Ana SayfaManşetOrtadoğu’ya jeopolitik bir bakış

Ortadoğu’ya jeopolitik bir bakış


Azad Barış


Medeniyet tarihindeki önemli tarihsel gelişmelere ev sahipliği yapan Ortadoğu, siyasal sosyolojisinin oluşum, gelişim ve yayılım süreçleri bağlamında dünyanın farklı bölgelerindeki siyasal ve askeri konumlanmaları da belirleyen önemli bir coğrafik kesite tekabül eder. Yazının ilk bulunduğu, ilk anlaşmaların yapıldığı, birçok dinin oluşumuna ve dünyaya ihracına ev sahipliği yapan Ortadoğu, bugün de deyim yerindeyse dünyadaki siyasal hayatın tam “orta”sında yer almaktadır.

Bu kadim coğrafya ile ilgili belirlemelerde yahut buraya dair tahayyüllerde sanki bölgenin tarihinde ilk kez olmayan bazı şeyler olacakmış gibi bir siyasal projeksiyon çizilmekte, her gün derinleşen çatışmaların gölgesinde. Bunun ne zaman gerçekleşeceği veya sadece bir olabilirlik olarak mı kalacağı hep olası bir ihtimal olarak önümüzde duracak. Yüzyıllardan beri ilk defa büyük güçler, bölgenin sorunları karşısında mufassal şekilde çözümsüz kalıyor ve bölgeden çekilme eğilimine varan kararlar alıyorlar. Bölgenin jeostratejik ve sosyo-politik önemi halen ilk günkü kadar güncelliğini korurken bölgeden çekilmenin tartışılıyor olması elbette analitik bir değerlendirmeye muhtaçtır.

Yakın plandan bakıldığında orta vadede bu geri çekilme pozisyonunun tamamıyla gerçekleşmeyeceği hakikati çoklu nedenlerle açıklansa da, küresel gelişmelere bağlı olarak neler olabileceğini şimdiden kestirmek pek mümkün değildir. Ancak giderek tekinsiz bir kaosa dönüşen bölgenin mevcut hayaletinin büyük güçleri de derin bir krize sürüklediği gerçeği, niyet okumalarını aşan bir gerçektir. Bu açıdan da bugüne kadar süren güvenlik ve jeostratejik belit üzerinden bu coğrafyayı yönetmenin öngörülebilir olmaktan çıktığının kendileri de farkındadırlar. Öte yandan her geçen gün her anlamda daha da külfetli hale gelen mevcut siyasal ve idari varlıkların da uzun süremeyeceğini belirtmek mümkündür. Buna bağlı olarak da bu değişken ve dinamik konumlanmalarla ilgili yeni stratejik şema ve modellere ihtiyaç olduğu da başka bir hakikattir. Dolayısıyla küresel güçlerin ‘Yeni Dünya’yla ilgili plan ve projelerini anlamadan ve Ortadoğu’ya ilişkin yeni stratejik planlarını sehven de olsa bilmeden uzun vadede sahada olup bitenleri anlamak mümkün değildir.

Nitekim sosyo-politik olarak mevcut Ortadoğu sisteminin sürdürülebilir bir model olmadığını, yakın tarihin çatışma yoğunluğundan da anlıyoruz. Özellikle son yüzyılda süreklilik arz eden bu modelsizlik hali, küresel güçlerin hem bu coğrafyayla ilişkilenmelerini de belirleyen temel bir momentumdur. Ayrıca finans kapital kontrollü var olan devlet yapısı ve onun sosyal kurgusunun, insan yaşamı da dâhil olmak üzere evrendeki birçok yaşam biçiminin öteden beri savaş halinde olduğunu, hatta deyim yerindeyse çatışma ve polarizasyon ürettiğini tekrardan bilince çıkarmamız gerekiyor. Bu bilince çıkarma hali gerçekleştirilmedikçe geleceğe dair projeksiyonlar çizmek ne yazık ki çok güç. Bu durum çöküşten kaçınmak için ihtiyacı olan kaynak türlerini bulmak üzere yeni çatışma türlerini daha da yoğunlaştırarak varlığını sürdürmeye çalışacaktır. Nitekim dünyadaki mevcut kaynak kullanımının büyük bir kısmının belirgin bir tükenişe doğru evirildiğini yoğunlaşan küresel çekişmelerden de anlıyoruz.

