Ana SayfaBilim ve TeknolojiModern yaşam insan iskeletini nasıl dönüştürüyor? – Zaria Gorvett

Modern yaşam insan iskeletini nasıl dönüştürüyor? – Zaria Gorvett

HABER MERKEZİ – Bazı insanların kafataslarının arkasında dik bir büyümenin ortaya çıkmasından bileklerimizin inceldiğini bulmaya kadar, kemiklerimizin şaşırtıcı şekillerde değiştiğini öğreniyoruz. Yapılan araştırmalar akıllı telefonlarımızda geçirdiğimiz zamanın kafataslarımızın şeklini değiştirdiğine, “ekran bağımlılığının” kafamızın arkasında yeni bir çıkıntıya neden olduğuna işaret ediyor. BBC’den Zaria Gorvett’in modern yaşamın iskeletimizi nasıl dönüştürdüğüne dair yazısını Dünyadan Çeviri’den Serap Güneş tercüme etti. Biz de oradan aktarıyoruz.


Zaria Gorvett

Çeviri: Serap Güneş


Her şey bir keçi ile başladı. Bahtsız hayvan 1939 baharında Hollanda’da doğmuştu ve geleceği parlak görünmüyordu. Bedeninin sol tarafında, ön bacağının olması gereken yerde çıplak bir kürk parçası vardı. Sağ taraftaki ön bacak öyle deforme haldeydi ki, daha çok toynaklı bir ağaç köküne benziyordu. Dört bacağı üzerinde yürümesi, biraz sorunlu olacaktı.

Ama üç aylık olduğunda, küçük keçi bir veteriner enstitüsü tarafından evlat edinildi ve yeşillik bir tarlaya taşındı. Orada hızla serpildi ve kendine has bir yürüme şekli geliştirdi. Arka bacaklarını ileri ittirerek yarı dik ayakta durana kadar kendisini sürüklüyor ve sonra zıplıyordu. Sonuç pek de heybetli olmasa bile, bir kanguru ile tavşanın sekmesi arası bir şeydi.

Bu yiğit keçi ne yazık ki birinci yaş gününün hemen ardından bir kaza geçirdi ve hayatını kaybetti. Ama iskeleti açığa çıkmayı bekleyen son bir sürpriz saklıyordu.

Yüzlerce yıldır, bilim insanları kemiklerimizin değişmez olduğunu, ebeveynlerimizden miras aldıkları talimatlar doğrultusunda öngörülebilir bir şekilde büyüdüklerini düşünüyordu. Ama Hollandalı bir anatomist keçinin iskeletini incelediğinde, adapte olmaya başlamış olduğunu gördü. Kalça ve bacaklarındaki kemikler beklenenden daha kalındı ve bileklerindekiler uzamıştı. Ve son olarak, parmakları ve kalçaları daha dik bir poza uyum sağlayacak şekilde anormal bir açı kazanmıştı. Keçinin iskelet duruşu, kanguru ve tavşan gibi seken hayvanlarınkini andıran bir görünüm almaya başlamıştı.

Bugün iskeletlerimizin şekil almaya şaşırtıcı şekilde meyilli olduğu kesin şekilde anlaşılmış bir gerçek. Müzelerde sergilenen bembeyaz kalıntılar katı ve değişmez görünebilir ama etimizin altındaki kemikler son derece canlı – aslında kan damarlarına sahipler ve pembe renkteler – ve kesintisiz şekilde kırılıp yeniden oluşuyorlar. Yani her insanın iskeleti kendi DNA’sındaki kaba şablona göre gelişirken, sonrasında sürdükleri yaşamın kendine özgü gerilimlerine uyum sağlayacak şekilde biçim alıyorlar.

Bu, sahibinin nasıl yaşadığını öğrenmek için iskeletlerin incelenmesini içeren ve “osteobiyografi” – tam olarak “kemiklerin biyografisi” – olarak bilinen bir disiplinin ortaya çıkmasına yol açtı. İki bacak üzerinde yürümek gibi belirli aktivitelerin arkalarında daha sağlam kalça kemikleri gibi öngörülebilir bir imza bıraktıkları gerçeğine dayanıyor.

Ve birçok insanın kafatasının arkasında merak uyandırıcı bir sivrilik büyüdüğünün keşfinden, çenelerimizin küçüldüğüne ve Alman gençlerinin bugün daha önce hiç olmadığı kadar ince bileklere sahip olduğu bulgusuna kadar, modern yaşamın, kemiklerimiz üzerinde bir etki bıraktığı kesin.

