Ana SayfaManşetSessizlik-beden-ölüm-adalet ve bir madun hikayesi: İpek Er

Sessizlik-beden-ölüm-adalet ve bir madun hikayesi: İpek Er


Rojda Yıldız


Söylemek istediklerim öfkemin vereceği zuhur ile zahirin önüne geçebilir. Şimdiden affola.

İki yıl önce yaşadığım bir olay sonucu oldukça yıpranmış, kendime nasıl geleceğimi bilemez olmuştum. Sebebi, bir erkek şiddeti idi. Karşı karşıya kaldığım şeyler karşısında tepki göstermek ve nasıl davranacağımı kestirmek bir yana anlatmakta dahi zorluklar çekmiştim. Doktora giriş sınavına sersem bir halde gitmiş, nasıl geçtiğini hala dahi hatırlamadığım bir sınavdan çıkmış, İstiklal Caddesi’nde öylesine yürümüştüm. Sonra bir arkadaşı aradım ve konuşmaya ihtiyacım olduğunu söyledim. Fakat geldiğinde olanları anlatmak için oldukça zorlandım ve konuşamadığımı, kelimelerin boğazımda kaldığını fark ettim. Söyledikleri, sesime el koymuştu. Ağlamaya devam ettim… Arkadaşımın anlattığı bir “hikayeyi”, bir kitaptan anlattığı birkaç “teoriyi” unutmadım.

Günün sonunda konuşamamamın bir kadın olarak bulunduğum pozisyondaki yeri en azından beynime oturmuştu. Bana bir madunun hikayesini anlattı. Anlatamamak, anlatmamak çok “normal”… Normal çünkü birisi veya birileri bulunduğunuz “kırılgan” noktalardan tutarak sesinize kilit vurur. Hele ki kırılgan noktalarınızı biliyorlarsa. Ki genelde erkekler tarafından bu çok iyi bilinir; kadınların kırılgan(laştırılmış) noktaları olarak bedenleri. Sözü ile ve bazen eylemi ile en çok kırılacağınız parçanıza, bedeninize yönelir. Zaten size ait olduğunu düşünmediğiniz, başkasının emanetiymişcesine yıllardır taşıdığınız bir parçanıza. Bir parayı çalmakla itham edilir gibi düşünün. Emanete ihanet. Önce paniklersiniz, savunmaya geçmek istersiniz. Fakat geldiğiniz yaşa kadar zaten bir kadın olarak o kadar savunmasız bırakılmışsınızdır ki bir erkeğin “müthiş” savunma ağı karşısında bu çabanızın beyhude olduğunu fark edersiniz. Buradan çözüm alamayınca suçluluk duygusu başlar. Hata bende mi? Ve erkekler bunu o kadar iyi manipüle eder ki suçun gerçekten sizde olduğuna inanmaya başlarsınız. Emanete ihanet etmişsinizdir… Bazen bu suçluluk duygusu sizi yaşamdan koparır çünkü bir insan olarak kendinizi ifade etmenizin önüne engel konmuştur, karşı köyün zurnası bu köyün davulunu çoktan bastırmıştır. Artık siz ne yaşadığı ve ne hissettiği önemsiz bir bedenin az buçuk var olan savunma hattını da yitirmiş, kişiliksizleştirilmiş ve yok sayılmışsınızdır.

“Önce söz vardı” der kutsal kitaplar. Sözünüze el konulmuş biri olarak, sözden sonrası yoktur artık. Çünkü başlangıcı yitirenin sonrasını yaşaması imkansızmış gibi gelir. Ve o noktada bazen hala görünür olduğunu düşündüğünüz ve aslında karşı tarafta orayı hedef aldığı için “kale alındığını” hissettiğiniz bedeninizi “göstermek” istersiniz; hala adalet talep ediyorum.

Bazılarımız ise şanslıyızdır. Başlangıcın sözünü reddederiz ve kendi başlangıcımızın sözünü kurarız. Artık devamında gelecek olan hayat da bizimdir, onu kuran söz de. Dayanaklar bulur, direnme yollarını öğrenir, kendimizi yeniden kurarız. Sözü çalandan değil, kendimizden yola çıkıp yeniden kendimizden alırız.

Arkadaşımın anlattığı ve bahsini ettiği şey bir kitapta geçen bir hikaye idi. Sözüne el konulmuş bir genç kadının hikayesi. Bana anlattıkları sorunu atlatmama yardımcı olmadı ama anlamlandırmak hafifletti.

Madun konuşabilir mi?