Bağlamın bu noktasında, finans kapital kendi sistem modelinin çöküşünü önlemek için sınırsız genişleme yerine sınırlı ve kontrollü alanlar yaratarak hayatta kalmaya çabalayacaktır. Dolayısıyla Ortadoğu’daki çatışma ve savaşların büyük bir kısmı bu stratejinin bir parçası olarak gelişmektedir ve küresel güçler buna bağlı olarak esaslı bazı kararlar alacaklardır. Küresel güçler tarafından kontrollü bir dengede tutulacak olan saha ve kaynak hâkimiyeti, İsrail, Mısır, Türkiye, İran ve Suudi Arabistan başta olmak üzere bölgeye saçılarak her birini “kendi efendisinin” yerine ikame edeceklerdir. Söz konusu ikamenin başarılı olup olamayacağını ise bölge halklarının mücadele dinamiğinin yanı sıra çıkarlar diyalektiği belirleyecektir. İran ve Türkiye yayılmacı bazı agresif adımlar atmış olsalar da şimdilik birçok şeyin merkezi planlama verilerine göre bir gelişim gösterdiğini söylemek mümkündür. Özellikle İran ve Türkiye’nin Irak ve Suriye üzerinden elde ettikleri alan hâkimiyeti ve buna bağlı olarak askeri varlık göstermelerinin sebebinin jeostratejik olarak olası boşlukları doldurma anlamını taşıdığını anlıyoruz. Her iki gücün temel hedefinin bölgesel güç olmanın yanı sıra küresel itibar ve nüfuz kazanmak ve olası bir Kürt oluşumunun önüne geçmek olduğu da yine bilinen bir gerçektir.

Küresel güçlerin merkezi kararlarına tekabül eden bölgedeki küçülme planları aynı zamanda bölgedeki yerleşik halkların kazanımlarının önünü açacağı tarihsel deneyimler ışığında bilindiği için, mevcut bölgesel güçler de beraberinde agresifleşmektedir. Bugün hâkim güçlerin direkt veya endirekt onayıyla bölgede hem askeri hem de siyasal anlamda operasyon yapan Ortadoğu’nun beş büyük gücü özellikle bu algı ile hareket etmektedir. Kadim Filistin davası kadar kadim olan Kürt meselesinin bastırılmasının ana ekseni uluslararası güçlerin bölgesel güçlerle örtüşen çıkar ilişkileri olsa da kimi evrensel haklar konusunda keskin zıtlıklar da bulunmaktadır. Onun için küçük adımlarla oluşan bölgesel özgürlük arayışları aynı bölgenin muktedir aktörleri tarafından bastırılmak istenmektedir ve istenmeye devam edilecektir. Özellikle Afrin işgaliyle açığa çıkan ve adım adım Rojava sahasına yayılmaya çalışılan ilhakın başlıca mefkûresi bu olduğu aradan geçen zamanda daha da ayyuka çıkmaktadır. Zira küresel güçlerin etkili bir şekilde müdahil olmadıkları bu yeni çatışma alanı onlar için yeni güç olanakları ortaya çıkardığı gibi bölgenin mevcut aktörlerine de başka türlü bir partnerlik kapısı açtı.

Bu yeni olgusal durum karşısında küresel güçler bir yandan Ortadoğu’daki barut fıçısından kademeli olarak uzaklaşmayı, halk destekli olası yeni oluşumların (Rojava) önünü kesmeyi ve diğer yandan da mevcut mülteci sirkülasyonunu yavaşlatmayı planlamaktadırlar. Başka bir ifadeyle öncelikli planlarının, bölgesel çatışma ve savaşların bölgeyle sınırlı kalmasını sağlamak olduğu görünmektedir. Unutulmamalıdır ki Yakın ve Ortadoğu, her zaman bölgesel ve uluslararası aktörler açısından “kazancı bol” olduğu kadar gerilimi de her zaman yüksek olan bir yer olmuştur.