Tinian’daki nam salmış kaslı şef Taga’nın Evi / Fotoğraf: Getty Images

Osteobiyografinin nasıl işlediğinin bir örneği olarak, Guam ve Mariana Adaları’nın “güçlü adamlarının” gizemi verilebilir. Bu gizem, Pasifik Okyanusu’ndaki Filipinler’in 2560 km doğusunda bulunan Tinian adasında 1924’te bir erkek iskeleti keşfedilmesi ile başladı. Kalıntılar 16. ya da 17. yüzyıldan kalmaydı ve devasaydılar. Bu adamın kafatası, kol kemikleri, köprücük kemikleri ve alt bacak kemikleri, son derece güçlü ve olağandışı uzun olduğunu gösteriyordu.

Bulgu, çok eskilerde bölgeyi yönetmiş olan ve gerçekten kahramanlara özgü fiziksel özelliklere sahip devlere dair yerel efsanelere şıp diye uyuyordu. Arkeologlar ona adanın insanüstü kuvvetiyle bilinen ünlü mitolojik şefi Taga’dan esinlenerek “Taga adamı” anlamında Taotao Tagga adını verdiler.

Başka mezarlar da keşfedildikçe, ilk iskeletin bir anormallik olmadığı ortaya çıktı; hem gerçekte hem de kurguda, Tinian ve çevre adalar, olağan dışı ölçüde kuvvetli bir insan ırkına ev sahipliği yapmıştı. Ama bu kuvvetlerini nereden almışlardı?

Aslında, kuvvetli erkeklerin kalıntıları çoğu zaman yanlarında bir cevapla uzanıyor oluyorlar. Taga örneğinde, gerçekte evini destekleyecek olan 12 adet oymalı görkemli taş ayağın arasına gömülmüştü. Bu arada, onun ve başka kemiklerin yakından incelenmesi, insanların bir sürü taş işlemesi yaptığı ve dev kayalarla bir şeyler inşa ettikleri Güney Pasifik’teki Tonga takımadalarındakilerle benzer özelliklere sahip olduklarını ortaya çıkardı.

Adadaki böyle evlerin en büyüğü 5 metre yüksekliğinde ve neredeyse 13 ton ağırlığında (iki gelişkin Afrika fili kadar) taş ayaklara sahipti. Kaslı devlerin gizemli ırkı değildi bu; erkekler kuvvetli yapılarına salt sıkı çalışma üzerinde ulaşmışlardı.

Gelecekte insanların 2019’da nasıl yaşadıklarını anlamak için aynı tekniğin kullanılması halinde, bilim insanları iskeletimizde modern yaşam tarzımızı yansıtan bazı karakteristik değişikler bulacaklardır.

/Users/serapgunes/Library/Containers/com.readitlater.PocketMac/Data/Library/Application Support/Pocket/offline/cache0/RIL_assets/ichef.bbci.co.uk/wwfeatures/live/976_549/images/live/p0/7c/rk/p07crk4s_580-0.jpg
Akıllı telefonlarımızda geçirdiğimiz zaman kafataslarımızın şeklini değiştiriyor gibi görünüyor / Fotoğraf: Alamy

“20 yıldır hekimlik yapıyorum ve hastalarımın kafataslarında bu büyümeyi sadece geçtiğimiz on yıl içinde görmeye başladım,” diyor David Shahar. Kendisi Avustralya’nın The Sunshine Coast Üniversitesi’nde sağlık alanında çalışan bir bilim insanı.

“External occipital protuberance” (kafanın arkasındaki dış şişlik) olarak bilinen bu sivri çıkıntı, kafatasının arkasında, boynun hemen yukarısında kalan alt kısımda bulunuyor. Sizde de varsa, parmaklarınızla hissedebilirsiniz, hatta kelseniz arkadan görünebilir bile.

Çok yakın zamana kadar bu tür bir şişliğin son derece nadir olduğu düşünülüyordu. Şişliğin ilk kez incelendiği 1885’te, tanınmış Fransız bilim insanı Paul Broca, adı bile olmamasından şikayet etmişti. Bir sürü numune üzerinde çalışmış olmasına rağmen bu şişliğe sahip olanını hiç görmemişti.

