Ana SayfaGüncelErdoğan Aydın: Kayyum politikası sömürge muamelesi yapmaktır

Erdoğan Aydın: Kayyum politikası sömürge muamelesi yapmaktır

HABER MERKEZİ – 31 Mart seçimlerinin ardından üçü büyükşehir olmak üzere HDP’nin kazandığı 24 belediyeye el konuldu. HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan’ın verdiği bilgiye göre belediye eş başkanlarının da aralarında bulunduğu yüzlerce kişi cezaevine konuldu. Hatta o bunu ‘partinin yarısı içeride’ diye ifade etti. Bu gidişatı değerlendiren tarihçi-yazar Erdoğan Aydın, “Bu işi herhangi bir yerde değil de Kürtlerin çoğunlukta olduğu ve Kürtlerin seçildiği belediyelerde sistematik bir çizgi olarak yaparsanız, bu oraya sömürge muamelesi yapmak anlamına gelir” diyor. Fırat Haber Ajansı’nda yer alan Erdoğan Aydın’la gazeteci Zeynep Kuray’ın soru/cevabını paylaşıyoruz.


Söyleşi: Zeynep Kuray


Seçilmişlerin yerine kayyumların atanması Türkiye siyasi geleceği açısından nasıl bir tehlikeye işaret ediyor?

Türkiye’de demokrasi olmadığının açık göstergesi. Türkiye’nin geleceği açısından da çok olumsuz etkileri olur. Türkiye’yi sürekli savaşan, sandıktan çıkan sonuçları ihlal ve gasp eden bir ülke konumuna sokuyor. Üstelik de bu işi herhangi bir yerde değil de Kürtlerin çoğunlukta olduğu ve Kürtlerin seçildiği belediyelerde sistematik bir çizgi olarak yaparsanız bu oraya sömürge muamelesi yapmak anlamına gelir. Bunun demokrasiyle de sandık ahlakıyla da alakası olmaz.

Dediğim gibi eğer başka bir ulusal aidiyetin yaşadığı ve çoğunlukta olduğu bir yerde bütün seçimlerde onlar kazanıyor ve siz onların seçilmişlerini görevden alıp yerine Ankara’nın temsilcisi olan valileri atıyorsanız, aslında oradaki insanları vatandaş; burayı da Türkiye’nin eşit bir parçası olarak görmediğinizin göstergesidir. Bu, dünyada ancak sömürgecilerin yaptığı cinsten bir davranıştır. Bu politikadan derhal vazgeçilmelidir.

Bu politikada ısrar edilmesi nasıl sonuçlar doğurur?

Kayyum politikasının Türkiye’ye bir bütün olarak verdiği zararlar ortada. En başta şu söylenebilir, dünyada en pahalı kredi kullanan ülke Türkiye’dir, ekonomik krizini çözemeyen ülke yine Türkiye’dir. Uluslararası ilişkilerde de her ne kadar basın özgürlüğü olmadığından görülmüyorsa da aslında şamar oğlanı gibi kullanılan bir ülke haline gelmemizin sorumlusu da bu politikadır.

Diyarbakır’a kayyum atamak aslında İstanbul’un, Edirne’nin, Muğla’nın huzurunu da kaçırmak anlamına geliyor.

Oysa başta seçme hakkı olmak üzere demokrasinin evrensel kurallarına uyulsa, Türkiye’nin bütünü, yani sadece Diyarbakır, Van, Mardin değil Edirne, Ankara, Muğla da daha huzurlu mekanlara dönüşecektir. Çünkü Diyarbakır’a kayyum atamak aslında İstanbul’un, Edirne’nin, Muğla’nın huzurunu da kaçırmak anlamına geliyor.

AKP iktidara ilk geldiğinde en önemli söylemlerinden biri seçilmişlerin atanmışlara üstünlüğüydü. Bugün o dönem eleştirdiklerine dönüştükleri söylenebilir mi?

Evet söylenebilir, bugün AKP’nin geldiği yer dünkü Türkiye’dir. Hatta bazı açılardan dünkü Türkiye’nin de gerisidir, çünkü dün hiç olmazsa muhalif yayın organları, farklı düşünen hakimler vardı, bir şekilde meclisin Sayıştay tarafından denetlenebilirği söz konusuydu. Bugün onlar da ortadan kalkmış durumda. Dolayısıyla birinci sorunuza dönersek, bu Türkiye’nin siyasi geleceği açısından acıdır. Dün söylediği sözleri çiğneyen iktidarların ülkeye verebileceği hiçbir şey olamaz. Demokrasiyle bağını kesmiş bir zihniyetle karşı karşıya olduğumuzu söylemek en gerçekçi okuma olacaktır.

