Ana SayfaManşetKürt meselesinde milliyetçilik yarışı mı, demokrasi mi kazanacak?

Kürt meselesinde milliyetçilik yarışı mı, demokrasi mi kazanacak?


Mehmet Nuri Özdemir*


Batılılaşmaya yönelik ıslahatlarla birlikte gündemden düşmeyen Kürt meselesi hem güncelliğini hem belirleyiciliğini sürdürüyor. Sorun, kimi zaman askeri yönüyle kimi zaman da siyasi yönüyle gündemdeki yerini kaybetmiyor. Siyasi partiler bugüne kadar kimi istisnaları hesaplamazsak genel olarak askerlerin arkasına saklanarak sorunu halletmeye çalıştı, doğrusu meseleyi her zaman bir ‘güvenlik’ ve ‘asayiş’ sorunu olarak gördüler.

90’lı yılların başından bu yana meseleye başka bir açıdan bakmanın zorunlu olduğu görülmeye başlandı. Ancak çözüm arzusuna rağmen, özellikle AKP iktidarı ile birlikte danışıklı dövüş ve ölçüsüz pragmatizmin siyasette baskın olması çözümü zorlaştıran etkenler oldu. Özellikle 2015 sonrası Kürt meselesi üzerinden köpürtülen milliyetçilik ile hem devlete hem de iktidara mevzi kazandırılmaya çalışıldı. Muhalefet de bu rüzgara kapılmaktan kendini alamadı. Kürt meselesinin güvenlik odaklı perspektifinden dolayı HDP dışında kalan diğer partilerin tümü aynı zeminde benzer söylem ve argümanlarla siyaset yaptığı için durum milliyetçilik düellosuna dönüştü. Biraz daha açalım.

7 Haziran’dan beri CHP ve muhalefetteki diğer partiler iktidarın güvenlik politikalarıyla tüm toplumu zapturapt altına almasına seyirci kaldılar, dahası desteklediler; en somut örnek Meclis’e gelen ve AKP’nin seçimlere doğrudan malzeme ettiği her tezkereyi şartsız-koşulsuz onaylamalarıdır. Muhalefet bu tavrıyla iktidara her defasında “arkandayız” demiş oluyordu. Her tezkerenin iktidar için bir seçim zaferine dönüştüğünü görmek istemediler. Bu tavırlarıyla kendilerine oy veren seçmenleri adeta bezdirdiler. Yaşanan politik travmanın yanı sıra ülkenin kültürel ve ekonomik olarak gerilemesi, iyi-kötü demokrasi deneyimlerinin büyük bir darbe alması (en basitinden oy hakkının gasp edilmesi ve seçimlere tarihte olmadığı kadar şaibelerin karışması) ve çok ciddi bir beyin göçünün yaşanmasına rağmen muhalefet MHP ile örtüşen bir siyaset yürütmeye devam etti. Çünkü MHP’nin özellikle Kürt meselesinde AKP’yi getirmek istediği çizgiden üstü örtülü de olsa memnundular.

Şüphesiz ki MHP, çözüm süreci ile Türkiye’de Kürt meselesinde alınan mesafeyi tersine çevirmek için kaos anını iple çekiyordu. MHP, 2015’ten itibaren AKP iktidarını millileştirdiğini ve istediği gibi yön verdiğini düşünüyor ve bu sayede siyaset yapmadan belirleyici bir aktör olmayı hedefliyordu. Paradoks gibi görünse de MHP bu politikasıyla iktidara ortak olmaktan öte ona muhalefet etmeye devam ediyordu; çünkü iktidarın 2015 öncesi tüm hikayesini ve en önemlisi çözüm sürecini tersine çevirdiğini ve bu şekilde iktidara Truva atı gibi içerden ayar vererek istediği zemine çektiğini düşünüyordu. Bu politika ile AKP’nin ömrünü uzattığını düşünmek bile istemiyordu. Zira MHP için kimin iktidarda olduğu önemli değildir, kimin devleti ayakta tuttuğu önemlidir. Dolayısıyla AKP yerli ve milli olduğu sürece yüz yıl iktidarda kalsa da MHP için sorun teşkil etmeyecektir. Çünkü MHP, demokrasilerde rekabete dayalı seçimlere giren ve seçmenlerden oy talep eden bir siyasi parti olmaktan öte bir “harekat” olarak siyasette varlığını sürdürüyor. Dolayısıyla MHP’nin toplumsal sorunları içeren bir parti programı, seçim vaatleri ya da halkın yaşadığı temel problemlere dair bugüne kadar herhangi bir hikayesi yoktur, olmamıştır.