Ortadoğu birçok medeniyetin, imparatorluğun gelip geçtiği, bölgede nüfuz kazandığı veya kaybettiği bir coğrafyadır. Zamanında Mısırlılar, Asurlular, Babiller, Romalılar, Osmanlılar için geçerli olmuş olan, bugün Araplar, Persler, Türkler, Fransızlar, İngilizler, Ruslar ve Amerikalılar için de geçerli olabilir.

ABD, Rusya ve AB gibi büyük oyuncuların artık Ortadoğu’daki hegemonya mücadelesinde sarf edecekleri enerji ve milyarlarca dolarlık yatırımların sonuna doğru geldiklerini görüyoruz.

Siyasal egemenlik yaratımların tarihi olduğu kadar hegemonik yıkımların da tarihi olmuştur ezelden beri bu yaşlı coğrafya. Bu kadar kavga, kargaşa, kan ve boğazlaşma Ortadoğu’nun elbette kaderi olmayabilir ama tarihin seyrine baktığımızda ters bir perspektif de olmadığını görüyoruz çünkü ilk hamur ne yazık ki bu şekilde yoğrulmuştur. Belki de ilk hamuru yoğuranın bir eli yaratıcı diğeriyse yıkıcıydı! Onun için tarihin seyir defterine analitik bir mercek tutulduğunda bölgesel tandanslı yeni dinamiklerin ve eğilimlerin geliştiğini görüyoruz. Halkların kendi üzerlerine düşünme ve bütün olup bitenleri sorgulama dinamiğidir bu. Bunun yanı sıra ABD, Rusya ve AB gibi büyük oyuncuların artık Ortadoğu’daki hegemonya mücadelesinde sarf edecekleri enerji ve milyarlarca dolarlık yatırımların sonuna doğru geldiklerini görüyoruz.

Bu durumun ve muhtemel yeni konumlanmanın böyle olup olmayacağını özellikle Amerika’daki Kasım seçimlerinden sonra çok daha net bir şekilde göreceğiz ama buna benzer bir tablonun ortaya çıkacağını şimdiden söylemek abartılı bir öngörü sayılmayacaktır. Her ne kadar söz konusu mevcut güç vakumunu bugün Türkiye, İran, Suudiler, Mısır ve İsrail gibi bölgesel kuvvetler dolduruyormuş gibi görünse de küresel merkezli destekler olmadan bunun mümkün olmayacağı daha da netlik kazanacaktır. Her iki durum da hem riskli hem de fırsatlarla dolu yeni bir jeopolitik pozisyonun ortaya çıkması açısından önemlidir. Ortaya çıkacak olan manzarayı şimdiden tam olarak kestirememekle birlikte bölge haklarının etkin varlıkları ve mücadele azimlerinin önemli rol oynayacağı muhakkaktır. Bunun en somut ve en sıra dışı örneğiyse Suriye savaşıyla birlikte ortaya çıkan Rojava halklarının özgürlük mücadelesi olacaktır.

Bu mücadele dinamiğinin dönüştüğü muhteva bugün hem yerel bazda hem uluslararası arenada geniş bir kabul görmekte hem de yeni bir sosyo-politik eksen oluşturmaktadır. Bir yanıyla küresel güçlerin diğer yanıyla bölgesel aktörlerin planlarını altüst eden bu yeni yerel dinamiğin, hem yeni bir ekonomi politiğin varlığını hem de yeni bir siyasal sosyoloji hakikatini ortaya çıkardığı çokça konuşulmaktadır. Bu alternatif siyasal sistem ve siyasal özne iddiası ise hem bölgesel hem de küresel güçler arasındaki güç ilişkilerini yeniden şekillendirmektedir.

