Ana SayfaYazarlarMehmet Nuri ÖzdemirDemirtaş yargılanırken siyasalın tuzakları

Demirtaş yargılanırken siyasalın tuzakları


Mehmet Nuri Özdemir*


AİHM kararına rağmen çetrefilli bir yargı süreci sonunda Yargıtay 16. Ceza Dairesi Selahattin Demirtaş’ın 4 yıl 8 aylık cezasını onadı. Türkiye’nin, AİHM Demirtaş kararını AB ile pazarlık konusu haline getirdiği ortadaydı. Cezanın onaylanması pazarlıktan iyi bir sonuç çıkmadığını da gösteriyor; bu durumda Türkiye, AİHM kararlarını ihlal etmeye devam edecek gibi görünüyor.

Demirtaş’ın AİHM kararının hem demokratik rejimlerin sürdürülebilirliği bağlamında “kuşatıcı ve uyarıcı bir karar” olduğunu hem de Demirtaş’ın simgesel rolüne özel bir önem atfedildiğini daha önce bu sayfalarda dile getirmiştik. Kararın bir kısmını hatırlarsak, 436 ve 437’nci paragraflarda “Demirtaş’ın tutuklanması ve tutukluluk halinin devam ettirilmesi, yalnızca ona oy veren binlerce seçmenin Millet Meclisi’nde temsil edilmesini engellememiş, ama aynı zamanda tüm topluma, özgür demokratik tartışmanın kapsamını daraltan tehlikeli bir mesaj verilmiştir” deniliyordu. Devamla “Bu unsurlar, yetkililerin başvurucuyu tutuklarken gösterdiği sebeplerin yalnızca baskın siyasi amaçlar için bir kılıf olduğu, esas amacın tartışmaya yer bırakmayacak şekilde demokrasinin aşağı çekilmesine ilişkin bir konu olduğu sonucuna varması için yeterlidir”[1] denilmişti. Mahkeme, Demirtaş’ın Türkiye muhalefetinin içindeki simgesel rolüne de vurgu yapmış ve 373 ve 395’inci paragraflarda sadece milletvekili değil, aynı zamanda meclis görevlerini yerine getirmesinin yanında “yüksek düzeyde koruma gerektiren bir muhalefet partisinin liderlerinden biri” olarak nitelendirmişti.

Demirtaş siyaseti

Demirtaş 1990’lı yıllarda başlayan Kürt demokratik siyasetinin 2007 ile devam eden ikinci dalgasında belirgin bir özne olarak kitlelerin karşısına çıktı. Siyaset mesafe alma işidir. O da siyasete arkadaşlarıyla birlikte mesafe aldırdı. Genç bir avukatken sorumluluk aldı ve bunu başarıyla yürüttü. Demirtaş, 22 Temmuz 2007 ile 7 Haziran 2015 tarihleri arasında Kürt siyasetinin demokratik temsiliyetini boşluk bırakmadan “tamamlama” çabasına girişti; bu çabayı 2016 sonrasında tutuklanması ile hapishane günlerinde yazdığı kitaplar, çizdiği resimler ve verdiği röportajlarla sürekli kendini ve partisini gündemde tutarak sürdürdü. İçerden kurduğu muhalefet ile enerjisini doğru kullanarak rakiplerine kolay kolay pes etmeyeceğini her defasında hatırlattı.

O’nun farkı bugüne kadarki “en iyi tamamlayıcı” konumunda olmasıdır; tamamlayıcıdır çünkü Kürt siyaseti kariyer ve koltuk gibi konforlu bir konumu arzulayan siyasal aktörlerle değil, emeği ve ödediği bedellerle çamurun, toprağın ve kanın içinde biriken ama ortada görünmeyen binlerin ürünüdür. Demirtaş bu kolektif mirasın güler yüzlü ve alttan almayan, ne aşağılayan ne de aşağılamayı kabul eden yüzüdür.