Muhalefet, MHP’nin ne yapmak istediğini gayet iyi biliyordu. Muhalefetin stratejisi, muhalefet etmeden iktidarın zaten bir gün yorulacağı ve kaybedeceği temennisi üzerine inşa edilmişti; onun için iktidar ile milli meselelerde polemiğe girmeden onu yanlışa sürükleyerek; daha doğrusu MHP gibi “siyaset yapmadan” iktidarı yenebileceğine inanıyordu. “Sessiz siyaset stratejisi” ile muhalefet hem milli meselelerde iktidarın sırtını dayadığı muhafazakar ve milliyetçi kitleleri tedirgin etmemiş oluyordu, hem de iktidarın olası hatalarından sorumlu olmayacaktı; ha bir de bu strateji seçimlere iyi bir yatırım olacaktı. Bu sayede kutsal devlete karşı hatasız bir pratik sergilemiş olacaktı. Muhalefet bu politika ile baş edemediği iktidarı bu şekilde zayıflatacağına inanmıştı. 6 yıldır halkın çektiği eziyeti ve ülkenin temel sorunlarında ve kurumlaşmasında oluşan derin tahribatı görmezden gelerek ve iktidarı zorlamadan.

AKP’yi Kürt meselesinde çözüme zorlamak yerine çözümden uzaklaştırma arzusu içeriden ve dışarıdan iktidarı çepere aldığını düşünen yerli ve milli muhalefete ve de MHP’ye devletçi politika bağlamında bir “rasyonalite” sunmuş gibi görünse de tam tersine aslında iktidarın 2015’ten sonra tüm siyasetini yerli ve milli zeminlere kaydırarak HDP hariç tüm aktörleri istediği zemine ve istediği oyuna dahil etmişti. Bu şekilde hem küçük ortak MHP’yi dibinde tutup payını vererek akıllı ve uslu durmasını sağladı hem yerli ve milli stratejiyi kesintisiz bir şekilde uygulayıp muhalefeti siyasetsiz bıraktı. Ve bu strateji ile 7 Haziran’da kaybettiği iktidarı 6 yıldır sürdürüyor.

İktidar Kürtlerle dostluk ve düşmanlık tekniklerini çok iyi biliyor ve kolay kolay Kürt odaklı siyasetten vazgeçmeyecektir. Hem ilk geldiği zamanlarda (2002) hem de 2007’deki kapatma davasında Kürtler AKP’yi desteklediler. AKP, 2011’de başlayan cemaat ile iç kavgasını da Kürtlerle masaya oturarak atlatmıştı. Denilebilir ki 2009-2015 arasında cemaatle yaşadığı iç krizi ‘Kürt barışı’ ile 2015 sonrası krizi ise ülke krizi haline getirerek ‘Kürt savaşı’ ile atlatmaya çalıştı. AKP, Kürtlerin ve Kürt meselesinin Türkiye siyasetinde denklemi kuran ve yıkan bir etkiye sahip olduğunu çok iyi biliyor. Ancak gelinen aşamada hem İslamcılık üzerinden inşa edilen ümmet ittifakı hem de kimi Kürtlerle kurduğu menfaat ilişkileri gelebileceği son sınırlara geldi.

Mevcut durumda partilerin çoğalması AKP için “yeni partnerler” anlamına geliyor. Çünkü iktidar olası seçimlerde yeni partilerin alacağı küçük oyların bile çok belirleyici olacağını biliyor. Partilerin çoğalmasını da iktidarın zayıflaması veya oy kaybı olarak görmüyor; “demokrasinin gelişimi” olarak herkese pazarlıyor. Yeni kurulan partilerin yerli ve milli karakterini, pazarlıkçı yanlarını ve Türk siyasetinin pragmatik damarını çok iyi biliyor. Kaldı ki Deva ve Gelecek partileri ana akım basında kendilerine olan yoğun ilgiye rağmen neden oylarını arttırmadıklarını iyi tahlil etmek lazım, kanaatimce halk onların AKP’den koptuğuna hala inanamıyor ve bu iki partinin yöneticileri tekrar AKP partneri olabileceklerine dair şüpheyi ortadan kaldırmış değil, halka bu konuda hala güven veremiyorlar.

AKP’nin kurnaz siyaseti ve oyun kurucu karakteri Ortadoğu ülkelerinin petrollerini millileştirme kararıyla 1970’lerde krize giren kapitalizmin imdadına yetişen Thatcher’i hatırlatıyor. İngiltere başbakanı Margaret Thatcher bir yandan ekonomide kemer sıkma politikasıyla neoliberal ekonomiyi hayata geçirmiş diğer yandan sosyal demokrat ve sol siyaseti de eş zamanlı olarak dizayn ederek tamamen sistem içileştirmeyi başarmıştı. Erdoğan da Türkiye’de hem otoriter neoliberalizmin geçişini sağlayan hem de ülkeyi olabildiğince soldan ve sosyal demokrasiden, sağa ve muhafazakarlığa kaydıran temel aktördür. Teacher kendisine “En büyük başarınız nedir?” diye sorulduğunda “Tony Blair ve İşçi Partisi’dir” demişti. Erdoğan’a da aynı soruyu sorsalar (ki bazen dile getiriyor) muhtemelen en büyük başarının Kemal Kılıçdaroğlu (CHP) ve Meral Akşener (İyi Parti) olduğunu söyler; muhtemelen çoğalan İslamcı partileri de bu başarıya ekler.

