Ana SayfaYazarlarAbdulmelik Ş. BekirTedbir ile yaşam arasında

Tedbir ile yaşam arasında


Abdulmelik Ş. Bekir


Dünya genelinde yayılan koronavirüs salgınına karşı ülkelerin farklı yaklaşımları olsa da bunlar nüans düzeyde. Dünya Sağlık Örgütü başta olmak üzere konuya bilimsel yaklaşan tüm kesimlerin ortaklaştığı en iyi yöntem, hastalığın ‘bulaştırılmaması’ yönünde. Bunun yolu da hayatın durdurulmasını sağlayacak geniş kapsamlı karantina uygulamaları. Zira bu salgının bilinen bir tedavisi yok. Bunun bilincinde olan devletler peşinen yenilgiyi kabul ederek insani ve ekonomik zararları minimize etmenin yollarını arıyorlar.

En iyi yöntem olarak bilinen ‘sokağa çıkmamanın’ birçok zorluğu var. Özellikle yaşadığımız kapitalist sistem açısından bu yöntem tam bir çıkmaza tekabül ediyor. Üretmeden tüketmek anlamına geliyor. Aynı zamanda yurttaşların evlerinde kalmaları için asgari düzeyde gıdanın sağlanması gerekir. Devletleri ve iktidarları çıkmaza sokan husus da budur. Ne kadar hazırlıklı oldukları tam bir muamma olarak önümüzde duruyor.

Salgının ne kadar süreceği bilinmediğinden, hazırlıklı olan, kaynakları bulunan devletler hali hazırda insan sağlığını kısmen öncelemiş bulunmakta. Özellikle Batılı ülkeler üst üste destek paketleri açıklıyor. Bu destek paketleri krizin birkaç ay süreceği tahminine dayalı olarak yapılıyor.

Şimdiye kadar açıklananlar genel olarak birkaç aylık bir süreci kotaracak iyimser senaryoya göre hazırlanan paketler. Bu paketler piyasada gıda maddeleri yeterli düzeyde olduğu sürece geçerlidir. Bir de işin kötü ve en kötü senaryoları var.

Kötü senaryo salgının bir yıl, en kötü senaryo ise bir yıldan daha fazla sürmesi. Zira üretemeden sürekli tüketmenin varacağı nokta gıda krizinin yaşanmaya başlaması demek. Hangi ülkenin böylesi zamanlara yönelik gıda stoku yaptığı ve bu stokun ne kadar süre dayanacağı belirsiz. Ayrıca var olan kaynakların nasıl bir organizasyonla, ne kadar tasarruflu ve eşit dağıtılacağı da büyük bir soru işareti. Dileriz ki böyle bir duruma gelmez ama çok da uzak bir ihtimal olmadığı aşikâr. Gıda krizinin baş gösterdiği bir ortamda artık bol rakamlı parasal paketler işe yaramayacaktır.

Türkiye’de ise maalesef AKP iktidarının ne bir hazırlığı ne de salgınla mücadele stratejisi bulunmaktadır. Ekonomik olarak sıfırı tüketen iktidar, geçen yıl seçim kazanma uğruna daha önce dokunulmayan, kefen parası olarak bilinen ‘ihtiyaç akçesini’ bile kullandı. İhtiyat akçesi tam da bugün görüldüğü gibi doğal felaketlerin baş gösterdiği dönemlerde kullanılmak için ayrılmıştı.

Var olan kaynaklar Varlık Fonu gibi denetimsiz mekanizmalar altından toplanarak AKP-MHP iktidarı tarafından Irak, Suriye, Libya ve ülke içinde ağırlıklı olarak Kürtlere ve demokratik çevrelere karşı başlatılan savaş politikaları kapsamında harcandı. Ne de olsa savaşta ‘leblebi’ kullanılamazdı!

Tüketilecek bir kaynak kalmadı. Birkaç yıldır zaten can çekişen ekonomi hepten dibe vurmuş durumda.

Normal zamanlarda bile hiç gereği yokken OHAL, sıkıyönetim, sokağa çıkma yasakları ilan eden, bunu aylarca sürdüren, gıdasını baskı ve yasaklardan alan AKP-MHP iktidarının sokağa çıkma yasağı ilan etmemesinin tek nedeni, bunun yaratacağı ekonomik külfeti karşılayamaz durumda olmasıdır.

