Ana SayfaKültür-SanatDerinin altı derinin üstü: Deniz Başar’la “Kaşıntı” oyunu üzerine

Derinin altı derinin üstü: Deniz Başar’la “Kaşıntı” oyunu üzerine

MONTREAL – Barış akademisyenlerinden Deniz Başar, yıllar önce geldiği Kanada’da bir yandan doktorasını yaparken bir yandan da tiyatro oyunları yazıyor. Kanada’nın Fransız şehri Montreal’de bir araya geldiğimiz genç akademisyenle yıllar önce yazdığı “Kaşıntı” oyununu konuştuk. Başar, 2014’te kurguladığı oyunda, dünyada yayılmakta olan bir kaşıntı pandemisini anlatıyor. Günümüzün Covid-19’yla her ne kadar benzerlik gösterse de Başar, oyuna Gezi Parkı müdahalelerinde kullanılan biber gazının ilham verdiğini söylüyor. Oyun ayrıca izleyiciye kaşıntı hastalığına yakalanan gazeteci Toprak karakteri üzerinden, “Bir insanın kendisine zarar vermesini engellemek için onun otonomisini başkası elinden alabilir mi, bu ahlakın neresine düşer?” gibi sorular soruyor.


Söyleşi: Halime Aktürk


Deniz, bildiğim kadarıyla 2014’de Kanada’ya geldin ve altı senedir buradasın. Kanada’ya gelme fikri nasıl gelişti?

Tiyatro doktorası yapmak istiyordum ama lisans ve yükseklisansım tiyatro üzerine değildi. Avrupa akademisinde de daha çok uzmanlaşma bekleniyor; aynı dalda kişinin eğitimine devam etmesi isteniyor. Fakat Kuzey Amerika’da akademinin interdisipliner çalışmalara daha açık olduğunu biliyordum. Özellikle Kanada’ya gelmek gibi bir fikrim olmasa da başvurduğum okullardan Toronto Üniversitesi başvurumu kabul edince çıktım geldim ben de.

Kanada’ya ilk geldiğin zamanları nasıl hatırlıyorsun?

İlk başta Toronto Üniversitesi’nin Tiyatro ve Performans Çalışmaları bölümüne geldim. Orada bir sene tekrar yüksek lisans yaptım burslu olarak. Sonrasında doktoraya başladım aynı bölümde ve doktoramın üçüncü yılında bölüm içerisinde yaşadığım kurumsal ırkçılıkla alakalı problemler yüzünden Montreal’deki Concordia Üniversitesi’ne yatay geçiş yaptım. Şu an sosyal bilimlerde Türkiye tiyatrosunun estetik yapısı üzerine yeni bir teorik okuma önerisi üzerine çalışıyorum. Tez hocam da kukla üzerine çalışan Mark Sussman adında bir profesör, ama ilk dört senem Toronto’da geçti.

Kanada’da da ırkçılık mı? Medyanın çok sevimli gösterdiği bu ülkede nasıl bir ırkçılığa maruz kaldın?

Türkiye’de ırkçılık denilince kişisel ilişkilerde sanki kötü söylenen bir söz ya da kötülük yapma hali gibi durumlar hayal ediyoruz. Aynı zamanda bir insanın doğrudan doğruya etnik kökenine ya da dinine hakaret içerikli konuşmalar, şiddet içeren hareketler gibi bir yerden anlıyoruz. Tabii ki ırkçılığın tanımı içerisinde bunlar da var ama ırkçılığın tek tanımlama ve uygulama biçimi bu değil.

