Ana SayfaManşetSevgi kapıda çivilenir – Ali Oruç

Sevgi kapıda çivilenir – Ali Oruç


Ali Oruç


Hasan, 1980 yılında tutuklanmış ve 19 yıl cezaevinde yatmıştı.

Bu zaman dilimi içinde farklı cezaevlerinde ve sayısız insanla kalmıştı. İlgisi olmayan bir olaydan ötürü idam cezasına çarptırılmış, yasa değişikliğinden dolayı cezası 20 yıla düşmüştü. Tahliye olmasına bir yıl kalmıştı.

19 yıl betonla yatmıştı. Gençliği dört duvar arasında erimiş ve bitmişti.

Hasan orta boyda, beyaz tenli, saçı ağırmış, midesi dışında ciddi bir sağlık sorunu yoktu. Daha önce 40 gün açlık grevine girmişti. Su dışında ağzına bir şey almamıştı. Bir deri, bir kemik kalmıştı. Açlık grevinin son bir haftasında ayağa kalkamamıştı. Bu eylemden sonra midesi bozulmuş ve bir daha eski sağlığına ulaşamamıştı.

Hasan, kırk yaşını geçiyordu. Yaşına göre halen dinç ve zindeydi. Okumayı seven, siyasetten ziyade kültür ve sanata ilgisi vardı. Sevgi içinde kaynıyordu. Mutluluğu acıyla yenmişti. Kendini ve acıları yenmişti. Kişiliği pişmiş, yaşamı emekle örmüştü. Satranç oynamayı severdi. Biraz asabi ve duygusaldı.

Hasan, iki arkadaşıyla hücrede kalıyordu. Her gün sabah erken kalkardı ve bu sabah da öyle yaptı. Kapı açılır açılmaz kalktı, yatağını katladı, ranzaya bir düzen verdi ve aşağı indi. Kahvaltı için semaver fişini prize taktı. Ortalığı süpürüp temizledi. Banyo ve lavaboyu fırçaladıktan sonra, havalandırmaya çıktı.

Havalandırma yedi metre uzunlukta, dört metre genişlikte ve yedi metre derindi. Bir kuyuyu andırıyordu. Yılın sekiz ayı içi güneş görmezdi. Yazın en sıcak aylarında güneş yüzünü görürdü. Bu aylarda havalandırma bir fırını andırırdı. İnsanın nefesini keserdi. Kışın beton buz kesilir, yazın pişerdi.

Cezaevinde dört mevsim yok. İki mevsim var. Ya sıcak ya soğuk olurdu. Ara mevsimlerde eser kalmaz, cezaevinde renkler yok, beton duvarlar, demir kapılar nasıl boyatılmışsa, renkler öyle kalırdı. Tek renk, tek yaşam, iki mevsim vardı. Cezaevinde ne renklerin ne de ağzın tadı vardır. Ne yemeğin ne yatmanın ne içmenin ve ne de yürümenin tadı vardır.
Görülen rüyaların bile tadı yoktur.

Sevginin kapıda çivilendiği bir yasaklar diyarıdır cezaevi.

Hasan iki ay polis sorgusunda kalmıştı. Diyarbakır Cezaevi dehşetinin hem tanığı hem sanığıydı. İşkence yöntemlerinin her türünü yaşamış ve görmüştü. Yaşam okulunu okumamış, acılar okulunda diploma almıştı.

Tecrübe yaşamın çocuğu…

İradesi acılar ateşinde yıkanmıştı.

Bedeni zorluklar diyarında bilenmişti.

Duruşunu yaşamıyla kazanmıştı.

İnatçıydı, özgürleşmenin inatçısıydı.

İdam ipinden geçmişti.

Hasan havalandırmada birkaç volta attı. Bir de ne görsün. Beton zeminde bir taş, önce gözlerine inanmadı. Eğildi ve taşa baktı. Taşı kaldırdı. Bisküvi büyüklüğünde bir taş. Bir hazine görmüş gibi sevindi. Taşı, avucunda evirip çevirdi. On dokuz yıldır ilk kez eli bir taş görüyordu. Taş ne sarı ne beyaz ne siyah ne kırmızıydı. İştah çeken taş türlerinden değildi, mattı.

Nereden geldi diye merak etti. Gökyüzünden gelen meteor cinsinden bir taş değildi. Çatıdan mı düşmüştü? Yoksa dışarıdan birileri mi atmıştı?