Nitekim buna benzer mücadeleler sonucunda İngiltere ve Fransa gibi sömürgeciler bile, hem yüzyılın başında, hem de İkinci Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre sonra “Milletler Cemiyeti himayelerine” veya kolonilerine bağımsızlık vermek zorunda kalmışlardı. İngiltere ve Fransa başta olmak üzere Batı’nın kolonyal güçlerinin, halkların mücadelesi sonucunda geri adım atmalarıyla beraber 1950’lerin ortalarına kadar güçlü olan Sovyetler Birliği de Ortadoğu’daki kısa vadeli güçlü konumunu yeniden kaybetmişti. Yani büyük küresel güçlerin iştahını celbeden bu bölge, kalıcı siyasal hegemonya olmaktan çıkabilmektedir. Bu süreç sonrasında, ABD Ortadoğu’da yegâne bölgesel hegemon güç olarak yükselişe geçti ve Soğuk Savaş dönemi boyunca Sovyetler’i bölgeye (Suriye’nin dışında) pek sokmadı. Ancak, Irak’ın 1991 yılındaki Kuveyt işgali ve akabinde ABD’nin Irak’ı koca bir askeri güçle buradan çıkarmasından bu yana, yerel süper güç olarak tek bir diplomatik başarı bile elde edemedi. Oysa 1988 yılında Kürt şehri Halepçe’de kimyasal silah kullanan Saddam’a sessiz kalan ABD, bu sefer sert bir müdahalede bulunmuştu. 1991 müdahalesinden sonra de-facto olarak ortaya çıkan Kürt bölgesel otonomisi dışında bölgede istikrarsızlık gittikçe derinleşmiştir. Irak’ta ABD Başkanı George W. Bush tarafından gerçekleştirilen sermaye ve iktidarın el değiştirmesi ve onun “irade koalisyonu”nun bıraktığı siyasi ve ekonomik felaket her geçen gün daha da büyümüş ve çetrefilli bir hal almıştır. Siyasi olarak başarısız olan ve uzun süredir Ortadoğu petrolünden bağımsız olan bölgenin, ABD için ekonomik ve stratejik önemini giderek daha fazla kaybettiğini özellikle Rojava’daki birliklerini geri çekip, Erdoğan’a askeri müdahale davetiyesi çıkarmasıyla ve salt bir “petrol askeri güç” bırakmasıyla daha da iyi anlaşılmaktadır.

Özellikle ABD’nin en sadık müttefiki olan Suudi Arabistan’a karşı İran’ın Abqaiq ve Khurais’deki petrol tesislerine yaptığı saldırıyla, Başkan Trump bunu daha da derinden hissetmiştir. Başkan Trump’ın Başkan olarak değil de bir şirket yöneticisi gibi davranmasının esas sebebi ve Riyad’a yönelik dayanışmacı retoriği de bununla ilgilidir. Başkan Trump bir CEO edasıyla Putin ve Erdoğan’la yaptığı iktisadi istişareler sonucunda bu tür kararlar alırken, Pentagon merkezli kadronun Yakın ve Ortadoğu’ya olan ilgisi yalnızca iki noktaya odaklanmış gibi görünüyordu: Bölgede nükleer silahlanma yarışını önlemek ve “teröristler” tarafından yaratılan fiili ve hatta sözde tehlikelerin önünü almak.

Katar ve Türkiye’nin direkt veya endirekt olarak himaye etikleri El Bağdadi’nin infazı ve İranlı üst düzey general Süleymani’nin hedefe konularak öldürülmesi de bu bağlamda görülmelidir. Rusya’nın Suriye’de artan angajmanının bile Washington’un bölgeden çekilmesini durdurmuyor gibi görünmesi de ABD içi güç odaklarının çatışmasıyla ilgili olduğu başka bir hakikattir. ABD’nin ilk siyah Başkanı Barack Obama’nın zamanında başlattığı Ortadoğu’dan Pasifik’e dönüş stratejisinin, halefi Trump yönetimi tarafından da hız kazanarak devam ettiriliyor olması derin bir stratejinin parçasıdır. Dolayısıyla Trump’ın Ortadoğu’daki ABD güçlerini geri çekmesi veya minimalize etmesini bir önceki stratejinin devamı olarak görmek gerekir. ABD’nın izlediği stratejik denklem bağlamında olmasa da AB’nin de İran haricinde bölgede merkezi bir rol oynama hedefinden vazgeçtiği görülmektedir. Bölgesel düzeydeki bütünleşme ve küresel ekonomik örneklerin en dikkat çekenlerinin başında hiç şüphesiz Avrupa Birliği olsa da politik olarak nüfuz temsilini büyütememiştir. Salt askeri danışmanlık hizmetleri ve yerel güçlerle periyodik askeri anlaşmalar yapsalar da AB güçlerinin bu pozisyonunun ABD’nin yeni pozisyonuyla da ilgisi var. Her ne kadar son dönemlerde özellikle Afrin işgalinden başlayarak bölgeyi yeniden kadrajına alan Macron yönetimindeki Fransa’nın tutumu bu genel eğilimin dışında olması bakımında dikkat çekicidir.