Bu bağlamda AKP-MHP iktidarının yapabileceği çok bir şey de yok aslında. Türkiye ekonomisi bir ay dahi üretmeden tüketmeye dayanacak kapasitede değil. Devletler üst üste sokağa çıkma yasağı ilan ederken, AKP-MHP iktidarının bundan geri durmasının temel sebebi ekonomik çöküştür. Normal zamanlarda bile hiç gereği yokken OHAL, sıkıyönetim, sokağa çıkma yasakları ilan eden, bunu aylarca sürdüren, gıdasını baskı ve yasaklardan alan AKP-MHP iktidarının sokağa çıkma yasağı ilan etmemesinin tek nedeni, bunun yaratacağı ekonomik külfeti karşılayamaz durumda olmasıdır. “Kendi OHAL’inizi ilan edin” açıklaması aslında, “Ben içerde kalmanızın gerektirdiği külfeti karşılayamam” demektir.

Çünkü devlet sokağa çıkma yasağı ilan edince insanların ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. Şimdi bu zorunluluktan kaçmak için insanların kendi kendilerini izole etmeleri isteniyor. Maalesef büyük bir işsizlik ve yoksulluğun olduğu bir ülkede insanların bunu kendi kendilerine yapmaları oldukça zor. İnsanlar işinden olmamak ve evine günlük olarak ekmek götürmek için ölümü göze alarak sokağa çıkmak ve işe gitmek zorunda.

AKP-MHP iktidarı varlık gerekçesi olması gereken bir hizmeti vermediği ve veremediği için maalesef salgınla mücadele stratejisi geliştiremiyor. Her şeyi oluruna bırakan, zorunlu ‘sürü bağışıklığı’ denilen akla ziyan bir uygulamanın içinde iktidar. Bu uygulama ‘ölen ölür’, ‘kalan sağlar bizimdir’ stratejisidir. Bu stratejinin sonu felakettir.

Van’da bulunan İran sınırındaki Kapıköy Kara Hudut Sınırı’nın yolcu giriş-çıkışlarına kapatıldığı 24 Mart 2020’de basına yansımıştı.

İran’la bir ay önce sınır kapılarının kapatıldığı ilan edilmesine rağmen iki gün önceye kadar kapının açık bırakılmış olması, vakaların ve sürece ilişkin sağlıklı bilgilerin toplumla paylaşılmaması, toplumun yaşlı nüfusunu hedef gösteren bir söylemin geliştirilmesi, ısrarla işçiyi, emekçiyi destekleyen, evde kalmasını sağlayacak ekonomik bir desteğin açıklanmamasının anlamı budur.

AKP-MHP iktidarı salgınla mücadele etmek, sivil toplumu ve halkların içinde bulunduğu bir strateji çizmek yerine HDP’li belediyelere kayyım atama, Kanal İstanbul ihalesini tartıştırma ile gündemi değiştirmenin peşine düşmüştür.

İktidar aciz ve çaresiz halde. Açıkladığı ekonomik paketle ekonomi ve halk sağlığı arasında önceliği büyük şirketlerin kurtarılmasına verdi. İşçileri, emekçileri, küçük esnafı açlık ile salgın arasında bir tercihe zorluyor. Bu, iktidarın uyguladığı siyasi ve ekonomik politikaların ülkeyi getirdiği çıkmazdır.

Parasal kaynaklar bir yana, temel gıda maddelerinin bir ay bile karşılanmayacağı bir tablo ile karşı karşıyayız. İktidar bu aciz halini itiraf etmek, toplumu şeffaf bir şekilde bilgilendirip, gelen felakete hazırlamak yerine hala kendini de toplumu da kandırmanın derdinde.

Dolayısıyla bir iki haftada salgının geçmesi ve eskiye dönüş beklentisi içinde olan AKP-MHP iktidarından tedbir almasını beklemek artık beyhude bir beklentidir.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun dün bir televizyon kanalında sarf ettiği, “İstanbul, İzmir, Ankara’da insanlar evlere çekildi ancak Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da insanlar sokaklardadır” söylemi birkaç yönüyle tehlikeli bir açıklamadır. Bu, AKP’nin toplumun sağlığını gözeten bir stratejisinin olmadığı ve daha şimdiden, ortaya çıkacak felaketten toplumun sorumlu tutulacağının açıklamasıdır. Bu, basiretsizlikten toplumu sorumlu tutmaktır.