Kurumsal ırkçılık dediğimiz bir üst sistem var. Kanada’da böyle bir ırkçılığa maruz kaldım. Bir takım bürokratik yapılar, Türkiye’de de Kanada’da da var, ‘bizim için kalifiye değilsin’ gibi bir söylem üreterek sizi kurumdan uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla böyle bir bürokrasinin eğilmez bükülmez yapısını kullanarak seni eleyen bir sistem var. İlişkiler alanında da şu şekilde oluyor. Burs başvurularından genelde sadece bir grup beyaz insanın haberi oluyor. Ya da doktoranın belli bir aşamasında ders açma imkanınız oluyor ama yine bu başvuruların detaylarına dair bilgiler ne tesadüftür ki yine bir grup insana gitmiş, size gelmemiş. Uzun süre bu kurumsal ırkçılığı anlamadım ve üç sene boyunca hayatımda ters giden her şeye iyi niyetle bakmaya çalıştım. Fakat yıllar içinde gördüm ki bu değişmiyor, değişmeyecek de. Katıldığım derslerde geldiğim coğrafya ile alakalı verilen bilgiler üzerine o coğrafyadan olan biri olarak verdiğim bilgiler hocaları rahatsız etmeye başladığını hissettim. Yani sanki ben onları kendi bildiği alanlarda başka biliyorum diye  bir suç teşkil ediyormuşum gibi davranan insanlar oldu ve bu davranış genel bir onay da gördü. Yani tekil bir insanın böyle davranması farklı bir şey, hocanın bu davranışı sineye çekmesi ve normalleştirmesi bambaşka bir şey. Orada işte kurumsal ırkçılık devreye giriyor. Ben bunu okul içinde her ne kadar anlatmaya çalıştıysam da bir dönem, daha sonra vazgeçtim.

Kanada’nın en iyi üniversitesi sayılan Toronto Üniversitesi’nden vazgeçtin ve Montreal’e geldin? Montreal’de nasıl hissediyorsun? Benzer durumları burada yaşadığını söyleyebilir misin?

Montreal’de de yaşadım ama burada daha tecrübeliydim artık. Ayrıca buraya doktora transfer öğrencisi olarak geldiğim için ders almak zorunda kalmadım dolayısıyla da çok fazla insanla muhatap olmadım. Şu an gerçek anlamda güvendiğim bir tez danışmanıyla çalışmaya başladığım için hayatım ciddi şekilde kolaylaştı.  Burada da pek çok benzer durum yaşansa da Toronto’daki gibi yalnız ve kolektif olarak her yerden baskı görüyormuşum gibi hissetmiyorum.

Deniz Başar

“Kaşıntı” isimli çok güzel bir oyun yazdın…

Arada yazdığım başka oyunlar da var ama evet, “Kaşıntı” benim ilk göz ağrım.  “Kaşıntı” oyununu 2014’ün başında Boğaziçi Üniversitesi’nde yükseklisans tezimi bitirmeye çalışırken yazdım. O dönem bir İstiklal Caddesi mesaim vardı. Haftanın üç beş günü İstiklal’de ya oyun izliyordum ya gişede arkadaşlarla buluşup tiyatro konuşuyordum ya da bulduğum tiyatrocularla röportaj yapıyordum. Gezi Parkı eylemlerinden de kısa bir süre sonraydı. İstiklal Caddesi TOMA ve polisten geçilmiyordu, nitekim hala var. Sık sık polis müdahalesi vardı, üç kişi bir araya gelse gözaltı, müdahale vardı. O dönem ben de bunları orada olan herkes gibi gözlemledim, maruz da kaldım. O sırada şöyle bir yan etki fark etmeye başladım biber gazıyla ilgili. Biber gazı normalde göz ve solunum yollarını etkilemesi için dizayn edilmiş bir gaz. Fakat uzun süre maruz kaldığınız zaman deriye de zarar vermeye başlıyor. Deride kaşıntı, kızarıklık, döküntü gibi reaksiyonlar vermeye başlıyor. Bende de böyle reaksiyonlar oluyordu. Bunun üzerine oyunumu yazmaya başladım.

Oyunun açılış sahnesi bedeninde derin yaralar olan ve oldukça hırpalanmış bir karakterin duvara kollarından ve bacaklarından bağlanmış olmasıyla başlıyor.  Bu karakter izleyicilere her ne kadar işkenceden geçmiş birisini hatırlatsa da oyunun ilerleyen dakikalarında ciddi bir deri hastalığına yakalanmış biri olduğu anlaşılıyor. Otonomisi elinden alınmış bir şekilde, bağlanma sebebi de bir kaşıntı atağı esnasında kendisine zarar vermesini engellemek. Bir insanın kendisine zarar vermesini engellemek için onun otonomisi başka insanlar tarafından elinden alınabilir mi? Bu toplumsal ya da bireysel ahlakın neresine düşer? Ki bir insan aynı zamanda nasıl bu kadar hasta olur? Daha sonra soru buraya geliyor. O dönem İstanbul’la çok hemhal olduğum bir dönem olduğu için yine İstanbul’da 150-200 yıl sonrasında geçsin istedim hikaye.