ABD’nin öncülüğünde, Kanada ve Meksika’nın oluşturduğu NAFTA; Japonya’nın başını çektiği “Asya Kaplanları”nın oluşturduğu ASEAN ve en nihayetinde bugün itibarıyla 27 üyeden oluşan Avrupa Birliği’dir ve bölgesel bütünleşme hareketlerinin en etkili ve gelişmiş olanıdır. Mali kaynak eksikliği, ciddi iç fikir ayrılıkları, önemli üye devletlerin çelişen hedefleri ve öncelikleri gibi sorunsallar anlamlı bir AB komşuluk politikasının önünde durmaktadır. Bu reel fotoğraf dolayısıyla bu güçlerin küresel bir aktöre dönüşme ihtimali realiteden bir hayli uzaktır, çünkü yanılgılı bir sosyo-politik kuram üzerinden ilişkiler tesis edilmeye çalışılmaktadır. Avrupa-Merkezci (Eurocentric) verilerle beslenen olgular üzerinden inşa edilmiş bu sosyo-politika kuramı doğası gereği orantısal bir sonuç doğuramaz. Lakin Avrupa ve ABD’deki sosyo-politika kuramı, yüz yıldan fazla bir süredir devam eden tarihsel gelişmelere bağlı olarak biçim alan statik bir organizmadır. Toplumsal dinamiklerin bir izdüşümü olan sosyal politika mefhumu, Batı ülkelerinin anayasalarının çoğunda yasalarla korunmuş toplum sözleşmesi mahiyetindedir. Hristiyan değerler (Protestan etik) ve aydınlanma fikirleri, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik gelişmeleri anlamada önemli bir rol oynamaktadır. Toplumların demokratikleşmesi açısından önemli bir yere sahip olan bu kuram, toplumsal dinamiklere göre değişiklikler göstererek gelişmiş olsa da Ortadoğu’ya uyarlama şansı çok güçtür. Ayrıca, Batı ülkelerinin çeşitli sosyal sistemleri sosyal ve siyasal bilimler merceğiyle analiz edilmiş ve toplumsal, siyasal ve sosyal özelliklerine göre ülkeye özgü refah rejimleri inşa edilmiştir. Dolayısıyla Batı kültür alanı dışındaki ülkelerle ilgili bilimsel bulgular temelinde sosyal politikaların nasıl şekillendiği sorusu halen kısmen cevapsız bir biçimde önümüzde durmaktadır. Ortadoğu’nun baskın kültürü haline gelen İslamiyet’in temel kodlarını çözmeden ona göre bir sosyal politikalar veya toplumsal nizam kuramını inşa etmenin mümkün olamayacağı bilinmelidir. Dolayısıyla sosyolojik bağlamda Ortadoğu’daki mevcut devlet sistemlerinin istendiği ölçüde işlevsel olmamasının temel nedenini başka yerde aramamak gerekir.