“Herhalde cezaevi dışından birileri atmış” dedi ve musluğa yöneldi.

Taşı lavaboda yıkadı. Havluyla kuruttu ve tekrar havalandırmaya çıktı. Hem volta atıyor hem de bir arkeolog titizliğiyle taşı inceliyordu. Yılların hasretini, özlemini ve sevgisini okşayarak gideriyordu.

Hasan için sıradan bir taş değildi. Onun için altın değerindeydi. Zaten altın, elmas ve diğer değerli taşları değerli kılan az bulundukları içindir. Her yerde bulunmadıkları için değerlidirler.

Az bulunan her şey daha değerlidir.

Değeri ortaya çıkaran emektir.

Cezaevinde nesnelerin değeri değişir. İçerde değerli olan bir şeyin dışarıda değeri olmayabilir.

Hasan, on dokuz yıldır dalında bir gül koparmamış, güneşin doğuşunu ve batışını izlememişti. Dört mevsimi doya doya yaşamamıştı. Bir taşı vadinin bir yamacından diğer yamacına atmamıştı. Fırat, Dicle veya Van gölüne girip yüzmemişti. Dolunay ışığının altında gece yürümemişti. Yalın ayakla toprak üzerinde yürümemişti. Toprağın kokusunu ciğerlerine çekmemişti. Fırından yeni çıkan ekmeği avuçları içinde koklaya koklaya yememişti…

Daha sayılmayan binlerce yaşam olgusu… Hasan için tüm bunlar değerliydi. Hayallerini süsleyen özlemlerdi. Bir çocuk doygusuyla yaşamın tüm detaylarını özlemişti. Ama hiçbir zaman duyguları denetiminden çıkmamıştı. Bir duygu esiri değildi. Bir özgürlük militanıydı. Kendini öyle yüceltmişti.

Yücelik emekle yoğrulur, satın alınmaz.

Yücelik yoğunlaşmış emektir.

Kelepçelenmiş bedenin panzehri, amaca kilitlenmektir.

Hasan da öyle yapmıştı. Bedeni içerde, ruhu bir bulut gibi gökyüzünün sonsuzluklarında geziyordu.

Hasan, her gün ölüyordu. Ölümü zamana yayılmıştı. Zamana yayılan ölüm en zor ölüm biçimidir. Her saniye ölürsün. Beden damla damla erir. Hasan’ın en güzel yılları dört duvar arasında mıhlanmıştı. Onu bu çileli yaşama mahkûm edenlerin cezaevinde bir yıl yaşayacak iradeleri yok. Halk sevgileri hiç yok.

Hasan taşı cebine koydu. Oda arkadaşlarını uykudan uyandırmak için ikinci kata çıktı. Günaydın çektikten sonra, masayı sildi ve kahvaltı hazırlığına başladı. Kişi başı bir yumurta ve satın aldıkları örgülü peynirle kahvaltıya oturdular. Kahvaltıdan sonra, masa temizlendi ve bulaşıklar yıkandı.

Hasan, ranzaya çekildi. Ranzada yastığa yaslandı ve tekrar taşa baktı. Sanki taşı okuyordu. Uzun bir zaman gözlerini taştan ayırmadı.

Hasan, bir hafta taşla yattı, taşla kalktı. Bir çocuk gibi elinden bırakmadı. Taşı delmeye karar kıldı. Taşı delmek için çiviye ihtiyacı vardı. Kaldığı odada çivi aramaya başladı. İstediği biçimde çivi bulamadı. Diğer odalarda bulunan arkadaşlarına seslendi. İki günlük bir arayıştan sonra, yan hücreden bir çivi gönderildi.

Hasan, beklemeden taşı yontmaya başladı. Sabırsız biriydi. Önünde bir iş varsa, bir an önce bitirmek istiyordu. İşi erteleme, zamana yayma alışkanlığı yoktu. Birkaç gün zamanını taşı delmeye verdi. Parmakları su tuttu, patladı ve acımaya başladı. Hasan pes etmedi. Taş inatçıydı, ama Hasan daha inatçıydı. Bu inatla on dokuz yılı devirmişti. Kararlaştırılmış bir iradenin yapamayacağı bir şey yoktur. Bazen ölümü bile geciktirebilir, yenebilir.