Kötü niyetlilere ve orantısız saldırılara karşı boyun eğmeyen ama bunu yaparken de kör bir meydan okumadan öte, politik estetiğe ve mizaha özel bir alan açan bir Kürt’ten bahsediyoruz. Kendine has özgüveni ile ne kendini ne de temsil ettiği halkı ezdirmeden ve diğer halklara saygıyı ihmal etmeden, samimiyetle hareket ederek ve her defasında yürünecek yol bırakarak…

Haliyle Demirtaş, her şeyden önce bu zorlu istikamette kuşatıcı politik bir simge haline gelmeyi başardı. Yetenekleri ve farklı özellikleri ile bazen ön plana çıksa da O, Kürt siyasi hareketinin içinde yetişen, inandığı siyaset teorisinin görev ve sorumluluklarını en iyi şekilde yerine getirmeye çalışan politik bir aktördür.

Demirtaş’ın rakiplerini en çok tedirgin eden yanı Türklere ve Kürtlere aynı anda “umut” verme cüretini göstermesiydi; Kürtlere ve Türklere savaşın bitebileceği, onurlu bir barışın inşa edilebileceği hissiyatını vermeyi başarmıştı. Bu nedenle Demirtaş siyaseti, sembolik olarak Türkiye siyasal hayatında ve Türk-Kürt ilişkilerinde yeni özgürlük eşiklerine fırsat tanıyan kendine has bir testti; soğuk savaş siyasetine, sıcak savaşın tehditlerine, faşizme ve ırkçılığa mesafeli duran sempatik ve sıcakkanlı bir dostluk, özgün ve eşit bir kardeşlik denemesiydi.

Başarılıydı ve başarılı olduğu için devletin soğuk eli ve derin stratejileri devreye girdi. Çünkü böyle bir Kürt olamazdı; Demirtaş’ın ve Demirtaş tarzı siyasetin yarattığı siyasal estetiğin şöyle ya da böyle “çirkinleştirilmesi ve çamura bulandırılması” lazımdı. Çünkü Demirtaş ve arkadaşları yaptıkları yaratıcı siyasetle Kürt’e yönelik geleneksel kodları birçok yönden sarsmış, bu da büyük bir tedirginlik yaratmıştı.

Demirtaş’a ve demokratik siyasete tuzak

Birçok dünya deneyiminde görüldüğü üzere ulusal hareketlerin kimlik mücadelesi yürüttüğü ülkelerde örtülü veya açık düşmanlaştırma pratikleri itinayla dizayn edilir. Vietnam ve Filistin bunun en iyi örnekleridir. Türkiye örneğinde de politik olarak asla yan yana durmayacak birçok aktör Demirtaş ve arkadaşları şahsında meşrulaşan ve genişleyen Kürt demokratik siyasal alanının bir şekilde daraltılması için senkronize planlar yaptılar.

Bu planlar doğrultusunda Demirtaş’a yönelik iki kritik adım atıldı. Birincisi 6-8 Ekim olaylarında vahşice katledilen İslami kökenli Yasin Börü adlı Kürt gencin ölümünün müsebbibi olarak ilan edilmesiydi. Böylece en barışçıl Kürt’ün bile aslında ne kadar vahşi ve korkunç olduğunu bu şekilde tüm kamuoyuna göstermiş olacaklardı. Aynı zamanda bu vahşi katliamla hem Demirtaş’ın karizması çizilecek hem de Kürtler arası bir gerilim başlatılacaktı.

İkincisi ise içerden Demirtaş’ı PKK lideri Abdullah Öcalan’ın karşısında konumlandırarak Kürt siyasetinde ikilem yaratma planıydı. Bu şekilde Demirtaş bir taraftan 6-8 Ekim’de vahşice katledilen bir gencin katiliymiş gibi gösterilerek genel kitlede oluşan sempatisi yerle bir edilecek, diğer taraftan da Öcalan’a alternatifmiş gibi gösterilerek Kürt hareketi içindeki konumu tartışmalı hale getirilecekti. Bu konumlandırmayla eş zamanlı oluşan lobi ile hem Öcalan ile ilişkisi apaçık olan Kürtler Demirtaş’a karşı soğutulacak hem de Kürt hareketinde liderler üzerinden bir ikilik yaratılmış olacaktı. Böylece Kürt kitlesi ile arası bozulan Demirtaş’ın politik manevra alanı bazı Kürtler ve sol kesimlerle sınırlı kalacaktı.