Batı dünyası dışında kalan dünyanın hangi kültürel, siyasal, ekonomik ve sosyal olgular üzerinde inşa edilmesi gerektiği konusunda yakın tarihe kadar ciddiye alınacak bir model söz konusu değildi. Bu devletlerin neredeyse tamamı İslam’ın hinterlandlarıdır ve hiçbiri, Avrupa için söz konusu olan aydınlanma, demokratikleşme ve sanayileşme etkilerini içeren refah devletleri olarak gelişmemişlerdir. Bu durumun, ilgili ülkelerin sosyo-politik değerlerini ne ölçüde etkilediğini anlamak için, bu ülkelerde toplumun hemen hemen tüm alanlarına nüfuz eden İslam’a özel bir dikkat çekmek gerekir. Böylece Batı modeline dayalı sosyal politikaların tutmayacağı daha net şekilde açığa çıkar. Ancak böylesi bir ön kabulle İslam ülkelerindeki sosyo-politik alan üzerindeki İslam’ın kültürel ve dini etkileri hakkında objektif fikirlere sahip olunabilir ve dönüşümler perspektifi sunulabilir.

Bu denli bariz toplumsal olguları görmeyen hiç kimse ne yeni bir alternatif yaşam biçiminin önünü açabilir ne de yeni bir değerler merkezi iddiasında bulunabilir. Bazı söylemsel beyanların dışında Batı’nın Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’e bakışı bu nedenle noksandır. Kendi toplumsal tarihinde yüzyıllardır hâsıl olmuş algılarla hareket ederek Ortadoğu’ya biçim vermeye çalışmak pek tabii ancak bu sonuçları doğurabilirdi. Batı’nın Ortadoğu’ya yaklaşımı çatışma ve savaşları kendisinden uzak tutmakken, Doğu Akdeniz’e dair esas hedefi ise mülteci akımını Avrupa sınırlarından uzak tutmakla sınırlıdır. Bu şekilde bakıldığında Almanya öncülüğündeki mülteci müzakerelerinin Erdoğan’la böylesi bir evreye niye dönüştüğü daha net kendini ortaya koyuyor. Nitekim Fransa açısından da Suriye’deki savaş ve ona bağlı olarak gelişmelere bir bütün olarak müdahil olmama sebepleri de anlaşılıyor. Yeniden başlayan Cenevre görüşmeleri ve daha önce Berlin’de yapılan Libya konferansının nedeni ve amacı hep buydu. Dolayısıyla şimdilik Ortadoğu’da rekabet dışı kalan AB, ezeli rakipleri Çin ve Rusya üzerindeki hak ihlalleri konusunda kendini aklamaya çalışmak zorunda hissediyor. Batı merkezinde bunlar olurken, Çin özellikle radikal İslam’ın Müslüman azınlık üzerindeki etkisini sınırlamakla, Yakın ve Ortadoğu’daki diğer iman kardeşlerinin Halk Cumhuriyeti’ndeki Müslümanlara yönelik sık sık acımasız zulmüne yönelik eleştirilerini susturmak için nispeten küçük altyapı yatırımlarıyla yetinmektedir.

İran ve Türkiye gibi devletlerin, eski üstünlüklerine atıfta bulunarak, daha da saldırgan bir neo-Pers veya neo-Osmanlıcılık politikası izliyor olmaları ne bölgenin diğer güçlü devletleri olan İsrail ve Suudi Arabistan’ın ne de küresel güçlerin hoşuna giden yönelimlerdir.

Bu arka plana göre bile bölgede ne denli karmaşık bir dönüm noktası yaşanmakta olduğunu daha iyi anlayabiliyoruz. Yüzyıllardan beri ilk kez, büyük küresel (yabancı) güçlerin organize ettikleri planları yönetemeyecek bir acizliğin içine düştüklerini, kimi olay ve olguların bölgesel bazı aktörler tarafından vekâleten yürütüldüğünü görüyoruz. Küresel güçlerin onay ve rızasıyla sahada hâkimiyet kurmaya çalışan İran ve Türkiye gibi yerel güçler paylaşım ve bölüşüm hikâyesi bir verili nihayete ermeden birer bölgesel aktöre dönüşme ihtimalleri olduğu gibi, büyük küresel güçlerin vekil unsurları olması da ihtimal dâhilinde. İran’dan ziyade Türkiye’nin bu role ziyadesiyle talip olduğu, bir jandarma karakolu arzusu taşıdığını özellikle son zamanlarda vuku bulan gelişmelerden anlamak mümkündür.