Hikayede kanser gibi büyük, bulaşıcı bir deri hastalığı pandemisi olmuş ve bununla alakalı yeni tıp birimleri açılmış. Hastalık dünyayı sosyal olarak etkilemiş, nasıl bulaştığına dair veri yok ve insanlarda ciddi korkular, paranoyalar hakim. Hastalığın oluşturduğu sosyal sınıflar var ve hastalığa yakalanan insanlar genelde alt sınıftan oluşuyor. Oyunun açılışında gördüğümüz karakter de aslında bu hastalardan ve tıp dünyasının ölmesini beklediği birisi ama nedense ölmeyen biri. Bu karakterin gözünden otoriter tıp sistemini ve devlet sistemini görmeye başlıyoruz aslında oyunda.

Oyun 2014’te yazıldı ama biraz da günümüzün Covid-19’unu anlatmıyor mu?

Ben “Kaşıntı”yı pandemi olarak kurgularken gerçekten dünyada bir pandemi yaşanma ihtimali öngörülmüyordu. 2020’nin başında bile biz böyle yaşanabileceğini bilmiyorduk, hayal dahi edemiyorduk. Ben aslında pek çok fantezi ve bilim-kurgu yazarının yaptığı  gibi bir oyun kurguladım. Dünyada hali hazırda giden bir takım işaretleri toplayıp bir metafor olarak kullanıp daha büyük bir gerçekliğe işaret etme hali. Yani ben pandemiden bahsederken aslında alegorik bir dünya kurmuştum ve bir sosyal-politik krizden bahsediyordum. Deri, insanın sosyalleştiği ilk organ ve aynı zamanda  bütün ayrımcılıklara da maruz bırakan bir organ. Deri hastalığı dünya tarihinde insanları çok korkunç şekillerde yaşamaya iten hastalıklardan. Cüzzam hastaları mesela. Dünyanın bütün coğrafyalarında cüzzam hastalarına çok kötü davranılmıştır. Gettolara hapsedilmişlerdir, uğursuz sayılmışlardır, sağlık sisteminden uzak tutulmuşlardır. Hatta tamamen hapsedilmiş insanlar olmuştur. Dolayısıyla derinin böyle bir tarafı var. Yani bir sosyal politik analiz yapmak konusunda imkan sağlayan bir tarafı vardı ve onu kullanmak istedim.

İzleyicide kaygılı bir merak uyandırırken aynı zamanda sürükleyici olabilen bir oyunun kurgusunu nasıl yaptın?

Hiçbir metin yoktan var olmuyor. Ben çok erken yaşlardan itibaren hem edebiyata hem de yazı yazmaya merak saldım. Özellikle çocukluğumda mistik bir taraf da görüyordum yazıda. Bir şey yazıyorsun ve seni hiç tanımayan, tanımayacak olan insanlar bunu okuyorlar ve senin dünyanla alakalı bir şeyler öğreniyorlar. Bütün bunların ötesinde senin fikirlerinin bir kısmını da bedenlerine alıyorlar. Eğer bir takım hayallerimi paylaşabilirsem dünyanın farklı yerlerindeki insanlar bu hayallerle angaje olabilir ve biz bu hayalleri kuran bir topluluk olabiliriz. Aynı çocukluğumda hiç tanımadığım yazarlar bana böyle bir dünya tanıdılar. Yani bana dediler ki, belki senin yakın çevrende seni istediğin bir yerden anladığın bir insan yok ama 50 sene önce Kaliforniya’da yaşamış bir insan senin ne hissettiğini biliyor ya da 100 sene önce Hindistan’da yaşamış bir insan senin ne yaşadığını biliyor. Yani bunlar benim büyüme çağımda çok önemli bilgilerdi benim için.