Buradan bir yere varacağını hisseden Shahar, araştırmaya karar vermiş. Meslektaşı ile birlikte, 18 ila 86 yaşlarında bin kişinin kafatası röntgenlerini analiz etmiş. Tüm şişlikleri ölçmüş ve her katılımcının duruşunun nasıl olduğunu not etmişler.

Ve bu bilim insanları çarpıcı bir şey buldu. Şişlik beklediklerinden çok daha yaygındı ve aynı zamanda genç yaş grubunda daha fazla görülüyordu: 18-30 yaş arası her dört kişiden birinde bu şişlik vardı. Bu nasıl olabilirdi? Ve bundan endişe etmeli miydik?

Shahar, şişliğin yaygınlaşmasının modern teknoloji ile alakası olduğunu düşünüyor, özellikle de yakın dönemde akıllı telefonlara ve tabletlere olan düşkünlüğümüzle. Bu cihazlara eğildiğimizde, boynumuzu uzatıyoruz ve başımızı önde tutuyoruz. Bu sıkıntılı bir şey çünkü ortalama bir kafanın ağırlığı 4,5 kilo, yani büyük bir karpuz kadar.

SMS boynu

Dik oturduğumuzda, bu iri nesneler omurgamızın üstünde düzgün şekilde dengede duruyor. Ama sosyal medyadaki favori kedimizi incelemek için öne eğildiğimizde, kafamızı yerinde tutmak için boynumuz geriliyor. Doktorlar bunun sebep olabileceği ağrıya “SMS boynu” diyorlar. Shahar, şişkinliklerin oluşma sebebinin, kambur duruşun boyun kaslarının kafatasına bağlandığı yerde ekstra basınç oluşturması olduğunu söylüyor. Ve beden buna çözüm olması için yeni kemik katmanları ortaya çıkarıyor. Bu sayede kafatası, ağırlığı daha geniş bir alana yayarak ekstra gerilimle baş edebiliyor.

Elbette kötü duruş 21. yüzyılda icat edilmiş bir şey değil; insanlar daima üstüne eğilebilecekleri bir şeyler buluyordu. Öyleyse kitaplarda neden bu kafatası şişkinliklerini görmüyorduk? Bunun bir sebebi, şu anda telefonlarımızda geçirdiğimiz zamanın bu denli artmış olması olabilir. Bunu insanların daha önce okur vaziyette geçirdikleri süreyle kıyasladığımızda müthiş bir artış var. Örneğin 1973’te, modern el cihazlarının icadından çok önce, ortalama Amerikalı her gün tipik olarak iki saat okuyordu. Buna kıyasla günümüz insanı neredeyse bunun iki katı zamanı telefonlarına bakarak geçiriyorlar.

Gerçekten de, Shahar için en büyük sürpriz, şişkinliklerin büyüklüğü olmuş. Bu çalışmayı yapmadan önce, en yakın tarihli araştırma, 2012’de Hindistan’daki bir osteoloji laboratuvarında yürütülenmiş. Bu tamamen kemikler üzerine çalışan bir laboratuvar. Tahmin edebileceğiniz üzere, epeyce kafatası var ellerinde ama oradaki doktor yalnızca bir tanesinde şişlik bulmuş. 8 mm ile epey küçükmüş; Shahar’ın çalışmasında şişlik bile sayılmayacak bir büyüklük. “Ve o zaman bunun üzerine bir makale yazılabilecek kadar önemli olduğunu düşünmüştük,” diyor Shahar. Kendi çalışmasında ise, en kayda değer şişlikler 30 mm uzunluğundaymış.

Merak uyandırıcı biçimde, Mariana adalarındaki kuvvetli adamlar da kafataslarında şişliğe sahip. Onlarınkinin de benzer bir sebeple geliştiği düşünülüyor: güçlü boyunlarını ve omuz kaslarını desteklemek. Bu adamlar omuzlarına geçirdikleri halkalarla ağır yükler taşımış olabilirler.

Sahar, bu modern şişliklerin ortadan kalkmayacağını söylüyor. Giderek büyüyecekler, diyor, “Sarkıtlarınız ve dikitleriniz varmış gibi düşünün, kimse onlara bir şey yapmadığı sürece büyümeye devam ederler.” Ama bunların kendi başına bir sıkıntı yaratma ihtimali zayıf. Bir sorun olması halinde, muhtemelen bedenin kamburluğumuzu telafi etmek için yapmak zorunda kaldığı başka bir şey yüzünden olacak.