İki kişinin bir araya gelmesine izin verilmeyen, bir basın açıklaması için onlarca zırhlı araç ve yüzlerce polisin seferber edildiği Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da devletin önlem almaması soru işaretlerine neden olmaktadır.

Bu bağlamda halk artık iktidardan herhangi bir beklenti içinde olmamalıdır. Bu salgının ne olduğu, ne kadar sürdüğüne dair Dünya Sağlık Örgütü başta olmak üzere uluslararası ve Türkiye’de bulunan sağlık örgütleri ve sivil toplum örgütlerinin açıklamaları ve uyarıları oldu. İnsanlar iktidardan bilgi, şeffaflık ve destek beklemek yerine, kendi olanaklarıyla tedbirlerini almak zorundadır.

Salgından korunmanın en iyi yolu evinde kalarak kendini izole etmektir. Kıt kanaat geçinmek pahasına bile olsa bu yapılmak zorundadır. Bu da insanların olanakları oranında olabildiğince temel gıda maddelerini temin etmeleri ve kaynaklarını tasarruflu kullanmalarıyla mümkün.

Köyler daha izole alanlar olduğu için olanağı olan insanların köylerinde yaşamayı tercih etmesi gerekir. Önümüz bahar olduğu için insanlar ihtiyaçlarını karşılayabilecek düzeyde ekin yapabilir ve tedbirlerini alabilir.

Bir araya gelmeden birbirimize dokunmayı, dayanışmayı ve ortaklaşmayı örebilmeliyiz. Her süreç kendi çözümünü, tarzını ve yöntemlerini geliştirir. Önemli olan en asgari zarar ve kayıpla bunu yapabilmektir.

Salgına karşı en önemli dayanak noktası toplumsal dayanışma; moral ve motivasyonu yüksek tutmaktır. Bir araya gelmeden birbirimize dokunmayı, dayanışmayı ve ortaklaşmayı örebilmeliyiz. Her süreç kendi çözümünü, tarzını ve yöntemlerini geliştirir. Önemli olan en asgari zarar ve kayıpla bunu yapabilmektir. Bu yönüyle söylem gücü olan, duruma hâkim ve vâkıf kurumm ve kuruluşların, öncü kişi ve kesimlerin bu zorlu süreçte toplumu tehlikeler yönünde uyarması, çözüm noktasında öneri sunması ve pratikte öncülük etmesi gerekir.

Kesinlikle “panik yapmayın”, “korkuya kapılmayın”, “bir çaresi bulunur mutlaka” yönlü açıklamalara itibar edilmemelidir. Dünya Sağlık Örgütü başta olmak üzere bilimi esas alan örgüt ve kurumlar durumun ciddi olduğu ve panik yapmak gerektiğini söylemektedir. Elbette panik yapmadan tedbirleri almak gerekir. Ancak insanları rehavete düşüren söylemler önlemlerin alınmasını engelliyorsa panik yaparak tedbir almak daha evladır. Tabiri caizse biraz korkmamız gerekiyorsa korkalım, panik olalım. Yeter ki canlar yitmesin.

Dileriz ki bir an önce bu salgının bir çaresi bulunur da aldığımız ve alacağımız tedbirler boşa gider.

En kötü senaryoya göre hazırlanmanın bir zararı yok. Ancak, vurdumduymazlığın canlara mal olduğu ve olacağını bilmek gerek. Tedbir ile yaşam arasında kıyas bile yapılamaz.

Yaşadığımız süreç filmlere iyi bir konu olabilir ve bize filmlerden aşina da gelebilir. Ancak inanın bir film izlemiyor ya da filmde değiliz. Günün sonunda ve tam zamanında bir kahraman çözüm bulmayabilir. Herkes kendi filminin kahramanı olabilir. Tedbirler geliştirmeli ve bilimi esas alan kurumlar takip edilmelidir.


PAYLAŞ:
    WhatsApp'da Paylaş!   Telegram'da Paylaş!     Yazdır   E-Posta Gönder

Önceki Haber
Ekonomiye güvende belirgin gerileme
Sonraki Haber
İran'da 5.3 büyüklüğünde deprem