Oyunun karakterlerini de oldukça önemli aslında. Nasıl yarattın bu karakterleri?

Toprak karakteri ruhen ve bedenen çok ciddi hasarlar görmüş bir gazeteci. Bir şekilde yapılan tüm bilimsel öngörüleri ters düz eden ve ahlakını korumaya çalışan bir karakter. Böyle bir insanın espri duygusunu kaybetmemiş olması gerekiyordu, otoritenin yüzüne karşı kahkaha atabilen bir insan olması gerekiyordu. Dolayısıyla ben Toprak’ı kurarken böyle bir diyalekten yola çıktım. Çok korkunç şeyler görmüş bir adam olmasına rağmen umudunu yitirmemiş ve hala otoritenin yüzüne karşı gülebilen çok güçlü, iradeli biri.

Oyundaki doktor Celal tipik bir devlet adamı. Celal’in bir ödül alan bilim adamı yüzü var bir de görünmeyen derin devletle olan ilişkileri. Aynı zamanda hikayenin bir noktasında ciddi bir kimlik değiştirme operasyonu geçirdiğini de öğreniyoruz. Devletin kendi karanlık işleri için kullandığı bir doktor. Shakespeare’in “Macbeth” isimli oyununda şuna benzer çok meşhur bir söz var; “Kan ırmağında o kadar ileri yüzdüm ki artık geriye yüzemiyorum karşı kıyıya çıkmam lazım”. Celal de öyle bir noktada oyunda ve artık karşı kıyıya çıkmak zorunda. Geri dönüp aklanamaz.

Oyundaki tek kadın karakter İpek, Toprak’a göre daha rahat yaşamı olan birisi. Hem başarılı hem de yetenekli bir kadın olduğu için hayatta bir yerlere gelebilmiş. Çok hümanist, aynı zamanda da çocuksu bir yanı var. Saf bir tarafı var İpek’in.

İpek karakteri seni yansıtıyor mu?

İpek benim Türkiye’den gitmeden önceki halimi bir miktar yansıtıyor. Türkiye’den gittikten sonra Kanada beni İpek karakterinden çıkardı biraz.

Bu oyunun sergilenmesi için özellikle istediğin bir yer vardı sanırım…

Tiyatroya aşık olduğum mekanlardan birinde oynanmasını istiyorum. Galatasaray meydanına çok yakın Olivya Han Pasajı’ndaki İkinci Kat’ın ilk mekanı. Enerjisini seviyordum o küçük tiyatro salonunun ve yakın arkadaşlarım vardı orada çalışan. Ayrıca oyun İstanbul’da geçtiği için izleyiciye şöyle bir his verecekti; bu hikaye senin tam olarak olduğun noktada geçiyor ama 150–200 yıl sonrasını anlatıyor. Sen aslında bir zaman makinesi içindesin, tiyatroda değilsin. Bu 200 yıl sonra bizim burada olduğumuz nokta ve biz bu noktaya nasıl geldik? Ne yazık istediğim tiyatro salonu olmadı çünkü bina boşaltılıp butik otel oldu.

Yaşadığımız pandemi sürecinde var mı yazdığın yeni bir oyun?

Pandemide iki arkadaşımla birlikte bir oyun yazmaya başladık. Bunlardan biri 2017’de Mitos Boyut yarışmasında ödül almış Fatma Onat ve Ayşe Bayramoğlu. Ayşe zaten Türkiye tiyatrosunda iyi bilinen bir oyun yazarıdır. Üçümüzün ortak yanı olan yerleşmeci kolonici ülkelerde yaşayan insanlarız. Fatma Yeni Zelanda’da, Ayşe Avustralya’da, ben Kanada’da yaşıyorum.  Dolayısıyla ortak bir oyun yazma projemiz var, onunla uğraştık, onun dışında doktora tezi yazdım.


PAYLAŞ:
    WhatsApp'da Paylaş!   Telegram'da Paylaş!     Yazdır   E-Posta Gönder

Önceki Haber
Hatay'da üç gün süreyle eylem ve etkinlik yasağı
Sonraki Haber
Salgında çalışmak istemediler diye işten atılan işçiler 2 aydır işsiz