Her iki tuzak da uzun süre gündemde kaldı. Bu iki tuzağa elbette zaman zaman düşenler oldu. Ancak genel itibariyle hem Demirtaş’ın kendisi hem de Kürt hareketinin genel yapısı bu tuzağı erkenden fark edince istenilen sonuç alınamadı ve süreç bu sefer hem Demirtaş için hem de demokratik siyaset yapan Kürtler ve dostları için yargı yoluyla, Mithat Sancar Hoca’nın dediği gibi bir “intikam davasına” dönüştü.

Tuzağın genişlemesi ve parçalı amaçları

Demirtaş’ı bir yandan şiddeti destekleyen, diğer yandan ikilik yaratan biri olarak itibarsızlaştırma planı tutmayınca, plana farklı aktörler de dahil edildi. Tuzak, devlet aktörlerini Kürt meselesinde üçe bölmüş gibi gösterse de parti menfaatleri doğrultusunda işlemeye devam ediyor. Bu oyunda CHP çizgisi ve perde arkasından da İyi Parti ve kimi ulusalcılar Demirtaş’ı savunuyor gibi görünüyor. Bu blok statükocu ve devletçi çizginin belirlediği hudutlara riayet ederek, Kürt meselesinde olası bir çözüm olacaksa illegal bir örgüt ile temas kurarak değil legal bir siyasi parti olan HDP ve onun lideri ile görüşülerek çözülebilirdi.

Kürt meselesine ve HDP’ye dair somut bir adım atmayan CHP ve diğerleri bu politikayla özellikle yerel seçimlerden sonra Demirtaş gibi popüler bir lideri saflarına çekmiş gibi görünerek İslamcılara karşı seküler ve sol Kürtlerin oylarını çantada keklik zannetmişlerdi. Böylece CHP ve diğerleri AKP’ye kaptırdığı Anadolu proletaryasını görmezden gelerek iktidara karşı radikal bir muhalefeti yapan HDP ve ona oy veren seçmeni kapmayı “muhalefet” sanmıştı. Ama biraz sorunları vardı, yoksa barışı ve demokrasiyi sonuna kadar savunacaklardı; bu sağcılar da hiç izin vermiyordu, ülke bu kadar sağa kaymışken önce ülkeyi biraz merkeze, sonra demokrasiye, az sonra da biraz sola çekmeyi, e biraz da kalkınma için zamana ihtiyaçları vardı, beklemeliydi Kürtler, iki yüz yıldır beklemediler mi? Kürtler bu konuda biraz sabırlı olmalı, anlayış göstermeli ve fedakarlık yapmalıydı.” Oldu, Ser çava!

AKP de Demirtaş’a karşı Öcalan’ın fikirlerini önceliyormuş gibi yapmaya devam etti. Öcalan’ın Kürt meselesindeki mutlak rolünü çok iyi analiz eden AKP’li bir kesim bu rolüne gönderme yapmayı hiç ihmal etmediler. Bu nedenle Ehmede Xani ve Feqiyê Teyran gibi Kürt edebiyatının temsilcilerinin yanı sıra, çözüm sürecinde Öcalan’ın daha önce ısrarla vurguladığı Kürtlerin ve Türklerin ortak yaşamına gönderme yapan “Malazgirt ruhu ve 1921 Anayasası ruhu” gibi metaforları gündemde tutarak meseleyi idare etmeyi ve en azından kendi içindeki muhafazakar ve kapitalist Kürtlerde bir “çözüm ve normalleşme beklentisi” yaratarak bu kesimin desteğini sabit tutmaya çalıştı.