Yolu Gayatri Chakravorty Spivak ile bir şekilde kesişmişlerin bildiği şekilde yazarın kendi yaşantısı ile gelen bir deneyimden ortaya çıkan bir soru ve bir kitap; Madun Konuşabilir Mi? Spivak’ın, anneannesinin kızkardeşi Hindistan’da devrimci bir gruba üye olduğu için 1926 yılında 17 yaşındayken kendisini asar. Spivak’ın deyimi ile “Başkasını öldüremiyordu o da kendisini öldürdü”. Fakat Hindistan’da çok yaygın olan tecavüz olaylarından birinin başına gelmediğini ispatlamak için ya da hayatında bir adam olmadığını göstermek için regl olana kadar dört gün bekler. Böylece hamile olabileceği şüphesini ortadan kaldırır.

Spivak’a göre “Bir madun olarak bu kadın, bedeniyle konuşmuştu fakat sesi duyulmadı. Madunun konuşamayacağını söylemek adaletin olmadığını söylemek gibi bir şeydi.” Bedeni ile konuşmak… Genç kadın bir devrimci hareketin üyesi olarak ve sömürülmüş bir toplumda feodal değerlerin oldukça hakim olduğu bir ortamda kendi ölümünü arkasında “şerefine” zeval getirmeyecek şekilde planlamak zorundaydı. Öyle ki madun sadece yaşamı ile değil ölümü ile de hesap verir, vermek zorundadır çünkü bedeni ona ait değildir. Geride kalanlara bu emanete iyi baktığını ve ona zeval getirmediğini göstermek zorundadır. Peki konuşabilseydi? Kendini ifade etseydi ve en önemlisi ona inanan birilerinin olduğunu görseydi? Fakat Spivak’ın da bahsettiği gibi o bir madun. Yurttaşlık yapılarına hiçbir erişimi yok. Yani varlığı sadece evrende yer kaplayan ama kapladığı yerin “bazılarına” kıyasla bir güvencesi olmayan, yolda yürürken elinizi atıp kopardığınız bir ağacın yaprağı gibi, dokunulmasında hiçbir maruz olmayan bir varlık.

Madun; yasal varlığı devlet sistemleri içerisinde kabul gören fakat yurttaşlık hakkı oy verme ile çerçevelenmiş, yine Spivak’ın deyimi ile “yurttaşlık yapılarına hiçbir erişimi” olmayan kimse. Sözcüklerinin bağlayıcılığı olmadığı için bazen bedenini bir direniş haline getirmek ve adaleti böyle talep etmek zorunda kalan kimse. Bir diğer deyişle “yurttaşlık yapılarına sahipsizlik hali”.

“Kimse sana inanmaz, sahipsizsin”

İpek Er

İpek Er, Spivak’ın anneannesinin kızkardeşinin yaşlarında bir genç kadın. Musa Orhan isimli bir uzman çavuş tarafından 20 gün boyunca alıkonuluyor. İpek bu süre içerisinde cinsel birliktelik kurmak istemiyor. Fakat Musa Orhan tecavüz ediyor. Hem de defalarca. Ailesinin yanına dönen İpek savcılığa şikayet dilekçesi veriyor. Fakat Musa Orhan hakkında bir işlem yapılmıyor. Dilekçe verildikten bir hafta sonra İpek, 16 Temmuz’da intihar ediyor ve 17 Temmuz’da ifadeye çağrılan Musa Orhan serbest bırakılıyor. İpek 18 Ağustos günü hayatını kaybetti. Musa Orhan hakkında 19 Ağustos günü tutuklama kararı çıkarıldı. Sesi duyulmayan İpek’in bedeni ile anlatmaya çalıştığı ve talep ettiği adalet “intiharından bir gün sonra Musa Orhan’ı ifadeye çağırtabildi”, yine “ölümünden bir gün sonra Musa Orhan’ı tutuklatabildi.”