Sizce bu değişim iktidar zehirlenmesi olarak görülebilir mi yoksa demokrasi söylemleri baştan beri takiyye miydi?

Her ikisinden de söz etmek mümkün; her ikisini de söylemek için elimizde somut kanıtlar var. Zaten İslamcı bir mantaliteyle demokrasi kurmak mümkün değildir. Yeni Osmanlıcı hayaller kurarak bölgenizde barışı sağlamak da mümkün değildir. Eğer İslamcıysanız İslamcı olmayanları kafir veya ikinci sınıf vatandaş göreceksiniz, eğer Osmanlıcıysanız komşularınıza askeri üstünlükle hakimiyet kurmaya çalışacaksınız demektir. Oysa demokrasi böyle bir şey değildir.

Demokrasi sizden farklı olanların, rakiplerinizin sizinle eşit haklara sahip olduğu bir sistemdir. Demokraside rakibi düşmanlaştırmak olmaz. Rakibi komplolarla etkisiz kılmaya çalışmak olmaz. Demokrasilerde istihbarat teşkilatı, mahkemeler, basın, polis benzeri kurumlar rakiplerinizi etkisizleştirmek için kullanılacak araçlar değildir; aksine devlet kurumlarının herkese eşit mesafede olması ve hesap verebilir durumda olması esastır. Bugün ne yazık ki bu durumdan uzaklaşmış vaziyetteyiz.

Bu açıdan baktığımızda aslında bu ülkenin geleneğine geri dönülmüştür, ama dün tek parti rejimi bile hiç olmazsa dünyanın gelişmekte olan eğilimleri ile uyum sağlıyordu, bugünkü mevcut iktidar ise dünyanın gelişmekte olan eğilimlerinin tersi yönde bir gidişat içinde. Dolayısıyla bugün tek partili rejimin bile gerisine gitmiş bir Türkiye var.

Bu da ne yazık ki ekonomik kriz nedeni oluşturduğu gibi krizin aşılmasını ve ülkedeki sorunların çözebilme kapasitesini ortadan kaldırıyor. O nedenle de iktidar, ancak sürekli gerilim yaratarak iktidar edebilir vaziyette kalıyor. Oysa iktidarın 2002, 2007, 2010 gibi farklı süreçlerini kıyasladığınızda, bugünkünden daha az oy sahibiydi ama bugünkünden çok daha gerilimsiz pekala yönetebiliyordu.

Aslında bu ülkenin geleneğine geri dönülmüştür, ama dün tek parti rejimi bile hiç olmazsa dünyanın gelişmekte olan eğilimleri ile uyum sağlıyordu, bugünkü mevcut iktidar ise dünyanın gelişmekte olan eğilimlerinin tersi yönde bir gidişat içinde. Dolayısıyla bugün tek partili rejimin bile gerisine gitmiş bir Türkiye var.

Kürt sorununun var olduğunu kabul ediyor ve çözmeye yöneliyordu, Alevi sorunundan söz ediyordu fakat bugün bütün bunları reddeden, çözmeyen, bastıran, sürekli tedirgin, düşmekten korkan ve kendi korkularını memlekete beka sorunu olarak anlatan, kendi korkularını memleketin sorunu haline getiren bir iktidar var. Bugün şiddetin, kadın cinayetlerinin hiç olmadığı kadar arttığı bir ülke haline geldik.

AKP’nin geldiği gelenekten Saadet ve Refah partilerine baskı yapıldığı dönemlerde bile insanlar çıkıp yürüyüş yapabilirdi, başörtüsü için köprüde zincir kurulurdu, üniversitelerin önünde eylemler, mitingler yapılırdı ve polis yasaklamazdı, gaz sıkmazdı. Ama bugün Cumartesi Anneleri bile varlık gösteremez hale geldiler. Ben bu çifte standardın bugün vicdanlı İslamcılar ve vicdanlı AKP seçmenleri tarafından da görüldüğünü ama bir çaresizlik içinde bu duruma sürüklenildiğini düşünüyorum.

Bugün parlamento içindeki muhalefetin, kayyum gaspına ve HDP’yi kriminalize etmeye dönük politikalara karşı yeterince ses çıkarttığını düşünüyor musunuz? Yaşananları yeterince anlıyor mu?