Gare askeri operasyonuyla muhalefete göre iktidar hata yaptı. Öyle umut ediyoruz ki muhalefet, ülkede birçok sorunun daha da derinleşerek kaotik bir hal aldığını ve çözümün belli eşiklerden sonra imkansız hale gelebileceğini artık görmeye başlamıştır ve en azından şimdilik (rotasını bilmediğimiz) bir reaksiyon geliştirmesi olumlu bir durum. Muhalefet bu defa iktidara karşı alttan almadı, demagoji ve propagandayı yutmadı gibi ve iktidarın güvenlik politikalarını suistimal eden politikasına karşı durdu. Elbette ki bunu yaparken muhalefetin bir kısmı AKP’den daha milliyetçi olduğunu ispatlamaya çalışırken, insani temelde olan yaklaşımın daha zayıf olduğu gözden kaçmadı. Muhalefet bu duruşunu ne kadar sürdürülebilir bilemiyoruz ama iktidarı yenmesi ve yeni bir iktidar kurması için öncelikle iktidarı durdurması gerektiğini idrak etmesinin zamanı çoktan geldi de geçti bile. Özellikle iktidarın baştan beri Kürt meselesi odaklı zenginleştirilmiş güvenlik repertuarlarıyla ayakta kaldığını ve bu strateji ile her defasında yeniden seçimleri kazandığını artık görmeleri gerekiyor.

Millet ittifakının iktidar karşısındaki tek başarısı yerel seçimlerle çeyrek asırdır AKP’nin elinde olan belediyelerin elinden alınmasıdır, bu da HDP’nin detaylara takılmadan demokrasinin kazanması için uyguladığı ilkesel strateji sayesinde olmuştur. Bu stratejinin muhalefet, iktidar ve HDP açısından sonuçları başka bir yazının konusudur ama bu strateji ile demokratik değerlerin geri dönüşü, iktidarın kaybedebileceği ve demokrasinin kazanabileceği umudu yeniden oluşmuştu. HDP’nin siyasetteki belirleyiciliği ve demokratik siyasetteki kurucu rolü kalıcı hale gelmişti. Kaldı ki hem Erdoğan hem Bahçeli’nin her ne kadar “terörizm” etiketiyle durdurmaya çalışsalar da özünde çekindikleri ve dikkate aldıkları en büyük muhalefet bloğu HDP’dir.

Sonuç olarak bu oyunu değiştirebilecek temel aktör bana göre Kürtler, Türkiye solu, kadınlar, işsizler, küçük esnaflar, çiftçiler, gençler (özellikle iktidar popülizminin en üç örneği olarak neredeyse her kasabaya açtığı tabela üniversitelerinde okuyup da şimdi boşta gezen işsiz üniversite proletaryası) ve demokratlardır. Bu anlamda iktidarı zayıflatacak ve Millet İttifakı’nı milliyetçi politikalardan uzaklaştırıp demokrasiyi ve sosyal adaleti önceleyen bir noktaya çekebilecek siyasetin varlığı bu kesimleri örgütlemeye bağlıdır. Bu kitle farklı sosyolojik kimliklere sahip olsa da onları çağın koşullarına uyarlanabilecek söylem ve programlarla ortak politik bir hat etrafında yan yana getirmek mümkün. Belki de iktidar ve muhalefetin politikalarına ayrılacak değerli zamanı bu kitleleri yan yana getirebilecek strateji ve örgütlenmeye ayırmakla işe başlamak gerek.

Bu bağlamda çetrefilli bir tablo gibi görünse de özetlersek aslında iktidarın ve muhalefetin klasik milliyetçi siyasetiyle kazanan halklar, işçiler, kadınlar, yoksullar değil siyasi ve ekonomik elitlerdir. Bunun değişmesi için daha büyük bir cesaretle hem iktidarın hem de muhalefetin hatalarını yüksek sesle dile getirmekten ve onları eleştirmekten başka bir yol yok. Demokrasi ve barış içinde bir toplumda yaşamak her zamankinden daha fazla mümkündür. Umutla kalın.


* Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı zamanda sosyoloji eğitimi aldı. 29 Ekim 2016’da Diyarbakır Eğitim Sen yöneticisi iken 675 sayılı KHK ile öğretmenlik mesleğinden ihraç edildi. Yazıları Emek ve İnsan dergisi, Gazete Emek, Gazete Duvar ve Artı Gerçek’in forum sayfalarında yayımlandı. Halen Gazete Karınca’da yazmakta.

PAYLAŞ:
    WhatsApp'da Paylaş!   Telegram'da Paylaş!     Yazdır   E-Posta Gönder

Önceki Haber
WhatsApp açıkladı: Gizlilik sözleşmesini kabul etmezseniz ne olacak?
Sonraki Haber
Kadın cinayeti davasında fail erkeğe indirimsiz 34 yıl hapis