İpek’in bedeni ile direndiği ve talep ettiği adalet asla yerini bulmayacak. Çünkü İpek artık yok. Çekiniyorum yazmaya ve elbette ki İpek’in sözünü kurmak haddime de değil fakat ya savcılık o gün tutuklasaydı Musa Orhan’ı? İpek intihar edecek miydi? Etti çünkü sözünün bir hükmü yoktu. Sözünün hükmü olmayan, eylemi ile bedeni ile direnmek ve haklılığını ispatlamak zorunda hissetti. Hissetti çünkü o beden kendisine ait değildi ve bütün ömrü boyunca o bedeni taşımak zorundaydı. Ve bir mesaj verdi bizlere; adalet talep ediyorum. Bir kadın, bir Kürt kadın olarak, bedenimin hiçbir şey ifade etmediği şu lanet zamanlarda her şeye rağmen adalet talep ediyorum. Ve Musa Orhan…

İpek’in mektubunda dile getirdiği şey tam da Spivak’ın bahsettiği madun’luk halinin madunu inşa eden özne tarafından tarifini dile getiriyor; “bana dedi ki kimse sana inanmaz, sahipsizsin.” Musa Orhan’ın burada dile getirdiği “sahipsizlik” hali şiddetin kaynağı ile doğrudan alakalı. Musa Orhan, İpek Er’in bir Kürt kadın olarak “sahipsizlik” halinin kadın olması ile alakalı olduğu kadar Kürt olması ile alakalı olduğunu bilecek seviyede bir ordu mensubu ve bu “militarist yapının kadın bilgisine” sahip, en kötü ihtimalle öğretilmiş ırkçı algısına sahip bir uzman çavuş. Ve bunu nasıl kullanacağını çok iyi bilen bir erkek. Kuşkusuz bu sadece bir kadın cinayeti değil. Değil çünkü kimlik çatışmasının yaşandığı bütün coğrafyalarda, Bosna’da, Nepal’de, Hindistan’da, Suriye’de, Irak’ta kadınlara yönelik yapılan saldırılar bunun kadın olmakla beraber başka başka taşıdığımız kimlikler ile de doğrudan bağlantılı olduğunu gösterdi bizlere. Çünkü;

Düşman zaferini kadın bedeni üzerine yazar

Cinsel saldırı faili Musa Orhan

Yukarıda “özetini” geçmeye çalıştığım iki ayrı hikayenin, sömürge iki ülkede yaşayan kadınların madunluğu üzerine bir ilişkisellik hali kurmanın yurttaşlık hakkı ile doğrudan alakalı olduğu bir çerçeveye dair ufak bir kesit sunmaktı. Hatta öyle ki Spivak madunun “sadece oy kullanma yetkisinin olduğunu” belirtir. Fakat son yıllarda bir devlet rejimi haline gelen kayyumları düşündüğümüzde Kürtlerin bu “hakkı” dahi tartışmaya oldukça açık.

40 yılı aşkın bir süredir devam eden çatışmalarda Kürt kadınların bedeni her zaman devlet için bir teşhir nesnesi haline getirilmesi gereken ve ilhak edilmesi gereken bir yerdi. Ekin Wan hala zihinlerimizde… Bunun ulus-devlet ideolojisi ile yakından alakası olduğunu çok iyi biliyoruz. Keza militarist bir kurgunun üzerine kurulmuş olan ulus-devlet algısı ulusu bir kadın bedeni olarak tahayyül etmekte ve “anavatanı” korumak için cesur ve vatana son derece bağlı erkekler yetiştirmek zorunda. Bu cinsiyetçiliği temeline alan güvenlik algısı olmadan ulusun kendisi de anlamsızlaşmaktadır. Her ulusun nasıl ki bir anavatanı varsa düşman olan için bu anavatanı ilhak etmenin yolu da kadınları fethetmekten geçmektedir. Kadınları “fethetmenin” ulusu fethetmek anlamına geldiği düşünülerek savaş meydanlarından biri kadın bedenleri olmuştur. Rubina Saigol’un[1] deyimi ile “Tıpkı ulusun anlatısının kadın bedenleri üzerinden kurulması gibi, düşman da zaferini kadın bedeni üzerine yazar”.

Türkiye’de ise cinsel şiddet en başından beri kullanılan bir savaş yöntemi olarak hep devredeydi. Fakat şunu açıkça ifade etmek gerekiyor ki şiddetin hedefinde bulunan madunun seçilmesi ve uygulanacak şiddet yöntemi “devletin karakterinin değişmesi” ile başka bir seyre yönelmiş durumda. Kürt ulusunun işgal edilmesi gereken bedenleri olarak kadınlar öncelikli olarak aktivist, devrimci, militan faaliyet yürüten kadınlar iken şimdi her bir Kürt kadın politik olsun ya da olmasın devletin markajına girmiş durumda. Ve hatta asıl olarak “onlar” girmiş durumda. 2000’lerden sonra Kürt hareketinin ideolojik tutumunu değiştirmesi ve demokratik ulus paradigması ile hareket edeceğini ilan edip bu yönde politikaları devreye sokması ile beraber devletin de tutumu bu yönde evrildi. Toplumsal-politik bir yapının inşa edilmesini önüne hedef koyan bir ideolojiye karşı bunun tam tersinin yürürlükte kalması ve şiddetin yönünün bütün toplumsal kesimlere “daha incelikli” olarak nüfuz etmesi politikaları devreye konuldu. 2015 sonrası süreç ile beraber bu politikalar daha yoğunluklu bir şekilde işlenmeye başlandı.

