rıza biraz hareketli bir çocuktu. Elbette en çok dayağı da o yiyordu. Bir gün el işi dersinde yanındaki arkadaşı “Öğretmenim şikâyetim var. Rıza makasla masa örtüsünü kesiyor” dedi.

Kepçe ok gibi fırlayarak, Rıza’nın kulağından tutup kendi masasına getirdi. Ensesinden tutarak masaya oturttu. Elindeki makası aldı.

“Demek sen okulun malına zarar veriyorsun öyle mi?”

Rıza ağlayarak, “Hayır öğretmenim sadece şaka yapıyordum, kesmeyecektim” deyince, öğretmen elinin tersiyle ağzına vurarak susturdu.

“Şimdi hepiniz iyi bakın, madem ki örtüyü kesmeye kalkıyor ben de ona ceza olarak kulağını keseceğim” dedi. Kepçe’nin kulaklarımızla ilgili derinde yatan bir psikolojik sorunu mu vardı yoksa soyadından mı kaynaklanıyordu bunu hiçbir zaman çözemedik.

Sınıfta büyük sessizlik, merak, korku ve endişeyle olacakları izliyorduk. Rıza korkudan titriyor, hiçbir şey söylemeden ağlamaya bile çekinerek sadece hıçkırıyordu. Kepçe, elindeki makası filmlerdeki ağır çekimlerde olduğu gibi yavaşça Rıza’nın kulağına doğru götürdü, makası açtı, kulak memesini içine aldı ve yine yavaş hareketlerle kapatmak üzereyken Rıza’dan bir çığlık yükseldi. Kepçe makası çekti, kesmemişti kulağını. Oysa ki kötücül duygularımız kabarmış, içimizdeki canavar bir yandan kulağının nasıl kesileceğini de görmek istiyordu.

“Bu sana ders olsun bir daha yapmazsın artık. Kalk, geç yerine bakalım” dedi.

Fakat Rıza kımıldayamıyordu. Az sonra pantolonunun paçalarından sıvı aktığını gördük. Herkes gülmeye başladı. Rıza korkudan altını ıslatmıştı, haliyle öğretmen masasının örtüsünü de. Kepçe örtüyü toplayıp, Rıza’nın koltuk altına tutuşturdu.

“Götür bunu annen yıkasın” dedi. Rıza; utançla, korkuyla, ağlayarak evine gitti.

“Benim kafamın arkasında da iki gözüm var” diyen Kepçe, tahtada bir şeyler yazarken sınıfta birileri konuşunca hemen arkasını dönüp elindeki tebeşiri sesin geldiği tarafa fırlatırdı. Artık neremize denk gelirse, hiç ıskaladığı da olmuyordu, keskin nişancıydı. Zamanla kafasının arkasında da gözü olduğuna inanmıştık.

Teneffüs saatlerinde bile öğretmenler odasına gitmeyen Kepçe, koridor ve bahçede de peşimizi bırakmıyordu. Koşan, bağıran, arkadaşıyla kavga eden kimi görse dövüyordu. Sadece biz değil diğer sınıftakiler de alıyordu sopadan nasibini.

Sokaklarda 80 darbesinin ardından gelen sıkıyönetim okulda da bizim üzerimizde devam ediyordu. Konuşmayan, koşmayan, zıplamayan, başı önüne eğik, birbirini gammazlayan, sürekli çekildiği için kıpkırmızı kulaklarla dolaşan, ruhları yara bere içinde, kepçe altında ezilen, siyah önlüklü birer robota dönüşmüş, bize bir harf öğretenin kölesi olmuştuk.

Kepçe, gözlerimizin içine bakmaz; ya da biz bakamadığımız için bakıp bakmadığını bilmezdik, hiçbirimize adımızla seslenmez, numaralarımızla çağırırdı bizi. Benim adım 546’ydı.