Bu açıdan “bölgenin yeni takımyıldızları” olmaya doğru evrilen İran ve Türkiye gibi devletlerin, eski üstünlüklerine atıfta bulunarak, daha da saldırgan bir neo-Pers veya neo-Osmanlıcılık politikası izliyor olmaları ne bölgenin diğer güçlü devletleri olan İsrail ve Suudi Arabistan’ın ne de küresel güçlerin hoşuna giden yönelimlerdir. Özellikle İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudilerin şaşırtıcı derecede yakınlaşmaları bu çerçevede okunmalıdır. Dolayısıyla söz konusu bu bölgesel gerilimler eninde sonunda sembolik çatışmalar biçiminde gün yüzüne çıkacakları gibi beklenmedik yakınlaşmaları ve güç merkezlerini de beraberinde getirebilir. Küresel güçlerin siyasi stratejik planları ile örtüşen mevcut bölgesel gerilim zamanla, İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri-Suudi Arabistan, Türkiye ve İran merkezli bir nükleer silah yarışına dönüşecek kadar hiddetlenecektir.

Bölgenin mevcut çatışmalı haline eklemlenecek bir nükleer silah yarışı aslında dünyanın son menteşelerini sökme potansiyeline sahip bir vahamete dönüşecektir. Neyse ki, böyle bir senaryo, en azından kısa ve orta vadede, pek olası görülmemekle birlikte nükleer güç elde etme ve bölgesel güç olma arayışının mevcut verili ortamda son bulacağını belirtmek oldukça güçtür. Trump’ın, ABD Başkanı olduğu sürece İran’ın nükleer silahlara sahip olamayacağını tekrar teyit etmesi Tahran rejimi açısından ciddiye alınmayacak, sıradan bir ültimatom değildir. Hiç şüphesiz Trump’ın o beyanı İsrail’in dışında diğer bütün bölgesel aktörler için de esastır ve ABD için de bağlayıcı bir söylemdir.

Öte yandan şu anda mollalar ve Erdoğan’ın Rusya ile geliştirdiği diplomatik ve stratejik ilişkiler doğası gereği kalıcı türde ilişkiler değildir ve bunun böyle olmadığı bütün tarafların da malumunca taktiksel hamlelerdir. Buna karşın bölgesel halk hareketleri ve yeni politik akımların büyüme olasılığı giderek ivme kazanmaktadır. Bu bağlamda yeni bir değerler merkezi oluşturan Rojava halklarının mücadelesinin hem bölgesel etkileri olacaktır hem de küresel anlamda karşılık bulacaktır. Özellikle Rojava yönetiminin Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri ile bölgesel düzeyde geliştirdikleri ilişkiler, ENKS başta olmak üzere Halkın İradesi Partisi ile Rusya üzerinden gerçekleştirdiği görüşmeler bu süreci hızlandırabileceği gibi Cenevre’nin de yolunu açma ihtimali barındırmaktadır. Küresel güçler ile bölgesel aktörlerin tepişmeleri karşısında hayatta kalmayı ve hatta yeni alternatif yaşam modelleri üretmeyi başaran kim olursa olsun günün sonunda kazançlı çıkacaktır. Bu kazanımın derinliği ancak stratejik bir paradigmanın ne oranda hayat bulup serpileceğiyle anlaşılacaktır.

Muktedir bölgesel güçlerin hemen hemen tamamı içeride yaşadıkları siyasi meşruiyet krizlerini etkisiz kılmak için kendi etki alanlarını taktiksel anlamda genişletip iktidarlarını sürdürmeye çalışırken, yerel halklar yeni yaşam tasavvurlarını geçmişten gelen değerler üzerinden inşa ederek stratejiler geliştirmektedirler. Bu aynı zamanda bir tarafta var olmaya çalışan yerel güçlerle, hegemonya tesis etmeye çalışan bölgesel ve küresel güçlerin stratejilerinin de çatışması olarak anlaşılabilir.