Olası bir darbe sürecine ön hazırlık bağlamında Kürtler, İslamcılar için önemli bir bariyerdi. Bu yüzden “her an darbe olabilir, Kemalistler yeniden rejimi ele geçirebilirler” propagandası hep canlı tutuldu. AKP’ye göre “Demirtaş yanlış yapmıştı ve Kürtler de biraz anlayışlı olmalıydı; tutuklamalar, ölümler ve de sürgünler zaten işin doğasında vardı. Eğer bunu da kabul etmeseler doksanlara bir dönüp bakmaları yeterliydi”. Doksanlara dönüp bakmaya bile fırsat vermeden doksanları Kürtlerin evine, mahallesine, kentlerinin içine taşıdılar; İslamcılar en ufak Kürt muhalefetine sürekli parmak sallayarak yaptıkları tehditleri sonunda pratiğe geçirmeyi başardılar; Sur, Nusaybin ve Cizre’de izleri asla silinmeyecek kötülüklerin altına imza attılar. Kürtlerin bin yıllık İslam kardeşliğinin sıkı bir sorgulamadan geçmesinin zamanı geldi ve geçti bile.

Özetle her ikisi de kendi menfaatlerinin koruyacak kadar farklı bir perspektiften bakıyorlarmış gibi yaparak meselenin kendilerine ait kısmıyla ilgilenirken, yargı ve güvenlik politikalarıyla Kürt hareketinin bir bütün olarak tasfiye edilmesine ve milliyetçi-devletçi bir hissiyatta ortaklaştılar; bu tür politikaları yani asıl tasfiye politikalarında her zaman birlikte hareket ettiler. Çünkü her ikisine de Kürt siyasetinin parçalanması sonucunda önemli bir pay düşecekti.

Sonuç

2009’dan beri işleyen plan Demirtaş gibi bir siyasetçinin tutuklanması ile kötülüğü beslemeye, krizi büyütmeye devam ediyor. Fethullahçılara mal edilen ve bugün de AKP eliyle sürdürülen, Kürt siyasi hareketine ve dostlarına yönelik siyasi kırım operasyonları artık bir devlet politikası haline geldi. Demirtaş ve arkadaşlarını tutuklama ve siyasal alanı Kürtlere kapatma girişimleri, bin bir emekle siyasal alana taşınan Kürt meselesini yeniden kışlaya ve dağa havale etti. Yeniden darbe mekaniğiyle vesayet rejimi devreye girdi. Siyaset askıya alındı ve şiddet konuşmaya başladı. Kürt cephesi dışında bu realite henüz anlaşılmış değil; bu da iktidarın ekmeğine yağ sürüyor. İktidara her defasında can simidi olmasına rağmen ve de ülkenin bataklığa sürüklenmesi pahasına…

Son olarak şunu söyleyerek yazıyı bitirelim: Demirtaş’ın tutuklanmasıyla ara ara HDP’ye küsenler çıkıyor, “Demirtaş olmazsa oynamam” diyenler; bu tutumlarıyla Demirtaş’a ne kadar büyük bir kötülük ettiklerini bilselerdi eminim böyle yapmazlardı. Demirtaş’ı HDP’den farklı bir şeymiş gibi gösterenlerin ne Demirtaş’ı ne HDP’yi ne de Kürtleri anlamak gibi bir dertleri olduğunu sanmıyorum.


[1] https://anayasagundemi.com/2020/12/28/iham-buyuk-dairesinin-selahattin-demirtas-no-2-kararinin-cevirisi-hdp-es-baskaninin-dokunulmazligi-kaldirilarak-bariscil-aciklama-ve-eylemleri-sebebiyle-siyasi-amaclarla-tutuklanmasi-sozlesme/


* Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı zamanda sosyoloji eğitimi aldı. 29 Ekim 2016’da Diyarbakır Eğitim Sen yöneticisi iken 675 sayılı KHK ile öğretmenlik mesleğinden ihraç edildi. Yazıları Emek ve İnsan dergisi, Gazete Emek, Gazete Duvar ve Artı Gerçek’in forum sayfalarında yayımlandı. Halen Gazete Karınca’da yazmakta.



Önceki Haber
Genelgeyle yasak kapsamı genişletildi
Sonraki Haber
Tutuklu gazeteciye gazete kupürleri biriktirmekten hapis cezası