Ana SayfaYazarlarBahadır AltanBeşinci yılında Suruç…

Beşinci yılında Suruç…


Bahadır Altan


Beşinci yılında Suruç katliamı, aydınlatılmayan ilişkileri, sağlanamayan adaleti ile gündemimizde temel ve çok önemli bir yer işgal etmeye devam ediyor.

Suruç’ta IŞİD’in canlı bomba eylemiyle 33 gencimizin katledilişi, bir anlamda 7 Haziran seçimlerinde yenilgiye uğratılan AKP iktidarının bu iradeyi yok sayan sivil darbesinin resmen ilanı ve ilk büyük “icraatıydı.” Bundan iki gün sonra 22 Temmuz’da Ceylanpınar’da iki polisin öldürülmesi olayı da çözüm sürecinin bitirildiğinin ilanı olmuştu. Suruç katliamına misilleme olarak PKK tarafından gerçekleştirildiği servis edilse de üstlenilmeyen bu cinayette, tutuklanan bütün şüpheliler beraat etti. Dolayısıyla aslında Erdoğan tarafından çoktan devrilmiş olan masanın vebalinin Kürtlere yüklenmesi için derinlerden bir tertibin sahneye konulduğu ortaya çıkmış oldu. Ana muhalefetin ise Kürtlerle ilgili bütün adımlarında hep iktidarın yanında yer alan, açıkça destekleyemediği zamanlarda da büründüğü sessizlikle onaylayan tutumu sürdü ve bu ayan beyan gerçekliği kavraması hiçbir zaman mümkün olamadı. Suruç’u, 10 Ekim Ankara ve diğer katliamlar izledi; hendekler bahanesiyle Kürt illeri kana boyandı ve sivil darbe, 15 Temmuz 2016’daki “tanrının lütfuyla” kendi hukuku ve rejimini inşa ederek bu günlere geldi.

Devlet her dönemde Kürt hareketiyle batıdaki sol, sosyalist güçlerin birlikteliğini, ortak mücadelesini engellemek için bütün marifetini ortaya koymus, oluşturulan her dayanışmayı provoke etmeye çalışmıştır. Kobane sürecinde de “Beraber savunduk beraber inşa edeceğiz” diyen sosyalist gençlerin, ceplerinde çocuklara verecekleri oyuncaklarla çıktıkları yolculuk, ezilenlerin birlikteliğine uzanan bir köprüydü. Bu nedenle hedef alındılar. Figen Yüksekdağ bunu çok net bir özetle şöyle ifade ediyor:

“Suruç katliamı, birlikte mücadele dinamiklerine, özellikle de batı’yla Kürt hareketinin devrimci, demokratik zeminde buluşmasına karşı stratejik bir saldırı olarak yaşandı. 7 Haziran’da ortaya çıkan ve gelişme potansiyeli apaçık görülen politik eğilimin önünü bir şok darbesiyle kesmek amaçlanıyordu.”

Cinayeti sahiplenen devlet…

Devletin 90’lı yıllarda Kürt hareketine karşı Hizbullah’ı tetikçi olarak kullandığı gibi, Suriye’de de IŞİD, El Nusra, El Kaide vb radikal İslamcı gruplarla başta Kürtler olmak üzere muhaliflerine karşı kurduğu ilişkiler biliniyor. Suruç’ta da bu ilişkilerin belirleyici olduğu açık. Patlamanın hemen sonrasında delillerin toplanması ve yargı süreci de buna paralel işledi. Motosikletiyle IŞİD militanlarını taşıyan, olay günü fotoğraflar çekerken halk tarafından yakalanıp polise teslim edilen, çantasından El Nusra bayrağı çıkan, buna rağmen sakalı kesilerek karakoldan serbest bırakılan, daha sonra motosikleti bir polis tarafından satılan ve terfi ettirilir gibi Ankara’ya tayin edilen İmam Abdullah Ömer Arslan bunun en somut örneğidir. Arslan’ın, o da sanık değil tanık olarak ifadesinin alınmasına mahkemenin ikna edilmesi bile 4 yıl gibi bir zaman aldı. Bu da yargı sürecinin nasıl işlediğini gösteriyor. Ne IŞİD destekçisi kolaylaştırıcılar, ne azmettirenler, ne ihmal ve himaye edenler dosyaya dahil edilmedi! Ama 33 gencin yakınları, katıldıkları her duruşmada sanık muamelesi gördüler, polis tarafından yollarda taciz edildiler, gözaltına alındılar. Özetle Türkiye Cumhuriyeti adalet sisteminin her türlü yüzüne yakından tanık oldular!

