Ana SayfaYazarlarCengizhan KaptanCorona virüsü ve gözetim toplumu: Ya karşılıklı dayanışma?

Corona virüsü ve gözetim toplumu: Ya karşılıklı dayanışma?

Bugün sağlık ekipmanlarının kaç adet olacağını belirleyen ‘üst’ kurumların, kendi belirledikleri sayıların yetmezliği karşısında kimlerin öleceğini seçme hakkını belirleyebilecekleri bir dünyada yaşıyoruz. Ve bu belirlemelere rağmen, yani çözümsüzlüğü üretenlerden çözüm bekliyoruz. Oysa, yitirilen insanlar kayıplar hanesindeki verilerden ibaret günümüzde.


Cengizhan Kaptan


Corona krizi korkutmaya devam ediyor. İnsanların kimi zaman ‘savaş ya da sıvış’ diyebileceğimiz varoluşsal kaygı temelli güdülerini çarpıcı biçimde ortaya koyan bir pandemi ile karşı karşıyayız. Günlerdir ‘mecburi’ eve kapanmanın bazı yararlı noktaları da olmuyor değil; insan, toplumu gözetliyor, toplum ve doğa hakkında yazılanları tekrar tekrar gözden geçiriyor ve düşünüyor.

Bu eylemleri yaparken, belli ki kafa yapısı daha sağlıklı kalanlar, geçmişte yaşanan acıları unutmuyor; toplumsal hafızanın silinmesine izin vermiyor. Önceki günkü Elend Aydın’ın ‘Halepçeyiz’ yazısını içim burkularak okudum; defalarca. Bir virüs türümüzden bir kısmını aramızdan alırken, türümüzün kibirli ve soykırımcı olanlarının yaptığı katliamları kendi yaşamsal kaygılarımız yüzünden unutmamalıyız asla. Evet, Halepçeyiz!

Corona’da ise bilanço ağırlaşırken, nihayet Avrupa’nın en baştan yapması gerekenleri yeni yeni yapmaya başladığını görüyoruz. Burada iki adet tercih söz konusu.

Birinci tercih, İngiltere’nin yapmayı göze aldığı ve ‘sürü bağışıklığı’ (İng. herd immunity) denilen bir yol. Salgınların direnci, yayılma hızları vs. istatistiksel bilgilere dayanarak bir toplumda (ya da ülkede) belirli bir sayıda insanın enfekte olması neticesinde, artık salgının yayılmayacağını zira toplumun genel anlamda bağışıklık kazanacağından yola çıkan bir anlayış.

Covid-19 özgülünde bu oranın yüzde 40-60 arasında değişebileceği öngörülüyor. Yaklaşık 67 milyon insanın yaklaşık 40 milyonunun (yüzde 60 civarı) enfekte olması demek. Ölüm oranı henüz tam net olarak saptanmasa da yüzde 2’lerde öngörülerin yoğunlaştığını ifade edersek, İngiltere, bu göstergeler, hatta tahminler değişmedikçe, 800.000 (sekiz yüz bin) insanın ölümüne rıza gösteren bir sağlık politikasına sahip diyebiliriz. Önceki gün itibarı ile Hollanda’nın da İngiltere’ninki gibi bir politika izleyeceği düştü haberlere.

Tamamen varsayımlara dayalı ve hayatı gözden çıkaracağını ilan eden bir politika bu. Etik olmadığına ve tehlikeli bir yol olduğuna dair yorumlar anlaşılabilir bir şekilde mevcut. Yüzde 60’ın yüzde 60 olması gibi bir kesinlik yok; ikincisi, mutasyon olursa bunun etkisinin ne olacağını kimse bilemiyor. Devi Sridhar, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) önerilerine aykırı bu politikanın bir kumar olduğunu Guardian’daki yazısında detaylı bir şekilde açıklayıp kafamdaki ‘acaba’yı ortadan kaldırdı.