/Users/serapgunes/Library/Containers/com.readitlater.PocketMac/Data/Library/Application Support/Pocket/offline/cache0/RIL_assets/ichef.bbci.co.uk/wwfeatures/live/976_549/images/live/p0/7c/rj/p07crjxs_580-0.jpg
Bileklerimiz inceliyor olabilir. Muhtemelen önceki kuşaklardan daha az egzersiz yaptığımız için. / Fotoğraf: Alamy

Dünyanın öbür ucunda, Almanya’da bilim insanları tuhaf bir gelişmeyi ortaya çıkardılar: bileklerimiz inceliyor. Potsdam Üniversitesi’nden bir antropolog olan Christiane Scheffler, bu trendi fark ettiğinde okul çağındaki çocukların beden ölçüleri üzerine çalışıyordu.

İskeletlerin zaman içinde ne kadar değiştiğini tam olarak görmek için, Scheffler çocukların 1999 ile 2009 arasında ne kadar sağlam ya da “büyük kemikli” olduğunu araştırmış. Buna iskelet yapılarının hesaplanması dahilmiş. Bu hesap bir kişinin boyunun bileklerinin kalınlığına kıyaslanması ile yapılıyor. Ardından sonuçları 10 yıl önceki aynı içerikli çalışmanınkilerle karşılaştırmış. Çocukların iskeletinin her yıl daha ince yapılı hale geldiğini bulmuş.

“Böylece bunun bir sebebi olmalı diye düşünmeye başladık,” diyor Scheffler. İlk düşüncesi bunun genetik olabileceği olmuş ama nüfusun DNA’sının 10 yılda bu kadar değişebilmesi pek mümkün görünmüyormuş. İkinci tahmin çocukların kötü beslenmiş olması imiş ama Almanya’da böyle bir sorun söz konusu değilmiş. Üçüncüsü ise günümüz gençliğinin koltuğa çökmüş patates çuvalı kuşağı gibi olması.

Scheffler cevabı bulmak için bu kez bazı meslektaşlarıyla birlikte yeni bir çalışma yaptı. Bu çalışmada çocuklara günlük alışkanlıklarıyla ilgili bir anket de yaptı ve ayrıca adım ölçer kullanmalarını istedi. Ekip, çocukların iskelet yapısının sağlamlığı ile her gün yürüdükleri mesafe arasında güçlü bir bağlantı ortaya çıkardı.

Kaslarımızı her kullandığımızda onları destekleyen kemik kütlesini arttırdığımız bilinen bir gerçek. “Sürekli kullanırsanız, daha yüksek bir kemik dokusuna ulaşırsınız. Bu ise daha yüksek kemik yoğunluğu ve daha geniş çevre ölçümü ile tespit ediliyor,” diyor Scheffler. Çocukların küçülen iskelet yapısı, modern yaşama doğrudan uyarlanma gibi görünüyor çünkü kullanmıyorsanız kemiklerin büyümesinin hiçbir anlamı yok.

Ama bu verilerde saklı başka bir sürpriz daha vardı: yürümek bir etkisi var gibi görünen tek egzersiz biçimiydi. Scheffler bunun sebebinin, en coşkulu spor fanlarının bile çoğunun çok az egzersiz yapması olduğunu söylüyor. “Anneniz haftada bir ya da iki saat sizi spor salonuna arabayla götürse bile bunun olumsuz etkisi oluyor,” diyor.

Bu ilişki yetişkinlerde de var mı diye kimse araştırmamış olmasına rağmen, aynı kuralın geçerli olma ihtimali yüksek: uzun mesafeler yürümeksizin haftada birkaç kere spor salonuna gitmek işe yaramıyor. “Çünkü evrimimiz bize günde 30 km kadar yürüyebileceğimizi söylüyor.”

Üst çenenin alt çeneden hafifçe önde olmasının sebebi, modern insanların konuşma şekli: “f” ve “v” seslerini daha kolay söyleyebilmek için. / Fotoğraf: Alamy

Üst çenenin alt çeneden hafifçe önde olmasının sebebi, modern insanların konuşma şekli: “f” ve “v” seslerini daha kolay söyleyebilmek için.