Yeterince ses çıkartmadığı açık, yeterince doğru anlıyor mu o da problemli. Çünkü anlasa zaten HDP’ye ve Kürtlere karşı izlenen siyasetin aslında CHP’yi de mutlak anlamda iktidarsızlaştırmaya yönelik olduğunu görmesi lazım. Dolayısıyla Türkiye’yi yönetebilme kapasitesini göstermek aslında AKP’nin çizgisine bir bütün olarak itiraz etmekten geçiyor. Diyarbakır’a kayyum atandığında yeterince ses çıkartmayan muhalefet, kendi kongresine yapılan komplocu müdahaleye de etkili bir cevap verebilme şansına sahip olmayacaktır.

Nitekim kayyum politikasında gerektiği gibi her türlü dış müdahaleye açık ve net bir şekilde itiraz eden bir CHP olsaydı, bugün kendisine bu kadar rahat komplo kurabilme imkanı da olmayacaktı. Üstelik toplumun geniş kesimlerine daha güven veren bir muhalefet de söz konusu olacaktı. Örneğin İstanbul yerel seçimlerinin ikinci sefer kazanılmasından sonra muhalefet güçleri arasında çok önemli ve olumlu gelişmeler olmuştu. Bir dayanışma ilişkisi, bir arada iktidarı devirebiliriz güveni oluşmuştu.

Kayyum politikasında gerektiği gibi her türlü dış müdahaleye açık ve net bir şekilde itiraz eden bir CHP olsaydı, bugün kendisine bu kadar rahat komplo kurabilme imkanı da olmayacaktı.

Sokakta, toplumda, gençlikte, kadınlarda bu güven ciddi bir moral yaratmıştı. Ama AKP kah kayyum atayarak, kah Suriye’ye müdahale gerçekleştirerek muhalefetin bir arada davranabilme imkanlarını ciddi anlamda ortadan kaldırmış vaziyette. Muhalefetin iç bütünlüğü bozulunca da bu sefer dönüp CHP’ye saldırmak da kolaylaştı. Bu kez de CHP’nin kongresine müdahale etme imkanları ortaya çıktı. Dolayısıyla buradan çıkartılacak ders şu: Kesinlikle bana yönelik bir saldırıyı beklemeden, demokrasiye, ülkeye, laikliğe, ekonomiye yönelik her türlü sorunda tutarlı, cesur, bütünlüklü, güven veren bir muhalefet yapmak gerekiyor. Ne yazık ki CHP bunu yapmıyor, yapacak cesareti gösteremiyor. Bu da CHP’nin bence toplumdaki güvenini zedeleyen bir işlev görüyor.

Bugün kayyumlarla görülen irade gaspı gelecekte seçim de yapılmayacak bir sisteme mi işaret ediyor?

İktidarın bir daha seçime gitmiyorum deme ihtimali yok. Çünkü ayakta durabilmesinin biricik imkanı hala bir şekilde seçim kazanmaktan geçiyor. Seçim kazanamayan bir iktidarın iktidarda kalması demek, şu anda dünyadan yüzde 10 faiz ödeyerek kredi bulabiliyorsa, o zaman yüzde 20 ile bile kredi bulamaması anlamına gelir. Dolayısıyla da bu ülkeyi yönetemez. Seçime gidecektir.

Şu anki sorunumuz zaten bu seçimlerin Kürt illerinde bir kayyum atayarak etkisiz kılınması ve seçimlerin gerçek bir basın özgürlüğüyle, eşit koşullarda bir kampanyayla yapılmasının engellenmesidir. İnsanların Taksim’e çıkmasını sürekli yasaklayarak, Diyarbakır’dan Trabzon’a, Ordu’ya kadar insanların gösteri yapma hakkını yasaklayarak, basın-yayın üstünde iktidarın mutlak tekelini kurarak zaten adil bir seçim imkanı ortadan kaldırılmıştır.

Ama sandık görüntü de olsa hep kurulacaktır bu ülkede ve sandıktan iktidarın istediği sonuçların çıkması için de her şey yapılacaktır. İşte bugünkü kayyum politikası da bunu gösteriyor. İstanbul seçimlerinin yenilenmesi, bugün İstanbul, Ankara Büyükşehir Belediyelerinin geçmiş AKP belediyelerinin kullandığı imkanları kullanamaz hale getirilmesi de bunun göstergesidir.