İkinci politika ise, çaresizlik ve belirsizlik gölgesinde ‘geciktirme ile kontrol altında tutmak’. Aşı ya da ilaç bulunana dek ölümleri minimum düzeyde tutmak ve pandeminin yol açtığı toplumsal paniği azaltmak gibi gayeleri mevcut. Ancak, başta İtalya ve diğer ülkeler şimdiki sıkı uygulamalara geçme konusunda geç kaldılar. Özellikle İtalya’da durum iç acıtıyor; her gün yaklaşık 350 kişi hayata veda ediyor bu günlerde. Ayrıca karantinanın yol açabileceği psikolojik türbülanslar söz konusu.

Konu çok geniş. Korunma konusunda alanında yetkili isimlerden, psikolojik sıkıntı yaşanıyorsa da bu konunun uzmanlarından destek alınmasını naçizane hatırlatıp Covid-19 ile ilgili bazı önemli isimlerin yaptığı açıklamaları politik perspektifte tartışmak istiyorum.

Yuval Harari

Homo Deus adlı eserinde dataizmin yeni din olacağını iddia eden Yuval Harari’ye göre Covid-19, en az son 100 yıldır yaşanan en kötü salgın. Çare olarak ya insanlara hükümetlerin doğru bilgi verip insanların bunu uygulaması gerektiğini ya da hükümetlerin biyometrik sinyaller ile insanları gözetleyip teşhiste bulunabileceğini söylüyor. Ancak kitaplarında yapmadığı bir şekilde uyarıyor bizleri: Salgın bitince bu biyometrik gözetim sisteminin kalıcı olacağını ve totaliter bir yapının iyice hakim olacağı konusunu dile getiriyor röportajında.

Harari’nin önermelerine en temel itirazım hep bu teknolojilerin kime ait ise onun tarafından yıkıcı bir şekilde kullanılma riski idi. Konu insana gelince, Harari’nin de ‘işe yaramaz insan oluşacak’tan, totaliter yapının tehlikesine değinme noktasına gelmesi ve biyopolitikaların en güçlü şekilde hakim olması riskini ele alması olumlu. Bu konuda daha detaylı bilgi için Çin’de mevcut not sistemi ve gelişim sürecini ele alan Maxime Azadi yazısının okunmasını öneririm.

Diğer bir açılım da Žižek’ten geldi. Yazısında ya en güçlünün hayatta kalması ya da global anlamda işbirliği içeren yeni bir komünizm arasında tercih yapmayı öneriyor Žižek. Güzel örnekler sunup, panik yapmama çağrısının daha büyük paniğe yol açtığını belirtiyor; böyle ifade edecek olursam. Kim paniğin kendisini tuvalet kağıdı istiflemekte simgeleştireceğini tahmin edebilirdi ki? Ancak, yazısında bazı çelişkiler mevcut. Birincisi, komünizmi küresel diye nitelemek çok da tutarlı bir yaklaşım değil. Zira komünizm zaten küresel bir şekilde uygulanabilecek bir sistemdir; revize edilmiş halleri artık ne komünizmdir ne de bu gerçeği ortadan kaldırabilir.

İkincisi, olmayacak duaya amin der gibi, mevcut hükümetlerden komünizmvarı, kolektif uygulamalar beklemek irrasyonel bir tavırdır. Hükümetlerin tam tersini yapacakları bilinen aksiyonları yerine, yazının ağırlık noktası olan insanların kolektif yardımlaşmasında diretmesi çok daha gerçekçi ve doğru bir tavır olurdu. 2012 filmindeki basiretli yöneticileri bulamayacağız önümüzdeki süreçte. Tersine, Almanya’da yapılmakta olan aşıyı ABD’nin tekeline almak isteyenleri bulacağız. Žižek, devletler arasında askeri sefer misali bilgi paylaşımı yapılması ve tam bir koordinasyon olması gerektiğini söylerken güzel özlemlerini dile getiriyor ama askeri seferlerin emperyal amaçlarını ıskaladığı gibi devletlerin aslında başka devletlere karşı koordine olduğunu da atlıyor. Verdiği örnek devletlerarası uyumsuzluklara dair bir örnek gerçekte. Olgu odaklı ve süreçsel analizi kaçıran bir yaklaşım olarak görüyorum ustanın analizini.