Fakat yine de ortaya çıkan bu yeni jeopolitik durumun başarı şansı nedir? Yakın ve Ortadoğu için sık sık vurgulanan “Marshall Planı”nın ikinci bir kesiti devreye girer mi? gibi öngörü ve varsayımlar hala önemlidir. II. Dünya Savaşı sonrası Batı Avrupa’sından farklı olarak, bölge çok parçalanmış ve genel kabul görmüş siyasi liderlerin hiçbiri evrensel ilke ve yükümlülüklere bağlı değildir, yani kuraldan ziyade istisnadır yaptıkları her şey. Ayrıca bölge bu haliyle küresel büyük sermayedarlar için cazip bir saha değildir, birçoğu derin sosyo-ekonomik krizlerle boğuşmaktadır. Suriye’de bile uluslararası toplum, savaşın harap ettiği ülkenin yeniden inşası için siyasi ve ekonomik bir çerçeve üzerinde anlaşmaktan bir hayli uzaktır. Dolayısıyla bütün bölgeyi kapsayan bir sosyo-ekonomik restorasyon planı halihazırda ne siyasi irade anlamında ne de iktisadi açıdan mümkün değildir. Onun için birçok bölgesel gücün mevcut statülerini sürdüremeyecekleri kuvvetle muhtemeldir.

Büyük siyasi darbeler değil, yalnızca küçük adımlardan oluşan bir politika Yakın ve Ortadoğu’da başarılı değişim olasılığı sunacaktır. Bu şekilde hem çatışmaların kontrol altına alınması sağlanabilecek hem de siyasi ve iktisadi krizlerin önüne geçilebilecektir. Dolayısıyla, ancak bölgesel devlet yapılarının yanı sıra bölge halklarının da özne olabileceği müzakerelerle çözüm mümkün olabilir. Bu sorunlar Dünya Bankası, Bölgesel Kalkınma Bankalarıyla birlikte, yerel aktörler ve dış uzmanlardan oluşan çalışma gruplarıyla baş edilecek birçok etkenli sorunlardır. Ancak böylesi ilkeli bir düsturla ekonomik ve politik öncelikler belirlenebilir, çözüm odaklı çoklu çözüm süreçleri başarıya ulaşabilir. Başta Mısırlı ve İsrailli uzmanların da dâhil olması durumunda, en azından Tunus, Fas, Suriye, Ürdün ve Filistin Yönetimi gibi bölgelerde böyle bir yaklaşım umut verici bir evreye ulaşabilir. Bu bağlamda ortaya çıkan tabloda ilk aşamada temel amacın, tarım, inşaat ve turizm gibi geleneksel ekonomik sektörleri güçlendirmek ve böylece ek işler yaratmak olacağı kuvvetle muhtemeldir. Ek olarak, yerel özerklik ilkeleri doğrultusunda çoğunlukla az gelişmiş alt ve üstyapının sistematik bir şekilde genişletilmesi gerekecek ve bu da daha fazla ekonomik ivme sağlayacaktır.

Hiç şüphesiz, Yakın ve Ortadoğu uzun süre daha bir barut fıçısı olarak kalacaktır ama en azından fıçıyı ateşten uzak tutacak adımlar atılmış olacaktır. Bugüne kadar denenmiş büyük siyasi taslakların er veya geç (muhtemelen) sona ereceğinden, gerilimi yavaş yavaş etkisiz hale getirecek yeni siyasi ve ekonomik strateji denklemleri şimdiden kurmak gerekir. Bugüne kadar yaşanan sorunların tamamını kapsayan ve bölgesel halkları etkin özne olarak gören yeni bir değerler merkezinin inşası, tamamıyla yeni bir sinerji yaratabilir. Medeniyet tarihinin gelişimi açısından oldukça önemli olan bu bölgenin bugün dünyada çatışmanın, nüfus hareketliliğinin ve dış müdahalelere açık hale gelişinin tümden ortadan kaldırılmasının yolunun da bu sinerji olduğu kuvvetle muhtemeldir.




Önceki Haber
İBV'de 'Bahar Akademisi' başvuruları başladı
Sonraki Haber
75 yaşındaki hasta tutuklu Özkahraman yaşamını yitirdi