Ana SayfaManşetYalnızlık: Konfor mu tuzak mı? – Xane Anuş

Yalnızlık: Konfor mu tuzak mı? – Xane Anuş


Xane Anuş


yalnız insan merdivendir

hiçbir yere ulaşmayan

L. Aragon

Modern çağlarda insanın en temel çıkmazlarından biri haline gelmiş bir mesele yalnızlık. Üzerine güzellemeler yapılır, şiirler yazılır, şarkılar söylenir… Dibe çektiği ya da Nirvana’ya ulaştırdığı yönünde çeşitli tanımlama ve rivayetler de sürüp gider.

Ne başı bellidir insanın yalnızlıkla imtihanının ne de sonu görünecek gibi duruyor. Katmanlı, çok bilinmeyenli bir konudur aslında. Bireyin varoluş sorununun kaynağı ya da sonucu da olabilir, bir toplumun var olma bilincinin yarımlığı da.

Kimine göre insanın kendinden yani toplumsallığından kaçması, kimine göre ise toplulukların bireyi tükettiği anda kendini korumak için bir sığınak.

Modern zaman güzellemelerinde yüceltilen ve biricik kılınan konfor alanı olarak da sunulabilir, özendirilebilir yalnızlık.

Bu satırları yazan kişiye sorarsanız; neresinden bakarsak bakalım bir kaçma halidir, bazen iyiye bazen kötüye doğru bilinmez bir yolun başıdır. Kaçtığımız her neyse sığındığımız konfor alanı bir süre sonra içimizi büyük bir boşlukla doldurur.

İnsan –ki sadece insan değil, bütün canlılar için geçerlidir bu- toplumsal bir varlıktır. Toplumsallıktan koptuğumuz anda bireyin içinde biriken karanlıkla savaşması zorlaşır. Orada çatışmaların en derini başlar.

Toplumla çatışmamak için kaçtığımızda içimizde başlayan kavganın sonucu yorucu ve bir o kadar bencilcedir.

İnsanın yalnızlığında saplandığı kötücül konforu en iyi anlatan belki de Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ıdır:

“Yazdıklarımı okurken hoş bir duyguya kapılmayacaksınız eminim, hepimiz daracık dünyalarımızda insanlardan kopuk yaşıyoruz çünkü. Gerçek hayata öylesine yabancılaşmışız ki, adını bile duymak istemeyiz. Peki, ama neden bazen olmadık, aptalca arzular peşinde koştururuz? Sebebini biz bile bilmiyoruz. Üstelik bu olmadık isteklerimiz gerçekleştiğinde en çok zararı görecek olan da biziz.
“Deneyin isterseniz, içimizden birinin bağlarını çözüp, esaretini kaldırınız, emin olun, o yine esaret altına girmek isteyecektir. Bu yazdıklarımı okuduğunuzda kızgınlıktan ayaklarınızı yere vuracak ve: ‘Siz, kendi rezil hayatınızdan, kendi yeraltınızdan bahsedin!’ diye bağıracaksınız. Hepinizi bu işin içine katarak kendimi kurtarmaya çalışmıyorum. Ben, sizlerin korkaklığınıza ‘ölçülü davranış’ kılıfını geçirip, yarım bıraktığınız her şeyi sonuna kadar götürdüm. Hayatın gerçeklikleri ile sizden daha fazla yüz yüze geldim ben.
“Etrafınıza şöyle bir göz gezdiriniz! Gerçek hayat denilen şeyin ne olduğunu, nerede olduğumuzu bilmiyoruz bile! Kitaplarımızı ve hayallerimizi elimizden alsalar, öylece ortada kalakalacağız. Neyi sevip nede nefret ettiğimizi bilemeyeceğiz. Etiyle, kemiğiyle gerçek birer insan olmak o kadar zor ki…”

Yalnızlık ve birliktelik/toplumsallık birbirini kapsar, birbirine dönüşür. Bir bakıma yalnızlık süreçlerini yaşamış, yalnızlık bilincine ulaşmış, ontolojik yalnızlığının farkında olan bireylerin, diğerleriyle daha yapıcı, anlamlı ve değer taşıyan ilişkiler kurabilmesi mümkün.

Yalnızlık ve toplumsallık arasında uyum ve paradoks olduğu kesin. Birbirini besleyen tarafının yanında aynı zamandan birbirine yabancılaşan yönüyle varlığını sürdürür bu durum.

Yalnızlık düşüncede, duyguda dönem dönem kendimize dönüp baktığımız varlığımızı yeniden temize çektiğimiz bir inziva hali olduğundan elbette ki toplum ve birey arasındaki uyumun sürekliliğine de işaret eder.

Hele ki sürüler halinde güdümlü kitlelerin başıboş söylemleri arasında bazen doğruyu, iyiyi ve güzeli savunan yalnızlık, sanırım yalnızların en güzeli ve en asili olsa gerek.

Mesela faşizmin kitleler halinde hücum ettiği, doğru ile yanlışın ayrımının azaldığı puslu havalardaki yalnızlık hissi. Ama yalnızlık hücum etmiş cehalet ve kötülüğün panzehiri midir?

Bu soruya verilecek cevap; asla!

Peki, evlere odalara, içimize yönelen sesimizin çarpacağı duvarların ardındaki yalnızlıktan kurtulmak ve çoğalmak mümkün müdür?

Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde Milan Kundera, yalnızlığın/çoğalmanın içindeki sürprizlere cevap arar:

“Ne istediğini bilememenin aslında son derece doğal olduğunu anlayıncaya kadar kızdı kendine. Sadece bir tek hayat yaşadığımız için bu hayatı öncekilerle karşılaştıramaz ya da kusurlarımızı gelecekteki hayatlarımızda gideremeyiz; bu nedenle de ne istediğimizi bilemeyiz. Tereza’yla olmak mı daha iyiydi, yalnız olmak mı?
“Karşılaştırma fırsatı olmadığı için hangi kararın daha iyi olduğunu sınamanın yolu yok. Olaylar nasıl gelişirse öyle yaşıyoruz, önceden uyarılmaksızın, rolünü ezberlemeden sahneye çıkan bir tiyatro oyuncusu gibi. Yaşam öncesi ilk prova yaşamın ta kendisiyse, ne değeri olabilir yaşamanın? Yaşamın hep bir taslak olması bundandır işte.”

Taslağı, aslı, sureti velhasıl yaşamın kendisi ya da yalnızlığın var oluştaki yeri üzerine çok şey yazılır söylenir.

Konumuz yalnızlığı yermek, çoğul olmayı övmek değil kuşkusuz. Yanılgılı bir yalnızlık ile içine kapandığımız kafeslerin demir gıcırtısıdır belki rahatsızlığımız. Zira ‘dil ağrıyan dişin üstüne gidermiş’.

Aragon’la başladık onunla bitirelim:

yalnız insan deli rüzgar

ne zevk alır ne haz verir

dokunduğu küldür uçar

sunduğu tozdur silinir




Önceki Haber
Kadın çalışanı cinsel saldırıya maruz bırakan erkek yönetici tutuklandı
Sonraki Haber
Erzurum'da halk otobüsü devrildi: Bir kişi yaşamını yitirdi