Slavoj Žižek

Gözetim toplumuna daha önceki bir yazımda, Byung-Chul Han’ın Psikopolitika adlı çalışmasını değerlendirirken değinmiştim. Tarih, Foucault’nun tanımlamalarını gelişen teknoloji eşliğinde daha da etkili bir biçimde doğruluyor. Biyometrik yöntemler, hemen her türlü bilginin veri haline gelmesi, konuşmaların, internet tıklarının veri olarak işlenmesinin çok zararlı olan yönlerinden birisi de insan eylemlerinin ve hatta öznenin de bir veriden ibaret hale gelmesi. Bunlara karşı bilgilendirme alternatifi öne süren Harari’nin ve ‘yeni icat edilmeli’ diye lanse ettiği komünizmi mevcut kapitalin en yakıcı ve yıkıcı uygulamalarını yapan hükümetlerden bekleyen Žižek’in çağrılarının ortak paradoksu, mevcut sağlık politikalarını yapanların kendilerine ters düşen politikalar izlemelerini dilemek.

Benim küçük önerim ise, tarihimizin değerlerini ifade eden insanların çağrılarını yinelemek olacaktır. Kropotkin’in ‘karşılıklı yardımlaşma’sı, Bookchin’in önerdiği ‘halk meclisleri’ ile çözümün insanların kolektif faaliyetlerinden kaynaklanması gerektiğinin altını çizmek istiyorum bir kez daha. Bugün sağlık ekipmanlarının kaç adet olacağını belirleyen ‘üst’ kurumların, kendi belirledikleri sayıların yetmezliği karşısında kimlerin öleceğini seçme hakkını belirleyebilecekleri bir dünyada yaşıyoruz. Ve bu belirlemelere rağmen, yani çözümsüzlüğü üretenlerden çözüm bekliyoruz. Oysa, yitirilen insanlar kayıplar hanesindeki verilerden ibaret günümüzde.

Kabul edelim, bu anlamda, şu anda, pek donanımsızız da. Sosyalist kültürün belirli oranda mirasını barındıran Küba ve bir iki ülke dışında diğer ülkelere yardım sunan kimimiz kaldı? Metin Yeğin çok güzel betimledi geçen gün: “Kendimize şunu itiraf edelim ki yıllardır yıkmayı beceremediğimiz sistemin aslında ne kadar da eften püften olduğunu gösterdi korona.”

Bu sistemden kurtulmak istiyorsak, bir kıvılcım çakmak istiyorsak, nesneleşmiş özneler olmak yerine, tekrar düşünen, çözüm arayan ve ‘ortak’ çözüm üreten bir toplum çıkarabilmeliyiz ortaya. Bu da ancak katılımcı bir oluşum ile, doğrudan, yüz yüze çalışan bir örgütlenme ile yapılabilir. Falanca kasabanın kaç sağlık ünitesine ve çalışanına ihtiyacı olduğunu saptayan o kasabanın kendi meclisleri olmadıkça evrensel komünizmi en azılı sömürüsüz, sınıfsız toplum isteyenlerden bekleyeceğiz yoksa.

Tedbirli olalım. Aşırı değil, olması gerektiği kadar. Alışveriş yaparken, ihtiyacı olanlara da kalması gerektiğini hatırda tutalım aldığımız ürünlerin. Mikro anlamda dahi olsa karşılıklı yardımlaşmayı hayatımızın bir parçası yapmaya çalışalım. Kurtuluş bizleri veri olarak görenlerde de, bizi herşeyin merkezi olarak görenlerde de mevcut değil; ‘biz’lerde. Güzel günler dileği ile.

Previous post
Rûken Tekeş kısa filmi “Hevêrk”i ücretsiz olarak yayınladı
Next post
Kadına şiddete karşı çıkıp, meşru müdafaada bulunmuştu: Kadir Şeker'e 18 yıla kadar hapis istemi