Düşünün ki burada yağmur yağmamasından dolayı bir susuzluk çekme ihtimalini bile iktidar adeta sevinç ile karşılamaktadır. Oysa bugün eğer İstanbul susuz kalırsa, bunun sorumlusu açıktır ki merkezi iktidardır. Çünkü 1995’ten bugüne kadar İstanbul’un rantını yerken; İstanbul’un su durumunu planlamadıkları ortaya çıkıyor. Aynı durum yarın öbür gün hepimizin korkuyla beklediği deprem için de geçerlidir. Deprem olduğunda bir facia yaşanacaktır İstanbul’da. Bunun da sorumlusu koruma alanlarında AVM inşa ederek, toplanan paraları deprem değil rant için kullanan iktidar olacaktır.

Ama iktidar bütün bunların üzerini örterek iktidarını sürdürmeye ve bunu da sanki demokrasiymiş gibi göstermeye çalışmaktadır. Bu açıdan baktığımız zaman Türkiye çok ağır, çok sorumsuz, denetimsiz bir dönem yaşamaktadır ve bunun bedelini sadece HDP’nin, CHP’nin seçmeni değil, AKP ve MHP’nin seçmeni de ödeyecektir. Çünkü bize en küçük anlamda bir saldırı gerçekleştirmeyen Kuzey Suriye’ye saldırıp memleketin imkanlarını, kaynaklarını ve bütçesini Türkiye’nin yaralarını sarmak yerine bu tip dış maceralara harcamak da ülkenin sorun çözme kapasitesini ortadan kaldırmaktadır.

HDP’nin erken seçim çağrılı deklarasyonunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

HDP’nin önünde başka bir çare bırakılmamıştır. Seçilmiş belediyelerinin gasp edilmesi ve kayyum atanması HDP’nin yeniden seçim talebini hem meşru hem de doğal ve zorunlu kılmaktadır. Ama bu talep aslında bütün bir Türkiye açısından da yol açıcı olabilir çünkü büyükşehirlerin hepsi muhalefetin elindedir ama iktidar büyükşehirleri bloke etmiştir. Kredilerini ellerinden almaya çalışmakta, hatta bununla da yetinmemekte, ellerindeki imkanları merkezi iktidara devretmeye çalışmakta, kaynaklarını kısıtlamakta, yatırımları tamamen kendi belediyelerine yöneltmektedir. Yani bizim seçtiklerimiz mi memleketi ve şehirleri yönetecek; yoksa anti-demokratik koşullarda seçilen cumhurbaşkanı mı bütün yetkileri kullanacak?

Yeni bir seçime gidilmesi halinde halk bu duruma itiraz edecektir, dolayısıyla yeni bir seçim memleketin önünü açacaktır diye düşünüyorum. Ama hükümetin bu koşullarda seçime gitme imkanı yok. Neden? Çünkü ekonomi bozuk, kamuoyu yoklamalarında azınlığa düşmüş vaziyette, dolayısıyla olabildiğince iktidarda kalabilmek için seçimi ertelemeye çalışacaktır. HDP’nin seçim çağrısı bu açıdan da önemlidir. Halkın kendi verdiği oyları çöpe atan iktidara karşı yeni bir seçimle daha büyük bir fark yaratarak, iktidarı azınlığa düşürmek için bir imkandır. Böylesi bir seçim memleketi rahatlatacaktır.

HDP’nin seçim çağrısı önemlidir. Halkın kendi verdiği oyları çöpe atan iktidara karşı yeni bir seçimle daha büyük bir fark yaratarak, iktidarı azınlığa düşürmek için bir imkandır. Böylesi bir seçim memleketi rahatlatacaktır.

Zaten iktidarın normal seçime kadar devam edebilme imkanı yoktur. Çünkü bu kadar pahalı kredi alabilen, ekonomisi bu kadar krizde olan, Avrupa ile ilişkileri kötü ve ABD ile Rusya arasında adeta ipotek altına alınmış bir Türkiye’nin bu gerilimlerden kurtulması mümkün değil. Tam da bu nedenle, seçime gitmek bu gerilimlerden kurtulma ve iktidarın da değişme ihtimalini gündeme getirme açısından bence faydalıdır. HDP de zaten bu ihtiyaca binaen seçim çağrısında bulunmuştur. Memleketin önünü açmak için HDP’nin bu önerisinin faydalı olduğunu düşünüyorum.