Son sürpriz ise yüzlerce yıldır kemiklerimizde gerçekleşmekte olan bir değişimde saklı ama bunu henüz fark ettik. 2011’de, Buffalo’daki New York Eyalet Üniversitesi’nden Noreen von Cramon-Taubadel kafatasları üzerinde çalışıyordu. Bir antropolog olarak, sadece kafataslarına bakarak nereli olduklarını anlamak mümkün mü, merak ediyordu.

Cramon-Taubadel bu soruya cevap ararken, dünyanın dört bir yanındaki müze koleksiyonlarında kafataslarını bulup karşılaştırdı ve zahmetli bir şekilde ölçtü. Böyle bir şey gerçekten de mümkündü: genel olarak, bir kafatasına bakıp sahibinin nereli olduğunu söyleyebilirdiniz. Ama bunun geçerli olmadığı bir durum da vardı: çene.

Kısa süre içinde anladılar ki, çenenin şekli genetik olarak belirlenmek yerine, en çok o kişinin avcı toplayıcı bir toplumda mı yoksa tarım toplumunda mı yetiştiği ile belirleniyordu. Cramon-Taubadel, meselenin bu kişinin büyüme evresinde ne kadar çiğnemek zorunda olduğuyla ilgili olduğunu düşünüyor. “Ortodonti açısından düşünürseniz, bu çalışmayı ergenlerle yapmamızın sebebi açık: çünkü kemikleri hala gelişme aşamasında ve farklı baskılara yanıt verecek şekilde biçim kazanıyorlar,” diyor.

Gıdanın yumuşak ve lezzetli olduğu modern, tarım temelli toplumlarda, çok fazla çiğnemek zorunda kalmadan lokmaları yutabiliyoruz. Daha az çiğnemek daha zayıf kaslar demek, bu da çenelerimizin o kadar sağlam gelişmemesine neden oluyor. Başka bir görüş ise, meselenin emzirme ile ilgili olabileceği, çünkü annelerin bebeklerini sütten kestikleri yaş, katı gıda çiğnemeye başladıkları yaş da oluyor.

Ama zayıf tarım toplumu çenesine ağıt yakmak için erken. Cramon-Taubadel, çiğnemenin yüzün alt kısmındaki etkisinin aslında pek fark edilir düzeyde olmadığını söylüyor. Esas etki dişlerde görülüyor. “Yani ana sorunumuz, özellikle de sanayi sonrası toplumlarda, diş problemleri yaşamamızın çok daha olası olması: dişlerin üst üste binmesi, çarpık olması vs.,” diyor. “Şu anda, araştırmamız gösteriyor ki, biyomekanik olarak birazcık bile daha sert bir diyetle, özellikle de çocuklarda, dişlerimizle ilgili sorunların bazılarını çözebiliriz.”

Ve burada beklenmedik bir sürpriz daha var. İnanılmaz ama, çene ve dişlerimizdeki bu değişimin olumlu bir yan etkisi olmuş; en azından konuşma şeklimize. Yakın tarihli bir çalışma, yaklaşık 12.000 yıl önce Neolitik dönemde tarımı keşfetmiş toplumlarda, lokmalarımızın değişiminin “f” ve “v” gibi yeni sesleri çıkarabilmemizi sağladığını gösteriyor. Araştırmacılar bu dönüşümün konuştuğumuz dili değiştirdiğini düşünüyor. Çıkarılması zor bu sesler konuşulan seslerin eskiden sadece %3’ü iken bugün %76’sına ulaşmış.

Bugün yaptığımız gibi sadece lokma almak yerine, eskiden yetişkinler ısırıp koparmak zorundaydı. O gün yetişkinlerin nasıl konuştuğunu duymak için, alt çenenizi öne çıkarıp üst ve alt dişlerinizi hizalayın ve “fiş” ya da “Venüs” demeye çalışın.

Peki gelecekte arkeologlar iskeletlerimizden ne çıkaracaklar? Dikkatli olmazsak sağlıksız diyetler, şaşırtıcı derecede hantal yaşamlar ve teknolojiye hastalıklı bir bağımlılık olacak vardıkları sonuçlar. Belki de en iyisi gömülmek yerine yakılmak mı acaba?


PAYLAŞ:
    WhatsApp'da Paylaş!   Telegram'da Paylaş!     Yazdır   E-Posta Gönder

Önceki Haber
Tatil bitti, ders zili çaldı
Sonraki Haber
İstanbul'da Perşembe ve Cuma günü kar yağışı bekleniyor