Sadece bu yıl içerisinde basına yansıdığı kadarı ile Şırnak’ta bir güvenlik görevlisi bir çocuğu taciz etti, Batman ve Bitlis’te fuhuş çeteleri haberi geldi, Gülistan Doku 229 gündür kayıp ve İpek Er tecavüz sonucu intihar ederek yaşamını yitirdi. Hatta isimleri ile müsemma bir başka Musa’nın kariyerindeki yükselişini hepimiz hatırlarız. Musa Çitil. 90’lı yıllarda Mardin’de komutanken Ş.E.’ye cinsel saldırıdan tutuksuz yargılandı ve beraat etti. Yıllar sonra Sur’a komutan olarak atandı. Fakat çok daha fazlası olduğunu her yerde Musa’lar olduğunu okul önlerinde bekleyen “pek yakışıklı” güvenlik görevlilerinden de biliyoruz… Musa Orhan’ın cesaretinin altında yatan sadece erkek oluşu değildi, yaptığının cezasız kalacağının da bilinci idi.

Cinsel şiddet ile uzun zamandır mücadele eden avukat Eren Keskin’in bir röportaj sırasında bu konuda söyledikleri oldukça çarpıcı;

Faillerinin devlet güçlerinden biri olduğu davalarda tamamen cezasızlık söz konusu. O konuda hiçbir değişiklik yok. Fail devlet güçlerinden biri olmadığında olumlu gördüğümüz kararlar alınabiliyor. Aslında yasa değişikliği şiddete maruz kalan her kadın için geçerli ama failin kimliğine göre mahkemelerin tavırları çok değişiyor. Biz de esas olarak devlet kaynaklı cinsel şiddetle uğraştığımız için bizim dosyalarımızda sonuç almamız mümkün olmuyor. Bunda hiçbir değişiklik yok. Türkiye’de 2005 yılında yazılı hukukta önemli değişiklikler oldu. Tecavüz suçunun tanımının genişletilmesi, cinsel tacizin suç tanımı olarak girmesi, namus cinayetlerinde tahrik indiriminin kalkması, bekâret kontrolünün belli kurallara bağlanması… Bunların hepsi olumlu değişiklikler ama sadece yazıda kalıyor. Fail asker, polis, korucu olduğunda hiçbir şey değişmiyor.[2]

Mahkemelerin kadına yönelik şiddet davalarında tavrı malumumuz. Fakat meselenin içerisine bir de kimlik boyutu girdiğinde adalet hep üstün kimlikten yana. Ve birçok güvenlik görevlisi bu cezasızlık halini arkadaşlarından biliyor.

Musa Orhan’ın söylediği “sahipsizsin” sözü ve İpek’in dile getirdiği “Ben sessiz kalmadım ama herkes sustu” söylemi bu ikili şiddetin, erkek-devlet şiddetinin bir tezahürü olarak vuku buldu. İpek bedeni ile bir şeyler anlatmaya çalıştı bizlere; susmadığını, adalet talep ettiğini. Ve Musa Orhan’ın “seni öldürürüm” tehditlerine karşı “ben kendimi öldürmesem o beni öldürecek” diyerek yine Spivak’ın söylediği gibi “başkasını öldüremediği için kendini öldürmeyi” seçti. Bir Kürt kadın olarak yaşadıkları karşısında konuşamamanın, sözüne el konulmuş olmanın bedelini bedeni ile ödedi.


[1] “Militarizasyon, Ulus ve Toplumsal Cinsiyet: Şiddetli Çatışma Alanları Olarak Kadın Bedenleri”. İç. Vatan Millet Kadınlar. Der., Ayşegül Altınay. İstanbul: İletişim Yayınları.
[2] http://www.art-izan.org/artizan-arsivi/cinsel-saldiri-tecavuz-davalari-uzerine-eren-keskinle-soylesi/

PAYLAŞ:
    WhatsApp'da Paylaş!   Telegram'da Paylaş!     Yazdır   E-Posta Gönder

Önceki Haber
Ayasofya'nın ardından: Kariye de ibadete açıldı, Atina'dan tepki var
Sonraki Haber
İki kentte şüpheli kadın ölümleri