İktidar muhalefete ne zaman saldırsa bunu hep Kürt meselesi üzerinden yapıyor. Bu çizginin ülkedeki siyasi iklime ve topluma etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Etkileri olumsuz. Ekonomik krizin nedeni bugün Kürt sorununda iktidarın izlediği siyasettir. Bütçe tartışmalarında HDP dışında kimse dilendirmedi ama askeriyeye ve güvenliğe bu kadar para harcarsanız ekonomi dikiş tutmaz. Bu memleketin S-400’e de F-35’e de ihtiyacı yoktur. S-400 almak demek, memleketi krize mahkum etmek demektir. İkincisi, komşularınızla barış üzerinden ilişki kurma şansınızın kalmadığını göstermek ve gerilim yaratmak demektir. Siz S-400 aldığınızda, komşunuz da S-400 almaya kalkacaktır. Bu da halkın parasının boşu boşuna gerilim üretmekten başka bir işe yaramadığını gösteriyor.

Bu memleketin en büyük ihtiyacı barıştır. Barış en büyük dış politika silahıdır. 2011’de Suriye’ye uluslararası saldırı organize edilmeden önce, Türkiye Ortadoğu’da olağanüstü bir zenginlik üretebiliyordu, ticaret gelişkin olabiliyordu, ülkeye büyük paralar akabiliyordu, ekonomi ciddi bir kalkınma içindeydi. Aynı şekilde çözüm süreci olduğunda, hatırlayın Diyarbakır, Mardin ve Hakkari’de ciddi bir kalkınma başlamıştı. Bu kalkınma Ankara’da, İzmir’de yankısını bulabiliyordu.

Bu barış iklimi Türkiye’ye dış kredilerin daha rahat akmasını sağlıyordu. Herkes geleceğe güven duyduğundan, ekonomik yatırım yapabiliyordu. Bugün artık hiç kimse ekonomik yatırım yapmıyor. Ne büyük kapitalist yatırım yapıyor ne de buzdolabına, çamaşır makinesine ihtiyacı olan sıradan bir ev hanesi. Bugün ekonomik krizin en temel göstergesi işsizliktir. Evet, döviz de bir kriz göstergesidir ama ekonomik krizi sadece dövizde görmek spekülatörlerin, finansçıların işidir. Oysa bu memlekette finansçıların oranı binde bir bile değildir ve halkın büyük bir çoğunluğunun en temel derdi ise pazardan bütün ihtiyaçlarını karşılayabilmektir.

Bugün üniversiteyi bitirmiş aile bireylerinin bile iş güvencesinin kalmadığı bir ülke halindeyiz. Böyle bir ülkede hiçbir şey yarına güvenle bakabilecek bir toplum yaratmaktan daha kıymetli değildir. Kürt sorununda sürekli savaş çıkarttığınızda toplumun bir kesimini susturabilirsiniz; bir kesimini de koşullandırabilirsiniz ama bu politikayla memleketin ekonomisi düzeltemezsiniz, huzuru getiremezsiniz, güvenliğini sağlayamazsınız. İstediğiniz kadar güvenlik harcaması yapın, her evin önüne bir polis da koysanız memleketin güvenliği ancak hırsızlığın azaldığı, güvenliğin halkın huzuruyla sağlandığı, bir sürü erkeğin eşini, kızını öldürmediği bir yerde sağlanabilir.

Türk insanı sürekli kendisinin ne kadar hoşgörülü ne kadar misafirperver olduğunu anlatma ihtiyacı duyuyor. Bu tip lafların gerçek olup olmadığının ölçütü istatistiklerdir. Eğer bir ülkede sürekli gerilim varsa, sürekli farklı aidiyetten insanlar birbirine saldırabiliyorsa, kimse başka kimlikten komşu istemiyorsa aslında hiç de misafirperver olmadığımızın, çoğulculuğu, demokrasiyi içselleştirmediğimizin göstergeleridir bunlar.

HDP’nin ezilenlerin, ötekilerin, değişik renklerin temsilcisi olarak bu denli kriminalize edilmesi, AKP’nin 2023 hedefinde tüm farklıların bastırıldığı tek tipçi bir rejim mi olduğunun göstergesi?