Beslenme saatlerinde diğer öğretmenler gibi yemeğe çıkmaz, beslenme sepetimizde annemizin hazırladığı yiyeceklere ortak olurdu. Özellikle de hali vakti yerinde olan ailelerin çocuklarına daha özel davranır, tembel ve yoksul çocukları ise en arka sıraya gönderirdi. Yaz tatillerinde yığınla ödev verir, tuğla gibi tatil kitabını diğer öğrenciler sadece okurken, öğretmenimiz bizden kitabın özetini çıkartmamızı isteyerek tatilimizi zehir ederdi.

Öğretmenler Günü geldiğinde masasına oturur, yüzümüze bakmadan elini yan tarafa doğru uzatır, biz sıraya geçerek elini öper, hediyelerini masaya bırakırdık. Anlaşılan o ki hiç kimse sınıfta yaşananları evde anlatmıyordu, çünkü hiçbir veli de itiraz etmiyordu. Belki de kural buydu, yanlış olan bizdik.

Zaman zaman öğretmenleri raporlu olduğu için diğer sınıfların dersleri boş geçerdi. Onlara inanılmaz derecede özenirdik. Çünkü Kepçe bir gün bile dersleri aksatmazdı. Bir defasında babasının öldüğünü ve üç gün için memleketi Trabzon’a gideceğini söyledi. Biz tam babasının öldüğüne sevinirken,

“Ama merak etmeyin emekli bir albay arkadaşım girecek dersinize. Derslerinizden geri kalmayacaksınız,” diyerek, bütün sevincimizi kursağımızda bıraktı. Kendisi bu kadar kötüyken asker olan arkadaşı bize neler yapmazdı?

Ertesi gün arkadaşı geldi dersimize. Fakat o da ne? İnanamamıştık. Hepimizle teker teker ilgilenip, adımızı, kaç kardeş olduğumuzu, babamızın ne iş yaptığını, büyüyünce ne olmak istediğimizi sordu. Hiçbirimizin öğretmen olmak istemeyeceği kesindi. Gülümsüyordu, öğretmenlerin gülebileni de vardı demek. Belki de geçici bir süre olduğu için böyle davranıyordu. Üç gün boyunca bize hikayeler anlattı, hayata dair bilgiler verip, başından geçen olayları anlattı, hayallerimizi dinledi. Rüya gibiydi her şey. Fakat üç gün sonra kabus kaldığı yerden devam etti.

Dördüncü sınıftayken Kepçe, Anneler Günü’ne ilişkin bir kompozisyon yazmamızı istemişti. Ben de fazla hayalperest bir çocuk olduğum için anneme mektup şeklinde aslında hayallerimdeki anneyi yazmıştım. Ertesi gün elinde yazılı kağıtlarıyla içeri girmişti.

“546 tahtaya gel!” dedi.

İçimi bir korku salmıştı. Titreyerek çıktım tahtaya. Başım önümde, yüzüne bakamıyorum. Kim bilir yine ne hata yapmıştım.

“En iyi kompozisyonu sen yazmışsın. Aferin. Şimdi al bunu, arkadaşlarına oku” diyerek kağıdı bana uzattı.

İlk defa Kepçe’den ‘aferin’ kelimesini duymuştum. Üzülmek ve sevinmek arasında kalakaldım. Okuyamazdım ki. Sesimi zorladığımda çatallanarak çıkıyor, nefes alamıyor, bayılacak gibi oluyordum. Okumayı herkesten önce söktüğüm halde cesaret edip tahtaya çıkmadığım için kırmızı kurdeleyi bile en son ben almıştım. Artık ne okulda ne evde konuşan, içine kapanık, kendini ifade edemeyen bir çocuk olmuştum. Halen bile üç kişinin karşısında konuşamamam ve kendimi sadece yazarak ifade etmem o günlerden mütevellit olsa gerek. Bir de en çok cuma günlerini sevip ertesi gün okul başlayacağı için pazar gecelerinden nefret etmem de sanırım bundan kaynaklı.