Tecrübe sahibiydi. İradesi imkânsızlıklarla bilenmişti. Tok yaşayan değildi. Var olanla yetinen ve yaşayan biriydi. Diyarbakır Cezaevi’nde arkadaşlarıyla birlikte seksen metre civarında tünel kazmış, iki metre kalınlıktaki kayayı çiviyle yontarak delmişti. Çiviyle beton ve duvar delmişti. Çiviyle çivi sökmüştü.

Hasan taşı deldi. Taşı boynuna takmak için sarı, kırmızı ve yeşil renkte ip aradı. İstediği renkten ip yanında yoktu. Bir mektup yazdı ve diğer hücrelere gönderdi. Mektup tüm tutsaklara ulaştı. Bir süre sonra istediği renkten ip gönderildi. İpi ördü ve taşa geçirdi. Taşı bir madalya gibi boynuna taktı. Birkaç gün öyle gezdi odada. Taş ona mutluluk vermişti. Mutluluğu yaratan da öldüren de kişinin kendisidir. Mutluluk insanın içinde, ruhunda filizlenir. Mutluluk başarının adıdır.

Hasan, uzun uzun düşündü taşındı. Sonuçta taşı dışarıya göndermeye karar kıldı. İlk aklına gelen, dışarıda sevdiği ve söz alıp verdiği kız oldu.

“Olmaz. O, beni terk etti. Bir mektup bile göndermedi. Bir mektup kadar değerimiz kalmadı. Ciddiye alınmadık. Bir nefes de sevgiyi öldürdü. Beklemeden bir başkasıyla evlendi, beni adam yerine koymadı, evlenseydi, ama sormalıydı” dedi kendi kendine.

Hasan başka arayışlara girdi. Çocuk yaşta birbirlerini seven, her şeylerini paylaşan, sırdaş olan Mehmet adında arkadaşı aklına geldi.

“Birbirimiz için ölecek kadar güveniyorduk. Tutuklandıktan sonra, zahmet edip hal-hatır bile sormadı. Arkadaşın da karşılığı vardır. Bayram ve yılbaşı gibi günlerde bir kart bile göndermedi. Bu arkadaşlık başlarken ölmüş. Arkadaşlık zor günlerin adıdır. Arkadaşlık yücelmiş değerdir. Onun arkadaşlığına lanet olsun” dedi.

Hasan yeğenlerini, kardeşlerini, amcaoğulları ve tüm sülaleyi tek tek sıraladı. ‘Bu olmaz, bu da olmaz’ diyerek hepsini eledi. Kala kala cefakâr annesi kaldı.

“Benim için ağlayan, göz pınarlarını kurutan, aç ve parasız yollara düşen, üzerimde titreyip peşimi bırakmayan; bayramda, seyranda yokluğumu en derinden hisseden, içinde bir dert yarası olarak hep taze kalan, sevgisi tükenmeyen, fedakârlığı esirgemeyen değerli anneme bu taşı vermeliyim” dedi.

Ana yüreği derindir. Birisini sevmek için görmek gerekmiyor, onu görmeden hatırlamak en büyük sevgidir.

Hasan, voltayı bırakıp televizyonu açtı. Kanaldan kanala geçti. En çok belgesel programları izlerdi. Doğayı, hayvanları, denizi ve yaşamın güzelliklerini izlediğinde mutlu oluyor ve orada ruhu geziyordu. Düşüncesinin bedenini en fazla terk ettiği andı. Cezaevinde ruhunu dışarıya taşımayı bilenler, sağlık ve psikolojik olarak kendini en çok koruyanlardır. Hasan da bunu başarmıştı.

Hasan, çay içtikten sonra, ranzaya çekildi. ‘Sefiller’ adlı kitabı okuyordu. Kitabı açtı ve kaldığı yerden okumaya başladı. Ancak konsantre olamadı. Gözleri kitabı okusa da düşüncesi taştaydı:

“Annem herkesten daha fazla bu taşı hak etmiş. O bir annedir. O fedakârlığın, sevginin damağıdır…”

Hasan, taşı anasına vermeyi iyice kararlaştırdı. O günden sonra, daha fazla görüş gününü gözledi. Her görüş gününü sabırla bekledi. Görüş günü kapının yanından ayrılmıyordu. Duyguları görüşe kilitlenmişti. Gardiyan görüş listesini okuduğunda ve listede ismi olmadığı anlaşılınca, derin bir iç çekiyor, yumruğunu sıkıyor, yüzündeki çizgiler derinleşiyor, kanı donmuş bir ölüyü andırıyordu. Bu kızgınlıkla taşı avucunda sıkıyor ve ranzaya gidip uzanıyordu.