Evet, sadece kendilerinin olduğu bir Türkiye hayal ediyorlar. Eğitimi İslamlaştırmaları ve sürekli gençliğe kendilerinden olmayanlara karşı nefret aşılamaları aslında kendileri dışında kimseye tahammül edemediklerinin göstergesi. Bu İslamcılık ekseninde bir tek tipleştirme rejimi inşa ediliyor. Abdülhamit’i örnek gösteriyorlar ve onun şahsında, tek adamın ağzından çıkan cümlelerin emir haline gelmesini talep ediyorlar. Oysa rol modeli olarak gördükleri Abdülhamit, Mehmet Akif Aksoy tarafından despot olarak anılır. Dolayısıyla Mehmet Akif Ersoy’u değil de Abdülhamit’i örnek almak, aslında Türkiye’ye gelecekte demokrasi değil tek tip bir toplum dayatmaktır. Esasen 2053-2071 gibi hedefler de bize bunu göstermektedir.

Düşünün ki aradan bin yıl geçtikten sonra bir iktidar kendi halkına, kendi gençlerine örneğin kılıç zoruyla fetih yapmayı bir ideal olarak sunuyor. Bugünün Türkiye’sinde örneğin Alpaslan veya Fatih Sultan Mehmet gibi fetih mi yapacak? Yapamaz, yapması mümkün değil çünkü bu iş teknoloji işidir. Ama gençlerini sürekli fetihlerle, fatihlerle, Abdülhamit’lerle, tek tipleşmelerle koşullandırmak aslında bugünkü iktidarın düştüğü çaresizliğin de göstergesidir. Ama bu çaresizliği bize kader yapmaya çalışıyorlar. Oysa bu memleketin şansı var. Farklı kimliklere sahip insanlardan oluşuyor.

Gençlerini sürekli fetihlerle, fatihlerle, Abdülhamit’lerle, tek tipleşmelerle koşullandırmak aslında bugünkü iktidarın düştüğü çaresizliğin de göstergesidir. Ama bu çaresizliği bize kader yapmaya çalışıyorlar. Oysa bu memleketin şansı var. Farklı kimliklere sahip insanlardan oluşuyor.

O halde bütün kimliklere özgürlük ve eşit yurttaşlık sağlayın, bu memleket bir anda bütün gerilimlerinden kurtulacaktır. Bu memleketin erkeklerine bütün kadınlarla eşit olduğu bilincini verin ve İslamcı koşullamalardan vazgeçin, o zaman bu ülkedeki kadın cinayetleri, tecavüzler ve saldırılar bir anda bitecektir. Bu ülkede farklı olmanın bir hak olduğu düşüncesini verin, bütün okullarda gençlerin kendi aralarındaki kavgalar bitecektir. Bu ülkedeki en kıymetli şeyin, bilim, demokrasi ve laiklik olduğunu anlatın, Türkiye’de eğitim sisteminin yaşadığı sıkıntılar hızla azalmaya başlayacaktır.

17 yıllık AKP iktidarı sonucunda, Türkiye eğitim sistemi okuduğunu anlamayan insanlardan oluşan bir gençlik kuşağı yaratmıştır. Ve bu gençliğe bilim, fen, okuduğunu anlama kapasitesi, evrensel değerler verilmediğinden, fatihler, Abdülhamitler örnek gösterilmektedir. Oysa kendine güvense, evrensel değerleri esas alsa, bilimi, demokrasiyi esas alsa hem Kürt hem Alevi hem kadın sorunu çözülecek hem de ülkenin ekonomik durumu düzelecek. Bu program sadece HDP’nin sırtına bırakılmamalıdır; bu programı, bu çoğulculuğu CHP de savunmalıdır. Çünkü bu gidişat herkesi olumsuz bir biçimde etkilemektedir.

İyi Parti de bir an önce Kürt fobisinden kendisini kurtarıp, gerçek bir demokrasinin ancak kimsenin kimliğinden dolayı ezilmediği bir Türkiye’de mümkün olacağını kavramalıdır. MHP’den gerçekten farklı olduğunu ancak buradan ispatlayabilir, yoksa laf çevirerek olmaz. Saadet Partisi de her ne kadar bazı olumlu davranışlar sergilese de daha cesur, daha net bir dil tutturmalıdır. Bunlar olursa Türkiye’nin başta Kürt sorunu olmak üzere en ağır sorunlarını çözmenin ve düze çıkmanın mümkün olduğu kanaatindeyim.

Previous post
Sur'daki yasak 5. yılında: Yıkımın ardından 'bazalt makyajlı', cezaevi benzeri yapılar
Next post
Avalon'da eylem yapan işçiler: İşveren üzerimize araba sürdü