Hasılı kelam biz böyle bir âdemoğlu Kepçe’yle 5 yılımızı tamamladık. Ve o muhteşem son gün gelip çattı. Arkadaşlarla kendi aramızda son derste Kepçe’ye sürpriz hazırlamaya karar verdik. Çocukluk bizde kalsın demiştik. Kepçe kapıdan içeri girdiğinde hepimiz ayağa kalkıp yüksek sesle öğretmen marşını okuduk:

“Öğretmenimm, canım benim, canım benim! Seni ben pek çok pek çok severim! Sen bir ana, sen bir baba! Her şey oldun artık bana!”

Ne büyük bir yalan! Katiline sevdalı olmak böyle bir şey olsa gerekti. Hatta kimimiz olayı abartarak, gözyaşlarımızı tutamayıp marşı okurken ağlamıştık. Kepçe, yüzünde her zamanki gibi duygularını belli etmeyen donuk ifadeyle marşı bitirmemizi bekledi. Eliyle işaret edip, “Oturun!” dedi.

”İyisiyle kötüsüyle 5 yılı tamamladık. Aradan kaç yıl geçerse geçsin. Sizi ben yetiştirdim, ne kadar değişirseniz değişin, nerede görsem tanırım, asla unutmam. Şimdi söyleyin bakalım, bu beş yıl içerisinde benden hiç dayak yemeyen oldu mu?”

Bu nasıl bir soruydu şimdi? Arka sıralardan tedirgin bir el kalktı, sonra vazgeçip indirdi. Kepçe emin olamadı.

“Neyse siz yine de her ihtimale karşı açın ellerinizi. Bu sınıftan çıkarken benden dayak yemeyen kalmasın.”

Dumura uğramıştık, asıl büyük sürprizi bize Kepçe yapmıştı, hem de kendine yaraşır bir şekilde. Sürpriz yaptığımıza pişman olmuş, boşuna duygulanmıştık. Kepçe yalandan ağladığımızı anlamıştı demek.

İlkokul denen cehennem sona ermişti. O günden sonra hiçbir ilkokul arkadaşımla görüşmedim, yolda karşılaşınca bile görmezden geldik birbirimizi. Özgüveni eksik, edilgen, korkak yetişkinler olmuştuk. Okuldan ve öğretmenlerden nefret etmeme vesile olmuştu Kepçe. Sonraları çok idealist, sevecen, şefkatli, düzgün öğretmenlerle karşılaştım; hatta ideali uğruna sürgüne gönderilen, ihraç edilen, özel okullarda pestili çıkan öğretmen arkadaşlarım da oldu ama yine de içlerinden her an bir Kepçe çıkacak diye hep mesafemi korudum.

Yıllar sonra 20 yaşına geldiğimde yağmurlu bir akşam üstü bir elinde bastonu diğerinde şemsiyesiyle yolda yürürken karşılaştım onunla. Epeyce yaşlanmıştı ve tüm heybetiyle karşımdaydı yine. Kalbimden beynime doğru yürüyen sıcaklığı ve kulaklarımdaki uyuşmayı bir kez daha hissettim. Gerçekten de tanımıştı beni, gülümseyerek baktı bana, ilk kez gülümsediğini görüyordum. Ani bir kararla derhal suratımı çevirerek, yolumu değiştirdim, arkada kalan gölgesi beni takip ediyormuş hissine kapılarak adımlarımı hızlandırdım, daha sonra ter içinde kalıncaya kadar koşarak uzaklaştım.

Yıllarca altında kaldığı Kepçe’nin cansız bedeninin üzerine kürekle tebeşir yığarken gördüğü kabuslarla uyanan bir çocuk öğretmenleri sevebilir mi?

Şimdi söyler misiniz: Sahi öğretmenleri neden sevmeliyiz?

24 Kasım Öğretmenler Günü’nüz kutlu olsun.

Previous post
“Saray'a giden CHP'li” iddiası: Neler oldu, kim ne dedi?
Next post
AİHM'den 'KCK Basın' davası dosyasına ret