Ankara’da Suruç katliamında yaşamını yitirenler için yapılmak istenen anmaya polis müdahalesi gerçekleşmiş, gençler darp edilerek gözaltına alınmıştı.

Hepsini bir kenara koyup sadece 33 canı anmak için bir araya gelenlere polisin tavrını gözlemlemek bu katliamda devletin nerede durduğunu anlamaya yeter. Polis, gençlerin arkadaşlarını anmak için düzenlediği törenlerde taşıdıkları 33 gencin fotoğrafını alıp küfürlerle yırtıyor, katılanlara ancak IŞİD militanlarının gösterebileceği şartlanmışlıkla ve hınçla saldırıyor, işkenceyle gözaltına alıyor. Bütün bunlar devletin bu katliamı üstlendiğinin, sahiplendiğinin suç üstü olduğu delillerdir. Aynı pratik, 10 Ekim Ankara katliamında da görülür. Patlamanın ardından yaralılara biber gazı ile saldıran polis, anmak için düzenlenen etkinliklerde de aynı düşman davranışını sergilemiştir. Oysa egemenlik iddiasında olduğunuz topraklarda düşmanınızın bile başkaları tarafından öldürülmesine izin vermemek, katilleri, ihmali görülenleri yakalamak devlet olma iddiasının gereğidir.

Kadıköy ve Ankara’da, 20 Temmuz 2020’de yaşanan polis şiddeti ve işkenceler devletin en tepesinden de çok açık destek alıyor. Bizzat Erdoğan, katliamı lanetlemek ve kayıpları anmak için toplanan gençleri kastederek “Kadıköy’deki vandalları gördünüz mü?” diyebiliyor! Ortada katledilen 33 genç ve onları anmak isteyen, katillerden hesap sorulmasını isteyen, adalet isteyen, yürümek isteyen arkadaşları var. Devlet ise buna engel olmak için valisi, polisi, savcısıyla seferber olmuş durumda. Anayasal haklarını kullanmak isteyen yurttaşlar mı, buna engel olanlar mı, hangisi vandallıktır dersiniz?

Duruşma 18 Ağustos’ta…

“Suruç için adalet, herkes için adalet” sloganında ifade edildiği gibi bu talep, sadece 33 can için bir adalet talebi değildir. Suruç’ta, planlayıcısı, teşvik edeni, kolaylaştıranı, saklayanlarıyla bu katliam aydınlatılmadan, adalet yerini bulmadan bu topraklarda başkaları için adalet beklemek, benzer tertipleri engellemek mümkün müdür? Beşinci yılında bu gerçeği kavrayan ve ülkenin her yerinde farklılıklarına rağmen birlikte sokağa çıkan gençliğin kararlı direnişi umudumuzu artırıyor.

Suruç Aileleri ve avukatlarının 5 yıldır verdiği adalet mücadelesi, 18 Ağustos Salı günü 15’inci duruşma ile sürecek. Ve emin olun onlar ‘bitti’ demeden bu dava bitmeyecek…


Bu yazı İşçi Sözü gazetesinin Ağustos sayısında da yayımlanmıştır.



Önceki Haber
İnsanlığın kâşifi Le Clézio'dan 'Ayağın Hikâyesi'
Sonraki Haber
Türkiye'yle ilgili sözleri 8 ay sonra gündemde: Biden ne demişti, tepkiler neler?