Birkaç saat bu durum devam ederdi. Hasan cezaevi yaşamı boyunca bu kadar görüşe kilitlenmemişti. Bazen bu aşırı duygusuna kızıyor ve rahatsız oluyordu.

Hasan beş ay bekledi. Tam 22 hafta, 22 görüş, 22 ıstırap, 22 boğucu gün.

Beklenti, saatin güne katlandığı andır.

Bedenin en fazla sıkıntı çektiği zamandır.

Hasan’ın anası da aynı duyguları yaşıyordu. Ancak cebinde yol parası yoktu.

Parasızlık sevgiyi boğuyordu. Parasızlık oğlunu görmemenin kelepçesiydi.

Para adaletsizliğin anası olmuştu.

Yiğit ile alçağın kaderiyle oynayan.

Şansı açık görüş gününe denk gelmişti. Görüş listesinde Hasan’ın ismi okundu. Hasan taşı avucunda sıktı ve ana maltaya yöneldi. Diğer odalardan gelen arkadaşlarıyla merhabalaştı, kimisiyle sohbet etti. Aramadan geçtikten sonra, görüş yerine geçti. Tanıdığı birkaç görüşçüyle merhabalaştı ve anasıyla göz göze geldi. Ana oğul kucaklaştı. Anası bağrına bastı ve defalarca öptü, başını okşadı. Aylardır görmemenin hasretini gidermeye çalıştı. Genzi yandı, boğazı doldu ve ağlamamak için kendini bastırdı. Buna rağmen gözyaşları yanaklarından çenesine doğru süzüldü.

Hasan, anasının elini öptü, sarıldı ve ardından karşılıklı oturdular. Merhaba ve hâl hatırdan sonra, yakın dost ve komşular da konuşuldu. Ardında duran taşı anasına uzatarak; “Anne, bu taşı al. Senin için deldim. Bak güzel bir ip taktım. Sen dünyanın en güzel ve değerli şeylerine layıksın. Sana vereceğim başka bir şeyim yoktur. En değerli varlığım bu taştır. Onu da sana veriyorum. Keşke başka bir şeyim olsaydı da verseydim. Sana olan sevgimin sembolü…”

Anası taşı aldı. Taş onun için hiçbir şey ifade etmiyordu. Dışarıda taş çoktu. Hem de rengarenk, oğlunu kırmamak için taşı kemer altı etti.

“Ben seni istiyorum. Benim için en değerli sensin ve sana ihtiyacım var…” dedi nemli gözlerle.

Hasan, beş aydır bu anı bekliyordu. Sevinçten gözleri gülüyordu. Sevinçten uçacak gibiydi. Sanki anasına dünyanın en iyi elması, yüreğini bağışlamıştı.

Hasan için o taş değildi.

O, bir direniş sembolüydü.

O, yıllardır bükülmeyen iradesiydi.

On dokuz yıllık acıların taşıydı.

O, bir hasretti.

O, doğada olan ve yaşayan her şeydi.

O, bir tutsağın yüreğinde kopan özlemdi.

Görüş bittikten sonra, birbirleriyle vedalaştılar. Anne gözyaşları içinde cezaevinden ayrıldı. Yorgun, bitkin bir halde eve vardı. Yorgunluktan taşı pencereye bıraktı. Torunu taşı aldı ve dışarı çıktı. Çocuk bir süre taşla oynadı. Ardından taşı sokağa attı ve eve geri döndü.

Yaşlı anne bir gün sonra taşı hatırladı. Taşı sordu soruşturdu. Bir daha taşı bulamadı.

Değerli taş, dışarıya çıkınca değerini yitirmişti. Taşın da akıbeti öyle oldu.

Bir şeyi değerli kılan sadece emek değil, ortam, anlam verme ve maneviyat da önemlidir. En büyük değer insandır ve mutluluktur. Bundan daha güzel, yüce ne olabilir.




Önceki Haber
Otonom’dan: “Hegel'in Gözyaşları”
Sonraki Haber
Erkek şiddeti: Kasım'da 29 kadın öldürüldü, 10 kadının ölümü de şüpheli